24 Haziran 2015 Çarşamba

'Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa' (İstanbul DT)


Gökhan Erarslan'ın 2012 yılında yazdığı 'Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa' İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda oynamaktan çok, yaptığı turnelerle verimli bir sezon geçirdi. Bir nevi tiyatro her şeye rağmen her yere gitti. Gidenler gördüklerini internete taşıdı. Ben de merak edip oyun hakkında yapılan seyirci yorumlarını okudum. Olumsuz bir yoruma rastlamadım. Herkese paşa paşa beğenmişti. Ben paşaları pek sevmem. Paşaların paşasını hiç sevmem. Hele ki sorgusuz sualsiz kabul edip, paşa paşa beğenmeyi kendime bir hakaret sayarım. 'Paşa paşa' tabiri bana mecburiyeti çağrıştırır. Zorlamaları bünyem kaldırmıyor. Bu oyunu da kaldırmadı. Dört gün evvel aynı yazarın bir başka oyununu (Vakti Geldi) değerlendirmiştim. İki oyun birbirinden elbette farklı lakin benim beğenmeyişimin yazarla uzak bir ilgisi var. Yakın ilgiyi oyunun rejisörü Mutlu Güney kuruyor.  

Gökhan Erarslan 1982 doğumlu genç bir kalem. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık ve Dramaturji Ana Sanat Dalı'ndan mezun. 'Yeni Metin Yeni Tiyatro' projelerinde yer almış ve British Council-Oyun Yaz projesine seçilip, yazarlık atölyelerinde bulunmuş, üretken bir yazar. 2013 yılında kurulan Gusto Tiyatro'nun kurucularından biri. Sonbaharı Beklerken (SAKM'nde sahnelendi)Aldatma Sanatına Giriş (Gusto Tiyatro'da sahnelendi)Vakti Geldi (İBBŞT'nda sahneleniyor)Market (SAKM'nde sahneleniyor), Cahide Sonku Müzikali (Provada) ve Mucizeler Sirki Sisler Ülkesinde (çocuk oyunu) adlı oyunların sahibi. 

Oyun 1879'da, yani II. Abdülhamid'in saltanatını sürdürdüğü yılda geçiyor. Bu taraftan bakılacak olursa tiyatronun önündeki engel padişah gibi duruyor. Gökhan Erarslan'ın metninde, dışarıdan gelebilecek olan tehlike padişah olarak algılanmıyor. Böyle algılanmaması metnin avantajlarından biri olmakla birlikte, bu konu hakkında yazılmış diğer oyunlara göre olan farklılığını ortaya koyabilmesi açısından da iyi. Metin, tiyatroya evet ve hayır diyenler şeklinde iki gruba ayrılıyor (sanki) Ayrımın bu hali güçlerin bir dengesini oluşturmaya daha elverişli. Çünkü karşıt grubun içinde bir padişah yok. 'Paşalar ve halk arası bir müsabaka' tanımı, metnin zorlama ve baskı yollu ifadesini, tarafların büyük bir güçten (padişahtan) yoksun oluşu ile bir nebze kırmış. Böylece isteksizlik, yerini isteyişe bırakmış. 'Dinledin, gördün şimdi de yap' mantığı anlam kazanmış. Bu kazanç, metne bir artı daha getirmiş. Keşke hep böyle gitse...

Devlet-halk ilişkisi, dalkavukluk sanatı ve makam-mevki hırsı, metnin alt katmanlarında. Eser, tiyatronun bir sanat olarak görülmeyişi ve iktidar için bir anlam ifade etmeyişi meselelerini bünyesinde barındırmasıyla günümüz derdine ortak. Bu ortaklığı bozacak girişimin cesaret, disiplin ve mücadele ile mümkün olabileceğinin de bilincinde.  


Paşa Paşa Tiyatro, Haldun Taner'in 'Sersem Kocanın Kurnaz Karısı' isimli yapıtı ile çok benzer. Bu dosya daha önce açılmıştı. Metinlerden birinin açık, diğerinin kapalı biçimde yazıldığı ortaya konmuştu. Benim üzerinde duracağım nokta iki eserin karşılaştırılmasından ziyade, elimizde var olan bir metnin, biçim değiştirerek yeni bir formla neden sunulduğu yönünde. Çok ilginçtir ki bu bir zincir. Zincirin ilk halkası Moliere. Moliere'in 'George Dandin veya Bir Koca Nasıl Rezil Edilir?' oyunu, Haldun Taner'i 'Sersem Kocanın Kurnaz Karısı'na doğru sürükleyip ikinci halkayı oluşturmasına zemin hazırlarken, 'Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa' ile Gökhan Erarslan son (?) halkayı geçirmiş. İşlerin bu kadarla sınırlı olduğunu düşündüğümde yanıldığımı anlamam gecikmedi. İsimlerde de bir benzerliğin söz konusu olduğunun farkına vardım. Oyunlardan ilki size iki seçenek sunuyor. Ya George Dandin ya da bir kocanın rezil edilişi. Aynı vaziyet, eleştirisini kaleme aldığım oyun için de geçerli. Ya paşa paşa tiyatro ya da Ahmet Vefik Paşa. Her ikisinde de bir tercih olduğu açık. Haldun Taner'in eseri ise adında 'koca' kelimesine yer verişi ile kendinden öncekini destekler türde. İçeriğine baktığınız zaman yine bir seçim ön planda. Sersem bir koca mı yoksa kurnaz olan karısı mı? Tüm bunlar, yazarın 'beslenerek' gelişinin bir emsali. Lakin bu besleniş hep protein dolu. Karbonhidrat yok. Olmadığı için de enerjisi yerinde değil. Zayıf ve güçsüz. Oyunun güçsüz tarafı ana merkezde rejisör ile ilintili. O halde rejiye değinelim...

Mutlu Güney'in oyuna hizmet eden herhangi bir dokunuşunu göremedim. Metnin getirilerinin onun için yettiğini anladım. Reji, geçmiş ile bağ kurucu. Son, aslında baş. Yani olacaklar bir görüntü 'huzmesi' ile 'net'. Bu netliğin içerisinde ilerlemek kolay. Lakin oyuncu konusunda tutunduğu tavır dikkatimi çekti. Oyunda, yaşı ilerlemiş ve sahnede daha önce izlemediğim, yıllarını bu işe vermiş çok değerli Devlet Tiyatrosu sanatçılarını seyretme fırsatı buldum. Bu onlar ve seyirci adına iyi ama kapıda bekleyen onlarca genç için kötü. Bu yüzden Mutlu Güney'in tavrının yararı konusunda şüphelerim var. 

Medina Yavuz Almaç'ın dekor tasarımı, 'iki kalas bir heves' havasına çok uygun. Afişteki apoletlerin, tıpkı afişteki gibi, dekorun her iki yanına konulması, anlam bakımından oyuna katkı sağlayacaktır. Düşünmenizi istirham ederim. Mihriban Oran'ın giysi tasarımı, karakterlerin kimliklerini yansıtır cinste ve dönem atmosferini betimlemekte yeterli düzeyde. Orkestranın aynı konsepte olması, oyunun içindeymiş izlenimini vermekte başarılı. Serhat Akın'ın ışık tasarımı için 'özen' kavramı kayıp. Prova sahneleri için farklı bir aydınlatma olsa fena mı olurdu? Orhan Enes Kuzu şefliğindeki orkestra (Ersin Ersavaşan, Pınar Babutçu, Hikmet İplikçi, Gökhan Demirdöğmez), oyunun en yetkini. Orhan Enes Kuzu'nun ödüllü müzikleri, oyunun ivmesini arttıran, oyuna tat katan, uzun bir soluk üfleyen, dönem ezgilerini içerisinde barındıran, 'kurtarıcı' niteliğinde. 

Kadro epey kalabalık. Teker teker yazmama imkan yok. Paşa rolündeki Murat Sarı, Ahmet Vefik Paşa'nın babacan kimliğini, ses tonu ve hareketleriyle canlandırmada usta. Her oyuncu elinden geleni yapmış. Ekibin uyumlu olduğu belli. Kadro: Cengiz Dane, Halil Doğan, Ali Çelik, Ahmet Somers, Cem Zeynel Kılıç, Emir Tayla, M.Coşkun Ülgen, Ahmet Taşdemir, Altay Özbek, Onur Erolus, Mehtap Gündoğdu, Aybanu Aykut, Seda Gün, Gökhan Türkal, Nesrin Sütçü, Tuğrul Ozan Tuğrul, Emin Gökhan Eroğlu, Zeynep Anacan, Eray Abdullah Pekcan, Beliz Sözer, Kazım Semih Varol, Mehmet Cem Sürgit, Nilay Gök, Ali Murat Altunmeşe, Deniz Gürzumar, Hüseyin Öztürk, Burcu Gül Kazbek, Cihan Ayhan, Nevzat Cengiz, Doruk Ordu, Müge Gülgün, Ömer İvedi, Eda Şahin, Oğulcan Kayacan. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını temenni ederim...  

Oyundan memnun ayrılmadım. İçimden paşa paşa tiyatroya gitmek gelmedi. Ahmet Vefik Paşa ile de tanışmak arzusu duymadım. Üzgünüm...
      
    
İstanbul Devlet Tiyatrosu'na Not

Sezon sonunda repertuarınıza Sersem Kocanın Kurnaz Karısı'nı dahil ettiniz. Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa da repertuar içerisinde mevcut. Yaptığınız bu saçma tutum şu anlamı içeriyor: "Ya Sersem Kocanın Kurnaz Karısı ya da  Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa." Biz (seyirci) de mi bir seçim yapalım? Peki... Akıl diliyorum...


Notlar: 
Oyun 2 saat / 2 perdedir.
Fotoğraflar bana aittir.
19. Afife Tiyatro Ödülleri 'En İyi Müzik': O. Enes Kuzu.
Oyun adı uzun olduğu için başlık koymadım.

Kaynak 
Oyun metni (Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa)







Ege KÜÇÜKKİPER


22 Haziran 2015 Pazartesi

Derinlikli Bir Oyun: 'Nehir' (Oyun Atölyesi)


Jez Butterworth'ün 2012 yılında yazdığı, Hira Tekindor'un çevirip, Haluk Bilginer'in yönettiği 'Nehir', Oyun Atölyesi'nde ikinci sezonunu tamamladı. Nehir, önümüzdeki sezon da akmaya devam edecek. 1969 doğumlu yazar hakkında bilgi toplamak amacı ile internette gezinirken, oyunlarının çoğunun beyazperdeye aktarıldığından, rollerin önemli sanatçılar tarafından canlandırıldığından, sahip olduğu ödüllerden ve oyunlarından (I Believe in Love-1992, Huge-1993, Mojo-1995, The Winterling-1996, The Night Heron-2002, Palour Song-2008, Jerusalem-2008) daha fazlasını bulamadım. Yani internet Jez Butterworth'ün nehri kadar derin değildi...

Bu oyun için nehrin kenarında durup seyre dalmak yetmez. Bizzat nehrin içine dalmak, suyun derinliklerinde yer alan metaforları bir bir gün yüzüne çıkarıp, elde edilenlerden bir yaşam kurmak gerekir. Nehre girdiğimde bir soğukluk hissetmedim lakin ayağımın taşlara çarpmasına engel de olamadım. Amacım büyük bir balık yakalayıp, yakaladığım şey üzerinden yazıyı ilerletmek. O halde başlayalım...


Nehrin İçi

Nehrin içinde benimle temas kuran ilk şey suydu. Bir nevi yaşamsal kaynak, onunla iletişim sağlamama izin vermişti. Derine gidebilmem için suyu yarıp, kıyıdan uzaklaşmam şarttı. Butterworth'ün metninde nehir demek 'hayat' demekti. Çocukken hayat kolaydır. Dünyanız nehrin sığ bölümleridir. Derine gitme isteği hep vardır ama izniniz yoktur. Gençlik dönemi maceraya atılma evresidir. Nehir (hayat) ile bir ölüm-kalım savaşı verirsiniz. Ya avlanırsınız ya da av olursunuz. Derinler sizi asla korkutmaz. Orta yaşa geldiğinizde edinilmiş yüzlerce tecrübeniz doğrultusunda nehirde nasıl yüzüleceğini bilirsiniz. Yaşlandığınız da ise artık nehre uzaktan bakmak istersiniz. Suyun dibi size göre değildir. Yaşım itibariyle en ölümcül dönemdeyim. Metni düşündüğümde nehirden ayrılmak istemeyen iki genç kadın ve nehri 'balık tutma' merkezi olarak gören orta yaşlı bir adam anımsıyorum. Yukarıda yazdıklarımı baz alarak, Adam'ın kadınlar için endişelenmesinin, tecrübesi ile sabit olduğu fikrindeyim. Çocukken elinden kaçırdığı balığı hala aramakta olduğunun ve buluncaya kadar nehre gideceğinin farkındayım. Farkında olduğum bir başka şey Adam'ın bir olta yardımıyla, nehre girmeden balığı yakalamaya çalışması. Bu durum bana göre hem bir cesaret hem de bir korkaklık örneği. Umudunun olduğu çok açık ama umutsuzluğa düşmesi de an meselesi. Metin geneline hakim olan balığı özelde 'kadın' genelde ise 'arzulanan her türlü şey' biçiminde algıladım. Adamın bir kadından çok sevgiye, şefkate ve ilgiye muhtaç olduğu kanaatine vardım. Bu kanaate varmama neden olan, ıssız bir adamın kendini izole ettiği ve aslında kendini ıssızlaştırmasından kaynaklı. Nehrinde (yaşamında) başkasının avlanmasına müsadesi yok. Bu hal balığı (kadını) elinden kaçıracağından ötürü, onun açısından son derece tehlikeli. Nehrin dibine dalabilecek 'gençlere' kapısı kapalı. Az önce sözünü ettiğim korkaklığı bu yüzden. Başka bir adamın, onun sularında gezinmesi hayatına bir müdahale teşkil etmekle birlikte, hakimiyetinin (?) sona ermesi demek.

Nehrin için envai çeşit balıkla dolu. Kimisi sarışın, kimisi esmer. Neticede hepsi bir balık. Kafamı kurcayalan şey bu balıklar. Adam'ın çocukluğunda tuttuğu balık hikayesi ve akabinde balığın elinden kayması, kadınları da elinde tutamaması ile bir koşutluk. O zaman mühim olan hadise kadınların var olup olmaması. Metin bana olmadığını söylüyor. (Kadın: "Ne oldu o kadına? Öldü değil mi? Hiç var oldu mu acaba?") Adam hep bir 'arayış' içerisinde. Aradığı kırmızılı kadın somut olarak ortada yok. Elden kaçan balık misali nehrin derinliklerinde saklı. Bulup çıkarmak kolay değil. Bence Adam da bunun bilincinde ve bu nedenle bir kadın 'yaratma' niyetinde. Kırmızılı kadınlar bu niyetin birer temsili. Resim (yüzsüz kırmızılı kadın) ise Adam'ın somut bir delili. En azından aradığı şey için ona yol gösterecek bir harita. Bu haritanın bir simgesi de nehirden çıkan taş. Adam'ın taşı göstermek ve karşısındakine vermek istemesi, onun yaşamından çıkan tek madde oluşuna bağlı. Hatırlanmak ve hatırlamak ancak bu yolla mümkün. Taş bir madde olarak kaba ve sert. Lakin Adam'ın hayatına kadın dokunuşunun inceliği ve yumuşaklılığının değmediğini düşünürsem bu gayet normal. Aranan kadının bir türlü bulunamamasının nedeni, Adam'ın istekleri ve kişiliğinde gizli. Kadın'ın taş karşısında 'evliliği' düşünmesi, Adam'ın beklentisi dışında bir düş. Evlilik onun aradığı son şey. O, kolay olandan ziyade zor olanla ilgili. Evlenmeye hazır kadınlar, onu için epey kolay lokmalar. Nehrin üstü de altı da çetrefilli ve Adam yaşı dolayısıyla nehrin altını biliyor. Kadınlar ise toy. Gün batımının (görünenin) güzelliği onlar için yeterli. Tatminsizliğin bir mesele olduğu aşikâr. Bu tatminsizlik Adam'ın cinsel deneyimleriyle de doğru orantılı. İlişki sırasında kadınların yüzlerine bakmaması, biraz önce belirttiğim resimdeki 'yüzsüz'lüğün bir sonucu. Yüzü şekillenmeyen kadın sadece bedensel olarak mevcut (mu?) 

Son olarak iki kadının aynı anda bulunduğu tek sahneyi biraz açmak istiyorum. Buluşmanın gerçekleşmesi, Kadın'ın, Adam'ı terk etmeye hazırlandığı an da vuku buluyor. Sanki onun yerini alacak olan diğeri mantığı var. Biri giderken, diğeri geliyor. Nehir devir-daim yapıyor. Sadece anlatılanlardan öğrendiğimiz iki kadının nehir kenarında birbirini gördükleri fakat konuşmadıkları kısım ise, metindeki iki kuğunun dönüşünün, çarpışının ve gidişinin bir betimlemesi. Eve giren, bir şekilde kapının önüne konuyor. Sonraları kapının dışında durup, durmadığına bakılmıyor. 'Olmama' ihtimali burada kuvvet kazanıyor.    


Nehrin Dışı 

Bu kısım daha çok sahnede gördüklerim ile ilintili. Bunlardan bir tanesi okunan şiirin başlığı. 'Aysız Gece Yarısından Sonra' adını taşıyan başlık, metin karanlık yönünü açığa çıkarır türde. Doğa Adam'ın arayışına kapalı. Ay ışığının nehri aydınlatmayışı, onun işini zorlaştıran etkenlerden biri. 'Körebe'yi andırmasıyla hayatın bir oyunu. Girişteki şarkı, 'River' adlı yapıt ve Virginia Woolf'un 'Fenere Doğru' isimli kitabı oyunun anlatısı ile bağdaşık. 

Haluk Bilginer'in rejisi, metnin dışına taşan dokunuşlara ev sahipliği yapmaktan uzak. Açıkçası cümle cümle işlenmesini beklemiştim. Oltaya vurmadığını tahmin edemedim. Bunun haricinde kimi zaman bir nehir gibi durgun kimi zaman ise azgın ve dalgalı. Her iki vaziyetin de ortaya çıkardığı artılar oyunun dengesi. Sahne tasarımı Gamze Kuş'a ait. Yıllardır takip ettiğim Kuş'un, kötü bir işine rastlamadım. Kulübe, metnin başında belirtildiği gibi "nehir... bir kulübeye dönüşür..." açıklamasını merkez alarak, orada birinin (birileri değil) yaşadığını, oranın bir yaşam alanını olduğunu inandırıcı kılarak tasvir etmesi muazzam. Detaylı ve giriş-çıkışların etkisini verebilen, avantajlı bir tasarım. Kostüm tasarımına dair bir isim gözüme çarpmadı. Bu bir kayıp değil çünkü metin kostüme dair ipuçları ile dolu. İsimsiz kostümler, metnin getirilerine destek veren cinste. Yüksel Aymaz imzalı ışık tasarımı doğallığın yegane örneği. Gün batımının ince ayarı ve karanlık sahnelerin özel aydınlatımı pek güzel. Tolga Çebi'nin müzikleri kişiliklerin duygusal boyutları ile yeteri düzeyde uyumlu. Fakat tüm tasarımlar 'hayal'den yoksun. Biraz olsa fena mı olurdu? 

Oyunun üç oyuncusunu da sahne üzerinde ilk kez izleme fırsatı yakaladım. Bir yerine üç balık yakalamak paha biçilemez! Bu nehre bayıldım. Haluk Bilginer'i (Adam) azarlanma sahnesinde, Ayça Bingöl'ü (Kadın), yemek sahnesinde ve Canan Ergüder'i (Diğer Kadın) ilk sahnesinde çok seveceksiniz. Dördüncü oyuncunun adı herhangi bir sitede yazılmamış. Gereksiz mi? Kesinlikle hayır. Oyundan çıkarsa bir kan kaybı olur mu? Kesinlikle evet. Yazılsa keşke. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...

Dediğim gibi bu derinliğin içerisinde ben sadece ufakcık bir taşım. Cismim kadar yer kaplarım. Daha yazacak çok şey var ama yazı uzadıkça uzuyor. Bu kadarı kâfi. Nehir iyi bir oyun. Belki de yaşamın bir aynası. Ona baktığınızdaki suretinizin bir kopyası. Gidin ve kendi bakışınızla bakın...


Notlar:
Oyun 1 saat 10 dakika / Tek perdedir.
Fotoğraflar bana aittir.

Kaynak
Oyun metni (Nehir)
Vikipedia (yazar)  



           

Ege KÜÇÜKKİPER


20 Haziran 2015 Cumartesi

Hesaplaşan Bir Oyun: 'Vakti Geldi' (İBBŞT)



Gökhan Erarslan'ın yazdığı 'Vakti Geldi', 2013-14 sezonundan beri İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenmekte. Oyunu ancak 2015 sezon kapanışında izleme fırsatı bulabildim. Benim için vakti o zaman gelmişti. Erhan Yazıcıoğlu dönemi oyunlarından izlemiş olduğum beş tanesini (Bir Yaz Gecesi Rüyası, Cibali Karakolu, On İki Öfkeli Adam, Şekerpare, Hayal-i Temsil) yazmama kararı aldım. Böyle bir yönetim anlayışı için kendime saygısızlık etmek istemedim. Fakat Vakti Geldi, bu dönemin bir ürünü değil. Ayrıca son derece beğendiğim ve yazmadığım sürece kendimi suçlu hissedeceğim bir prodüksiyon. Oyunun benimle de hesaplaşmasından korktum ve bu yazı ile bir nebze olsun içimi ferahlattım.   

Gökhan Erarslan 1982 doğumlu genç bir kalem. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Dramatik Yazarlık ve Dramaturji Ana Sanat Dalı'ndan mezun. 'Yeni Metin Yeni Tiyatro' projelerinde yer almış ve British Council-Oyun Yaz projesine seçilip, yazarlık atölyelerinde bulunmuş, üretken bir yazar. 2013 yılında kurulan Gusto Tiyatro'nun kurucularından biri. Sonbaharı Beklerken (SAKM'nde sahnelendi), Aldatma Sanatına Giriş (Gusto Tiyatro'da sahnelendi), Paşa Paşa Tiyatro Yahut Ahmet Vefik Paşa (İDT'nda sahneleniyor), Market (SAKM'nde sahneleniyor), Cahide Sonku Müzikali (Provada) ve Mucizeler Sirki Sisler Ülkesinde (çocuk oyunu) adlı oyunların sahibi. 

Vakti Geldi, biri iş adamı, biri emekli bürokrat, diğeri ise profesör olan, şimdilerde siyasete atılmış ve birbirine rakip üç eski okul arkadaşını, bir kadının (gizin) çevresinde tekrar biraraya getirerek hesaplaşmasını başlatan bir oyun. Metin, adından itibaren bilinmezliklerle başlayıp, bilinmezliklerle yoluna devam eden ve bu yolla kendine sürprizli bir final yaratma biçimiyle kurgulanmış. Bu doğrultuda kurgunun çok başarılı olduğunu belirtmekle birlikte, 'bilinmeyen' kavramını açmak niyetindeyim. Metnin geneline bir merak unsuru hakim. Şüphesiz bu durum oyunu izlenir kılan etkenlerden biri. Lakin benim üzerinde duracağım konu bilinmezliğin merak tarafından çok, temsil ettiği anlam bakımından.

Vakti Geldi'yi büyük bir soğana benzettim. Bu benzetmemin temeli şu hikayeye dayanıyor: Kadın'ın haricindeki diğer üç karakter, soğanı farklı kısımlarından soymaya başlıyor. Soymalarının sebebi, bilinmezliği çözmeye çalışmalarından kaynaklı. Her kabuk, başka bir sırrı açığa çıkarıyor lakin olay netleşmekten ziyade iyice bulanıklaşıyor. Metin bu haliyle, 'doğurganlık' özelliğine sahip. Yani belirli bir noktada tıkanması imkansız. Oyunu sevmemin esas nedeni de bu. Finalde cücük ortaya çıkıyor ama elleri kabuklarla dolu olan karaterler, cücüğü yiyemiyor. Mahsülü toplayan Kadın, büyük bir iştahla 'kazancını' midesine indiriyor. Geride kalanlar ise kabukları tekrar birleştirip, ortaya 'yamalı bir soğan' çıkarmayı reddediyor. Bu reddediş belki de metnin tek bilineni. Cücük olmadan her şeyin eksik olacağının farkındalığı...

Yazar, bu sır ile oyunun ivmesini arttırırken, bir yandan da metnin eleştirel boyutunu ön plana çıkarmış. Siyasilerin iki yüzlülüklerini ve çıkar ilişkilerini, son derece gerçekçi bir dille aktarırken, adalet mekanizması ile siyasi kurumların yozlaşmış işleyişini açıkça vurgulamış. Tüm bunların akabinde, finalde yarattığı sürprizle insana olan inancını göstererek, seyirciye/okuyucuya 'mücadele' için umut aşılamış. Eseri, sadece siyaset bazında değerlendirmek yanlış olur. Bir nevi 'rekabetin olduğu her saha' için yorumlamak en azından metnin değerini ortaya koyacaktır. Bu ortaya koyuş aynı zamanda metnin düne kilitli kalmasını önleyecektir. Çünkü karakterler sadece meslekleriyle / cinsiyetleriyle anılan, belirlenmiş isimleri olmayan kişiler. Hangi profesör?/bürokrat?/iş adamı?/kadın? olduğunun cevabı sizde. 

Metni okuduğumda Kadın karakterini bir metafor olarak algılamakla birlikte, genelde 'toplum'u ve 'halk'ı, özelde ise 'birey'i simgelediğine kanaat getirdim. Mesleği dolayısıyla da 'aydın' sınıfın bir üyesi olarak tanımladım. Bu iki düşüncemden yola çıkarak devletin, birey ve toplum üzerindeki (özellikle aydın kesim) yaptırım gücünün, bir mesele/netice olarak masaya yatırıldığına inandım. İnancım, metnin alt katmanlarında duran kadına şiddet ve tecavüz olgularının yanında kişisel hak ve özgürlük ihlallerini de görmemle pekişti. Üç arkadaşı 'üç yüz' şeklinde anlamlandırdım. POLİ, 'çok' demektir. TİKA ise 'yüz'. Birleştirildiğinde POLİTİKA: 'Çok yüzlü' ifadesi ile eşleşir. Oyun bu eşleşmeye müsait...      

Rejisör, Naşit Özcan'ın oyunu iyi irdelediği belli. Metnin 'geçmiş' ile olan bağını, 'sararmış fotoğraf' efektiyle belgelemiş ve dondurmuş hali etkili. 'An'lar üzerindeki duruşu, oyunun gerilim yönündeki tesirine hizmetli. Hareket düzenindeki birbirini takip etme mantığı, 'fedai' arayışının kanıtı. Bir süre sonra 'aynı gemide olma' durumunun tek bank üzerinde toplanması oyunun hem görsel hem de içerik açısından olumlu yanları. Bana göre dramaturg Hatice Yurtduru'nun işini iyi yaptığı tek oyun. 

Gamze Kuş'un dekor tasarımı takdire şayan. 'Tükenmek' üzere olan üç kişiye, harap haldeki üç ayrı bank tahsisi pek güzel. Banklardan birinin çökmüş vaziyeti, kişilerden birinin 'emekli' olması ile ilintili. Saatin doğruyu göstermemesi 'vakitsizliğin' bir sembolü. Olayın bir tren garının bahçesinde geçmesi, -ki burada büyük pay elbette yazarın- 'tren kaçıyor' cümlesini aklıma getirdiğini söylerken, yaratılan konseptin de başarısını göz ardı edemeyeceğim. Tebrikler! Ayşen Aktengiz Bayraşlı'nın kostüm tasarımları, mesleki ve maddi açıdan oyunun amacı ile karakterlerin ruh hallerine, renk-ton seçiminin de yardımıyla çok uygun. 'Konuşan' kostümler! Kadın'ın kırmızı paltosu bana Schindler'in Listesi'ndeki küçük kızı anımsattı. Filmi düşündüğümde amacın da aynı olduğunu sezdim. Gezi'deki 'kırmızılı kadın' da bir nevi 'kurtarıcıyı/kahramanı' simgeliyor idi.  

Işık tasarımı Özcan Çelik imzalı. Kadın'ın sahneye girişi için tercih edilen karanlık, bir sırrın gelişinin habercisi. Gece atmosferinin, oyun dekorunun da desteği ile oluşturulması doğallığın bir temsili. Ömer Göktay'ın müzikleri, oyunun kimi zaman mizahi kimi zaman gerilimli yapısını haykıran ezgilerle dolu. Metin Taşkıran, efektleriyle oyunun yıldızlarından biri... 

Orhan Hızlı (İş adamı), kendinden emin tavırlarıyla, karşısındakilerin ezik, iktidara ise en yakın olduğunu seyirciye geçirmede muazzam. Selçuk Soğukçay (Profesör), diğer iki arkadaşına göre siyasi işlerle pek ilgilenmediğini, daha çok bir üniversite içerisine sıkışan hoca profilini çizmede usta. Ali Karagöz (Bürokrat), emekliliğinin vermiş olduğu dinginliği, kendini geri çekişleriyle anlamlı kılan bir üstat. Ve Yeşim Koçak! (Kadın) Yer yer üstünlüğü ele geçirip, yer yer yenilmişliği betimlemede ve ses tonunu kullanmada harika. Onu sahnede izlemek benim için büyük keyif. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...    

Vakti Geldi İYİ TİYATRO...   



Notlar;
Oyun 1 saat 15 dakika / Tek perdedir.
Fotoğraf bana aittir.

Kaynak
Oyun metni (Vakti Geldi)
Vikipedi (yazar)




Ege KÜÇÜKKİPER


18 Haziran 2015 Perşembe

Yakınlaştıran Bir Oyun: 'Uzak Adalar' (Ölü Aktörler)



David Greig'in 2002 yılında yazdığı 'Uzak Adalar', Ölü Aktörler prodüksiyonu olarak ülkemizde ilk kez sahneleniyor. 1969 doğumlu David Greig, hem yazarlık hem de rejisörlük vasıflarına sahip. Suspect Cultur Theatre Company'de 1990-2004 yılları arası, şirketin kurucuları ile ortaklaşa oyunlar yazan (İncluding Timeless (1997), Mainstream (1999), Candide 2000 (2000), Casanova (2001), Lament (2002), 8000m (2004),  oyunları Royal Shakespeare Company, Royal National Theatre, Royal Court Theatre ve Edinburgh Festivali'nde sahnelenen, adaptasyonları ve çevirileri ile ünlü (Dr Korczak's Example (2004) Danny 306 + Me 4 Ever (1999) Tintin in Tibet (2005) Charlie and the Chocolate Factory (2013) The Strange Undoing of Prudencia Hart (2011) Camus's Caligula (2003), Strindbeg's Creditors (2008), ve 50 oyunun üreticisi, 'bilinen' bir yazar. Diğer oyunları ise, Stalinland (1992)  Europe (1995), The Architect (1996), Damascus (2007), Midsummer (2008), The Cosmonaut's Last Message To The Woman He Once Loved In The Former Soviet Union (1999), Pyrenees (2005), Victoria (2000), 
The American Pilot (2005), Dunsinane (2010), The Speculator (1999).  Yazara bu kadar geniş yer ayırmamım sebebi, ülkemizde 'bilinmediğini' tahmin ettiğim ve hakkında bilgi sahibi olunmasını istediğim içindir.  


İki genç kuş bilimcinin, hükümet adına araştırma yapmak için İskoçya'nın batısında bulunan ve geçmişte yalnızca paganların yaşadığı uzak bir adaya gelmelerini konu edinen eser, araştırmanın gerçek nedeninin açığa çıkmasıyla, karakterlerin duygusal ve ilkel yönleri üzerinde biçimleniyor. Metin, yapısı itibariyle metaforlarla dolu. Bu metaforları açabildiğim kadar açmaya çalışacağım. O halde başlayalım...


Çatalkuyruk

Çatalkuyruklar, metindeki kuş bilimcilerin (Robert ve John) peşinde olduğu canlılar. Çatalkuyrukların en önemli özellikleri, kuyruklarını bir direksiyon gibi yön bulmada kullanmaları. En sevdikleri şey, çoğu kuşun kaçtığı fırtınanın içine atılmak. Bize bilgi veren tarafları da, fırtınanın habercisi olmaları. Bu durumu yukarıdan uçtuklarında havanın hafif, aşağıdan uçtuklarında ise büyük bir fırtınanın kopacağına dair işaret olarak algılamak da mümkün. Bu algılamayı metnin geneline ve karakterlerin yapısal niteliklerine koşutladığımda, her karakterin kendine göre bir yön aradığını, Robert ve Ellen'ın fırtınanın içine dalmaktan korkmadıklarını ve en önemlisi metindeki ipuçları sayesinde bir fırtınanın kopacağının aşikar olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Şüphesiz bu söylemim çatalkuyrukların (kişilerin) aşağıdan uçmaları ile ilintili. Çatalkuyrukların oyundaki metaforik kullanımı, kişiler bazında. Ada sahibinin yeğeni Ellen, amcasının gidişinin ardından yuvada/adada kalan tek yavru. İki kuş bilimci ise, adadaki son yavruyu gözlemlemekle/gözetlemekle görevli. Metnin ilerleyen kısımları, karakterlerin ruhsal kimlikleri ile ilgili. Gözlemin ve gözetlemenin kendini var ettiği yer bundan sonrası. Karakterler bir çatalkuyruk gözlemlerken, aslında birbirini gözlemliyorlar. (sanki) Bu gözleme, ilkel dürtüler ve cinsellik ile birleşince gözetleme boyutuna ulaşıyor. Gözlemci olan iki kuş bilimciye, Ellen da dahil olarak üçlü bir gözetleme kombinasyonu oluşturuyor. Bir süre sonra kimin hangi görevi üstlendiğinin bir önemi kalmıyor. Uzakta olan daha çekici gelmeye başlarken, tüm kutuplar birbirine yaklaşıyor. Daha derine inecek olursak, gözetleyeni, yavruyu elde etme arzusunun göstergesi olarak bir nevi 'martı' şeklinde tanımlayabiliriz. Çatalkuyruk ile martı arasındaki bu savaş metnin metaforik düzeyde yarattığı bir kargaşa. Bu kargaşanın içindeki esas savaş ise, insanlık üzerinde bitmek tükenmek bilmeyen bir çıkar ilişkisine dayalı. Öyleyse ilişkiye daha yakından bakalım...     


Kumarbazlar - Kurtarıcılar

Metindeki ana savaş kumarbazlar ile kurtarıcıların istemleri ile doğru orantılı. Ada sahibi Kirk'ün tek düşündüğü, devletten alacağı tazminat. Onun için adasında meydana gelecek olan savaşın, telef olacak  kuşların (insanların) ve koyunların (toplumun) bir önemi yok. Kumarbaz sıfatını hak eden biri. Kuş bilimcilerden John, kurtarıcı tarafındaki isim. Kirk'ü kurtarmasının nasıl bir sonuca yol açacağının farkında değil. Diğer kuş bilimci Robert ise, Kirk'ü geri dönüşü olmayan bir yola sokarken kurtarıcı, lakin kendi ve diğerleri için tasarladıklarından dolayı kumarbaz olarak çift yönlü bir oyun kişisi. Biraz daha genel çerçeveden bakacak olursak, savaş için teftişe gönderen devleti kumarbaz, teftişe gönderilenleri de kurtarıcı olarak adlandırabiliriz. Ayrıca, üstüne kumar oynananlar ile kurtarılmak istenenlerin aynı olduğunu söyleyebilir, yazarın izinden gidip, özelden genele doğru bir liste hazırlayarak, 'ada' (yaşam), 'insan'  ve 'toplum' (değer yargıları) temalarının ele alındığını açıklayabiliriz. Bu açıklamayı, geçenlerde okuduğum bir yazı ile örneklendirmek niyetindeyim. Şöyle diyordu yazan: "Erkek çocuk olarak yedi yaşından itibaren sapanla yüzlerce kuşu katlettim. Burada benim suçum yok, beni öyle yönlendirdiler. Kırlangıcın ölüm sahnesi,o an bana doğal bir ölüm gibi geldi ve ben kuşların ölümüne çok tanık olduğum için belki de oğlumun da buna alışması gerektiğini düşünmüş olabilirim."  Temel alacağımız nokta 'yönlendirme'. David Greig'in metninde her karakterin birbirini yönlendirmeye çabaladığını ve bazı konularda bu çabaların netice verdiğini gördüm. Fakat neticeler olumlu bir şeyi desteklemekten son derece uzaktı. İki tür yönlendirme hissettim. Birey - birey ve devlet - birey. Bu iki tür yukarıda yazdıklarım ile bağdaşır türden. Yazar, metninin birkaç yerinde yapılmak istenenlerin 'doğal' olup olmadığına cevap arıyor ve bunun için doğayı aracı kılıyor. Galiba eseri sevmemdeki en büyük etken bu idi. O zaman doğadaki bilim ve din yasalarına göz atalım...


Bilim - Din ve Yorum

Greig'in tartıştığı bir diğer mesele, karakterlerin diyaloglar bazındaki söylemlerinin bilimsel bir gerçeği mi yoksa bir yorumu mu yansıttığı konusunda. İki kuş bilimciden biri bilimi diğeri ise yorumu merkezine alarak, yaşam, avlanma, avlama, sevmek, içgüdü, haz ve bir fotoğraf karesi tadında olan 'an' hakkındaki fikirlerini zikrediyor. Her bir an fotoğraflanıyor ve bir oturum formunda tartışmaya açılıyor. Ben, bilimsel bir gerçekten ziyade yoruma dayalı bir sunum olduğu kanısındayım. Tahminim, metnin altında çok derin bir dinsel (pagan) anlatımın yattığı yönünde. Oyun mekanı eski bir pagan kilisesi ve bu kiliseyi kendine mesken edinmiş çatalkuyrukların uğrak yeri. Oyun kişileri de çatalkuyrukların çeşitlemeleri. Pagan hem bir din hem de bir ada adı. Pagan adası Büyük Okyanusa bağlı volkanik bir ada. Her an patlamaya hazır. Tıpkı metnin barındırdığı şiddet gibi. Pagan adasının çoğu yerleşim yeri tahrip edilmiş. Tahribin nedeni volkanik patlamalar. Savaş da bir nebze olsun volkanik patlama değil mi? Paganizm ise bir inanç türü. Bu inanç türü 'doğa' dinleri ile alakalı. Metinde bu alakayı sezmek epey kolay. Anladığım kadarıyla diğer kültürler tarafından müdahaleye maruz kalmış pagan halkı ile Greig'in ince ince işlediği savaş kavramı birbirine paralel. Adaya yapılacak olan müdahale, metnin alt katmanına yayılan 'tükenmiş pagan dini'ne bir atıf. Elbette bu benim 'yorumum'...


Çeviri ile İlgili Sorularım

Not: Metnin orijinalinde argo tabirlerin olup olmadığını bilmiyorum. Fakat olduğunu tahmin ediyorum. 

*Bu kadar küfür neden? 
*Olmasa, oyun ne kaybeder? 
*Olduğu takdirde ne kazanır? 
*Bu üslup, güncel olana daha fazla yakınlaşmak için tercih edilmiş bir yol mudur?
*Bu küfürler karakterin içsel zenginliğine ne katmaktadır?


Tamer Can Erkan'ın Rejisi

Tamer Can Erkan'ın rejisi tahminimden daha sade idi. Metin, denizin derinliklerine dalan ve ihtiyacı olan şeyleri bulup çıkaran bir yapıt. Rejinin sade olması çoğu şeyin daha iyi anlamlandırılması adına olumlu bir seçim. Metaforik oyunlara metaforik rejileri yakıştırmıyorum. Beni rahatsız eden nokta, bu sadeliğin kimi zaman basitlik düzeyine inmesi. Oyunun bazı yerlerinde ufak reji dokunuşlarının sıradanlığı kurtarmasını diledim. Bu dileğim hala geçerli. Uzak adalar dramaturg gerektiren bir oyun. Alternatif bir tiyatro için zor. Biliyorum lakin kabullenemiyorum. Oyuna yakınlaşıp, oyundan memnun ayrıldım...

İlayda Çeşmecioğlu'na, dekor içine, oranın pagan kilisesi olduğuna dair birkaç aksesuar istediğimi belirtmekle başlayayım. Bu haliyle sadece bir 'yer'. Nesnelerin tahtadan meydana gelmesi, ada konsepti için ideal. Kostümler, renkleri açısından uyumlu. (Tasarımcı yok) Ellen'ın iki farklı kostümü olabilirdi. Işık oyunun en iyisi. Alaz Köymen'in karanlık dakikaları ve flash patlama sahnelerinde uyguladığı tekniğin, oyuna hizmeti büyük. Ses ve müzik tasarımına imza atan Orhan Enes Kuzu ise metne fazlasıyla hakim ve amaç gözetiyor. 


Oyunculuklar

Doğan Kecin (Kirk), 'gerçekçi' tavırlarıyla, David Greig'i iyi anlamış. Yezdan Kayacan (John) iyimserliğin vermiş olduğu naiflikle izleyiciye keyifli dakikalar yaşatabilmiş. Barış Yalçınsoy (Robert) heyecanlı ve ne istediğini bilen tavırlarıyla güzel bir profil çizebilmiş, Cansu Özkan (Ellen) ruh durumundaki değişikliklere çok çalışmış. Eren Yağcıoğlu (Kaptan) gemiye en son binip, gemiyi en son terk etmiş. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını temenni ederim...

Ölü Aktörler'i takip edeceğim...

Not: Oyun 1 saat 30 dakika / Tek perdedir.

Kaynak
Oyun metni (Uzak Adalar)
Vikipedia (Yazar, paganizm)


Ege KÜÇÜKKİPER

16 Haziran 2015 Salı

Adından Uzak Bir Oyun: 'Muhteşem Gatsby' (İstanbul DT)



Scott Fitzgerald'ın 1925 yılında yazdığı, defalarca beyazperdeye uyarlanan eseri Muhteşem Gatsby, Simon Levy oyunlaştırması ve Faik Ertener rejisi ile İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda sahnelendi. Açıkçası bu yazıyı kaleme almak hiç içimden gelmedi. Fakat bahsi geçen eser hakkında çıkmış eleştirileri okuyunca, 'aynı yerden bakma' durumu ile karşı karşıya kaldığımı anladım. Bu nedenle, yazmayı kendime bir görev saydım. Aslında yazımın geneli az önce söz ettiğim 'bakış' ile ilintili. Buna az sonra değineceğim...

Muhteşem Gatsby, bir yandan ihtişamlı partileri, eğlenceyi, dansı ve aşkı anlatırken diğer yandan da 1920'lerin ekonomik sıkıntısı ile savaş bunalımını fonuna yerleştirerek, 'Amerikan Rüyası' eleştirisi sunan bir yapıt. Bu paragrafın son kısmını yazmamayı çok düşündüm. Beni bu düşünceye iten sebep, paragrafın bütününü sahne üzerinde görememem idi. Bu durumun rejisör Faik Ertener'den kaynaklandığı kanaatindeyim. O halde az önce sözünü ettiğim 'bakış'ı irdeleyelim...


Bakış


Burhan Yılmaz'ın dekoruna ayrıntılı bir biçimde değinmeden önce, sahnenin sağ üst kısmında bulunan, 'yukarıdan bakan bir çift gözlüklü göz' tablosuna değinmem gerek. Bu gözler, oyunun anlatıcısı Nick'e ait. Nick hem olayların içinde hem dışında. Yani bir taraftan yaşarken, diğer taraftan akratıyor. Bir nevi 'kahraman anlatıcının bakışı' egemen. Tasarım bu açıdan iyi. Lakin benim üzerimde duracağım nokta özelde rejisörün, genelde ise tiyatronun bakış açısı. Bu cümlenin açılması gerektiği kanısındayım...

Biraz evvel, metnin barındırdığı bazı temaları, oyunda görememekten dem vurmuştum. Eğlence, aşk ve ihtişam ana planda mevcuttu fakat savaş, kriz ve 'rüya' fonda kendine yer edinememişti. Bu durum bana bakış farklılığını göstererek, oyuna içeriden ve/ya dışarıdan bakmanın kapılarını aralattı. Nick bu bakışı çok güzel sağlamış fakat Faik Ertener için aynı şeyi söylemem mümkün değil. Bana göre rejisörün iki gözü de olaylara dışarıdan bakarak, içerinin zenginliğini ve alt katmanlarını avucunun içine alamamış. Eksikliğin bu sebebe dayalı olduğunu hissediyorum. 

Dışarıdan bakmak, olayların gidişatına bir 'öneri' olarak yol çizebilir lakin kararı verecek olan içeridekidir. Rejisör, önerisini vererek, karşısındakinin ne yapacağını beklemekle bence hata etmiş. İçerideki, aşkı merkeze alarak, kendi bakışıyla bir 'rüya' yaratmış. Dışarıdaki ise bu rüyayı kendi bakışıyla yorumlamakla kalmış. Yorumu, içeridekinin ona izin verdiği ölçüde geçerli. Eğer içerideki, bazı noktaları atlıyor, mühim olan şeyleri gün yüzüne çıkarmak istemiyorsa? Bu durumda rejisör 'dıştan' bir göz olarak ne yapabilir? İçerideki ona çoktan kapısını kapatmıştır. Anahtarı da kendi cebinde (gözünde) dir.  

İçeriden bakmak, kimi zaman olayların gidişatını görememeye neden olur. Durumu yaşayan sizsinizdir ve bazen dışarıdan bir gözün yardımına ihtiyaç duyarsınız. Lakin bu yardımı almıyor ve 'kendi gözünüzle' ilerlemek istiyorsanız, iyisi ve kötüsüyle sonuçların doğumuna zemin hazırlamış olursunuz. Tıpkı Gatsby gibi. Gatsby 'içeriden bakma' örneğinin tipik bir sembolü. Nick ise içeriyi ve dışarıyı dengeleyen bir 'harmancı'. Önünü görebilmesi bu yüzden. Işığını gerektiği yerde yakması ve hayatta kalması 'normal' olanın bir simgesi.   

Bu iki bakış farklılığını açıkladıktan sonra Faik Ertener'in rejisini, bir harmancıdan son derece uzak, Gatsby'nin içeriden bakma durumunu kendine göre 'dışarıya' çevirerek, birtakım olaylara izin veren, 'tek yön'e mahkum, ileriyi seçemeyen, Nick'in gözlüklerine ihtiyaç duyan bir model olarak özetleyebilirim. Tiyatronun genel vaziyeti de bundan farksız değil. İçerideki, dışarıyı, dışarıdaki içeriyi bir türlü algılayamıyor. Yukarıdaki tablo herkese lazım. Bunu unutmamakta fayda var... 


Dekor - Kostüm - Işık - Müzik

Burhan Yılmaz'ın dekor tasarımı 1920'lerin yapısına uygun ve dozunda bir ihtişam ile bezeli. Lakin dekor sayısı çok fazla. Dekor değişimini yapan kişi, adeta oyunun 'başrolü'. Rejisör, bir dakikalık sahne için yapılan dekor değişimlerine bir çözüm bulabilirdi. Ah içerideki! Rahat bırakmamış ki, ille de değişsin istemiş. Şirin Dağtekin Yenen'in kostüm tasarımları, dönemin atmosferini yansıtmakla birlikte, sınıfsal ayrımı gruplandıran türde. Önder Arık ışık tasarımında fena değil.  Keşke anlatıcının (Nick) sahnelerinde 'meşhur sahne ışığı'nı tercih etmeyerek, tabloya özel bir ayarlama yapsa imiş. 

Muhteşem Gatsby'nin geçtiği dönem 'caz devri' olarak adlandırılıyor. Bu etkinin bir kısmını Melikcan Zaman'ın müzik direktörlüğünde yakalayabildim ama oyun boyunca susmayan, oyuncuların seslerinin duyumuna engel teşkil eden, 'sürekli müziğin' fondaki hizmetini anlamlı bulmadım. Bu bir doğallık değil.  Koreografi (Hamit Erentürk) elinden geleni yapmış. 


Oyunculuklar

Tansel Öngel (Nick) çok başarılı. Benim için oyunu izlenir kılan tek isim. Şebnem Dokurel Topçuoğlu (Daisy) ve Kerem Arslanoğlu (Gatsby), oyunu iyiye ulaştırma çabalarında, vefakar, cefakar ve istekli. Davet sahnesi 'kuru' kalabalık. Kapı açıcılar (sonradan otomatik açılıyor) işlevsiz. Bana da bir rol var mı? Demet İyigün'ü Devlet Tiyatrosu'nun birçok prodüksiyonda izlemiştim fakat bu oyunda aklımda yer etmedi. Üzgünüm...  Kadronun devamı: Erdinç Gülener, Ebru Unurtan, Orhan Kurtuldu, Elif Nutku, Cengiz Çevik, Emin Maltepe, Muzaffer Demirel, Alper Günay, Onur Serimer, Nihal Usanmaz, Görkem Koyuncu, Engin Ünal, Müge Ünal, Selvin Konuk, Barış Tuğsan Gür, Özge Oktar, Tuğba Begde, Mine Serimer, Aybüke Eryiğit, Sevda Sezek, Dicle Doğan, Meral Aslan, Özge Asyalıoğlu, Akın Gül, Fatih Bektaş, Alper Çelikkol, Meriç Atmaca, Nurhan Uslu, Erkan Horzum, Murat Usta, Balahan Gürel. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...

Böyle bir oyun Devlet Tiyatrosu'na iyilik değildir...


Bu da benim BAKIŞIM...


Notlar:
Oyun 2 saat 10 dakika / 2 perdedir.
Fotoğraflar bana aittir. 



Ege KÜÇÜKKİPER


14 Haziran 2015 Pazar

Barışçıl Bir Oyun: 'Diktat' (Diyarbakır DT)


"Sanat yok oldukça vahşet yükseliyor." Böyle demiş Işıl Kasapoğlu bir röportajında. Diktat'ı seyrederken aklımda bu cümle vardı. Kasapoğlu'nun, niçin bu oyunu seçtiği ve oyunu neden Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda sahnelediği gibi soruların cevapları yavaş yavaş belirmişti kafamın içinde. Yani 'daha önce yazılmıştı, her şey önceden belli idi.' Belli olanın cazibesine kapıldım. Benim hatam idi. Enzo Cormann'ın 1995 yılında yazdığı Diktat'ı hem Diyarbakır Devlet Tiyatrosu hakkında bir fikir edinebilmek hem de yıllardır takip ettiğim Işıl Kasapoğlu'nun bir rejisini daha seyredebilmek için tercih ettim. Rejisör aynı oyunu 2004-05 sezonunda 'Semaver Kumpanya' için sahnelemiş. Konuştuklarım hafızalarından silemediklerini söylüyor. Ben, tersi bir uygulamadayım. Oyunun yazarı Cormann 62 yaşında ve 28 tiyatro eserinin sahibi. Kendisi ile yeni tanıştım. Bana misafirperver yanını pek göstermedi. Hep o konuştu, beni susturdu. Üstelik anlattıkları bildiğim konular üzerine idi. İkram ettiği şeyler de bayattı. Tekrar davet etti. Meşgul olduğumu, ayrıca birbirimize çok uzak oturduğumuzu söyleyerek evinden ayrıldım. Kapı numarası yoktu. Kafam karıştı!

Diktat, iç savaş sonrası ayrı saflarda yer almış iki kardeşin (anne bir, baba ayrı) 25 yıl sonra gelen hesaplaşmalarını konu ediniyor. Elbette bu kısa bir aktarım. İki kardeşten küçük olanının yıllardır ölü bilinmesi, psikiyatr olan ağabeyin ise politikaya atılıp, sağlık bakanlığına aday gösterilmesi, bir yandan metnin dilini hazırlarken, diğer yandan bu kimliklerin getirilerine/götürülerine uygun bir ortam sunmuş. Böylece aktarım açılmış ve genişlemiş. Metindeki politik söylemler, politikacıların hazırcevaplılığına uygun düşerken, yaşananlar işin psikolojik yönünü açığa çıkarmış. Cormann'ın metni psikolojik bir metin değil lakin kişinin bünyesinde, zihninde ve duygularında oluşan tahribatın izlerini bu yolla görmeyi mümkün kılan bir yapıt.     

Yazar, iki kardeşin, iki ayrı safını, gerçekte var olmayan, hayali adlandırmalarla ayırmış ve bir tarafa 'trak', diğer tarafa da 'trip' diyerek, ütopik bir kurgu yaratmış. Oyunu birlikte seyrettiğim arkadaşım bu durumu Brecht'in 'Yuvarlak Kafalılar ve Sivri Kafalılar' isimli oyunundaki biçime benzetti. 'Gruplandırma' yönünden bakıldığında doğru. Farklılık, gruplandırmayı yapan kişilerde. Brecht'in metninde, iktidar bir kutuplaşma yaratmak için bu yolu seçer. Cormann'ın metninde ise, kutuplaşmayı yaratan iktidar değil, grupların üyeleridir. Bir nevi kardeşi kardeş ayırmıştır. Şüphesiz ki onları bu yola sevk eden iktidarın eylemleridir. Lakin bu dolaylı yoldan gerçekleşmiştir. Belirtmem gereken diğer bir önemli husus da koyulan grup adlarının belirli bir gerçeği yansıtmamasından ötürü, her milleti betimlemesi üzerine. Bu durum kimi oyunlarda karakter isimlerinde kimi oyunlarda da, oyunun içeriğine katkı yaparak kendini belli eder. Diktat, ikinci seçeneği masaya yatırıyor. 

Diktat bir 'bekleyiş'in oyunu. Bekleyen(ler) ortada fakat beklenilen(ler)den hiçbir işaret yok. İki oyun kişisi sanki Vladimir ve Estragon. Metin Godot'nun kim olduğunu tartışırken, beklemenin de boşa bir umut olduğunun bilincinde. Peki bu tartışma niye? Bence Cormann'ın kafa karışıklığı bu yüzden. Umut kavramından uzakta. Fazla gürültülü ama aslında çok sessiz. Esasen o da bir savaşta. Bazen de 'hakemlik' görevini üstlenmekte. Oyun boyunca çıkardığı sarı kartların yerini finalde kırmızı kart almakta. Bu kırmızılık diskalifiyenin haricinde aynı zamanda kanı temsil etmekte. Temsil etmek kolay, mühim olan temsil edilmek.  

Eserin bir de 'sanat' boyutu mevcut. Cormann, metnin içerisine yedirmeye çalıştığı hikayesi ile savaşın sadece iki kardeşi veya bir grup insanı değil, sanatı ve sanatçıyı da 'yaktığını' vurgulamış. Bu vurgulamayı yaparken A'dan Z'ye kadar sığdırabildiği tüm önemli yazarların adlarını ve eserlerini zikretmiş. Metne bir nevi 'ağıt' niteliği taşıtmış. Ağıt, ölüm sonrası olur. Ölmesini bekledim. Bir ara nefes almaya gayret etti fakat ona suni teneffüs yapan ya da şok uygulayan olmadı. Bir süre sonra öldü. Biraz bekledim ve artık bir ağıt yakmak için zamanıdır diyerek bu yazıyı yazdım. Şimdi teknik unsurlara değinelim...                       



Teknik Bölüm

Kasapoğlu'nun bütün rejilerini beğenen biri olarak hayal kırıklığımı dile getirmek zorundayım. Benim için oyunun en çekici yönü kayıptı. Yaratıcı bir reji dokunuşu göremedim. Oyunculara bu kadar serbest bir alan ve hak tanınmasını anlamlandıramadım. Bana göre bu oyun bir 'oyuncu oyunu' değil. Küçük kardeşin (Val) ağlamalarıyla melodrama çevrilecek bir yapıda olmadığı da kesin. Metnin 'diyaloglara dayalı' yapısı ve alt katmanları, su üstüne çıkabilecek türde. Lakin bu haliyle gölün en dibinde. Deniz yerine göl dememin sebebi, metnin kendine bir sınır çizmesi. Rejinin sınırı bu çizgiye çok uyumlu. Açık denizler onu kucaklayabilir. Sığ kısımlar da çöp olur. İnsanlar denize çöp attıklarında, onları uyaranlara "deniz alır, götürür" şeklinde klişe bir cevap verirler. Bazen götürmez. Biriktirir! 

Not: Final sahnesi gözden geçirilmeli. Üçüncü kişinin seyircilerin içinden gelmesini 'suç biraz da sende' olarak yorumladım. Fakat yaptığım (!) eylemi hiç beğenmedim. Hamlet (İDT) prodüksiyonunda da beni 'Rosencrantz' ve 'Guildenstern' yapmıştınız!

Hakan Dündar'ın dekor tasarımı adeta bir 'sanat tahribatı'nı andıran türde. Yıllardır kullanılmayan, yıkık-dökük bir tiyatro salonu konsepti, hem metin hem de savaş olguları açısından olumlu. Kostüm tasarımı da Hakan Dündar'a ait. 2004 versiyonunda Funda Çebi imzalı kostümde küçük kardeşin 't-shirt'ü kırmızı bir Lacoste imiş. Ne tesadüf! Kostüm, renk ve tarz itibariyle bir amaca hizmet etmemiş. İzzettin Biçer'in ışık tasarımı metnin karanlık atmosferine destek sağlamış. Sis ile birleşince bu desteğini yitirmiş. Canlı müzik kullanımı, 'müzik ruhun gıdasıdır' mantığını devreye sokarak, çoğu sıkıcı anı kurtarmış. 'İyileştirici' gücü simgelemiş. (Müzik: Fatih Çiçekli)


Oyunculuklar

Mümtaz Aydoğan Mengi ve Fatih Yurdakul'un birbirine çok yakınlaştığını, çoğu yerde vurgulamalarının yanlış olduğunu, yine çoğu yerde bağırış-çağırışlarının gereksiz olduğu kanaatindeyim. Fatih Yurdakul'dan ezilmişliğin ve ruhi tahribatın izdüşümlerini hissedemedim. Mümtaz Aydoğan Mengi ise beni bir psikiyatr olduğuna inandıramadı. Her şeye rağmen bir ağabey olduğunu az da olsa geçirebildi. Hızlı diyalogların işi olumsuz yönde etkilediği ayan beyan görüldü. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. 

Diktat... DİKKAT!


Notlar:
Oyun 1 saat 15 dakika / Tek perdedir.
Fotoğraf bana aittir.


Ege KÜÇÜKKİPER


11 Haziran 2015 Perşembe

Bir Dönem ŞOVU: 'İstibdat Kumpanyası' (Tiyatro İstanbul)



Uğur Saatçi'nin 2008 yılında '3. Mitos Boyut Oyun Yazma Yarışması'nda dereceye giren oyunu 'İstibdat Kumpanyası', 2009-10 sezonunda Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenmesinin ardından, bu sezon Tiyatro İstanbul prodüksiyonu olarak izleyicisiyle buluştu. Her iki yapımın da rejisörü Barış Erdenk. Aynı oyunu defalarca sahnelemek onun işi. Barış Erdenk imzalı üç oyun izledim. Üçünü de beğenmedim. İstibdat Kumpanyası bunlardan biri. Oyun aynı zamanda beni bir başka Erdenk rejisi ile karşı karşıya getirmeme özelliğini de taşıyor. Uğur Saatçi'nin 'Yeşilçam' adlı oyununu Ankara Devlet Tiyatrosu bu yıl Barış Erdenk rejisi ile sahneledi. Tahminim Saatçi-Erdenk ortaklığının süreceği yönünde. Belli ki yazar, rejisörden memnun. Memnuniyetinin artmasını dilerim...       


Saatçi'nin Kumpanyası

Uğur Saatçi 1986 doğumlu genç bir yazar. Dokuz Eylül Üniversitesi, 'Dramatik Yazarlık Bölümü'nden mezun. Yukarıda bahsettiğim iki eserinin haricinde yine Trabzon Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenmiş olan 'Bu da Geçer Ya Hu' isimli oyunu mevcut. 'Diğerleri Uyurken' ve 'Demokrasi Çıkmazı' adlı kısa eserleriyle 'Suat Taşer Sahnelenmeye Değer Oyun Ödülü'nün de sahibi. Ankara'da iken Yeşilçam'a denk geldim fakat programımda yer vermedim. İstibdat Kumpanyası'nı ise bundan iki sene evvel Şehir Tiyatroları'nın 31 senedir düzenlediği 'Genç Günler' kapsamında bir üniversite topluluğundan izledim. ÇOK başarılı idi. O topluluktan biri şu an bir televizyon dizisinde başrol oynuyor. Gençleri seyretmekte yarar var...

İstibdat Kumpanyası, 1876 senesinde, II. Abdülhamid'in tahta çıktığı dönemde geçiyor. 'İstibdat'ın kelime anlamı 'baskı yönetimi'. II. Abdülhamid burnunun uzun olmasıyla bilinen ve bunun dile getirilmesinden hiç hoşlanmayan bir padişah. Edmond Rostand'ın kaleme aldığı klasikler arasına girmiş Cyrano de Bergerac da öyle. Saatçi, bu benzerlikten faydalanarak, Abdülhamit devrinde, bir tiyatro topluluğuna Cyrano de Bergerac'ı oynatarak, hem sansürcü zihniyeti eleştirmiş hem de ufak tefek nedenlerle (söz gelimi bir burunla) 'keyfi' yaptırımların, sanatçı üzerindeki denetimine parmak basmış. Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki Cyrano de Bergerac sadece bir oyun karakteri olmanın çok ötesinde, 1619-1655 yılları arasında yaşamış bir oyun yazarı.  

Saatçi'nin eserinde, o dönemde sarayda tiyatronun olduğu sonucunu çıkarmak da mümkün. Buradan hareketle, tiyatronun kurulum aşamalarına bir bakalım. İstibdat Kumpanyasının oyuncuları amatör, rejisörü ise yabancı. Yani 'kurulmuş' bir kumpanya. Her ne kadar oyunun ana teması 'sansür' olsa da, bence en önemli meselesi bu. Zaten oyun da bu mesele ile açılıyor. Bir nevi bize miras kalan şeylerin 'yabancı etkisi' ve 'sansür' olduğunu söylüyor. Tahminimce yazar esas söylemek istediğini, seyirciye tam anlamıyla aktarabilmek için, oyununu özelde birey, genelde toplum üzerindeki baskı ile sınırlamış. Eser, 'bizim' eserimiz. Toplumsal ve güncel. Lakin evrensel olduğunu kanaatinde değilim...

Uğur Saatçi, oyunu 'komedi' formunda sunmuş. Bu durum seyircinin her zaman komedi formu içerisine yedirilmiş mesajı daha net alması ve baskının, sansürün, keyfi yaptırımların uygulayıcısı olan kişinin komik durumda gözükmesi açısından son derece olumlu ve amacına uygun. Tüm bunlarla birlikte İstibdat Kumpanyası kısır, açılmaya kapalı, noktaları konmuş ve nereye kadar inip, çıkacağı belirlenmiş bir metin. Bu nedenden dolayı metnin bazı yerleri (prova aşamaları) fazla uzun. Kısacası 'yeni' bir metin değil. Çok önceden beri anlatılagelmiş bir hikayenin, kişi ve olaylar bazında değişimiyle tekrar ısıtılması durumu. Bu tarz eserlerde yeniliği yapacak olan kişi rejisör. O halde rejiye değinelim...          


Teknik Bölüm

Rejisörün metnin içeriğini anladığı kesin. Lakin uygulayış biçimi bana göre yanlış. Oyunu bir 'oyuncu oyunu'na indirgemesi affedilemez. İstibdat Kumpanyası rejisi benim için bir 'şov'dan ibaret. Önemli, oyuna hizmet eden ve özel bir dokunuştan yoksun. Barış Erdenk, oyun broşüründe şöyle demiş: "Oyunu sahneleme fikri ilk kez ortaya çıktığında hem benim açımdan hem de oyuncular açısından içine düşülecek ilk tehlike komikleşme olgusu idi. Oyun ancak iki şekilde bir iddia taşıyabilirdi. İlki basit ve akla ilk gelen şekliyle, cinsel imalardan beslenen komikleşme tehlikesinin giderilmesi, ikincisi ise bütün unsurlarıyla oyunun ana aksiyonuna hizmet eden birbirini besleyen, birbirinin enerjisinden beslenerek gerçek bir ruh kazanan oyuncular topluluğunun oluşmasıydı."  Bu vaziyete göre rejisör, ikinci kısmı esas almanın doğruluğuna inanmış. İnanmak başarmanın yarısıdır. Yarıda kalmış... 

Oyun, 'Trabzon versiyonu' ile aynı dekora ve aynı kostüme sahip. Çünkü dekor ve kostüm tasarımcıları da aynı kişiler. Aytuğ Dereli'nin dekoru, dönemi yansıtacak derme-çatma, (iki kalas bir heves) yapıya elverişli. Mediha Yavuz'un kostümleri, 'yabancılar'ın, oyuncuların ve Paşanın ayrımını gruplandıran türden. Diğer versiyonda karışlaştığımız müzik tasarımcısı Engin Bayrak'ın müzikleri, Orhan Enes Kuzu'nun düzenlemeleriyle harikulade bir boyutta. Oyunu izlenilir kılan yegane öğe. Sibel Erdenk koreografi konusunda tam bir usta. Şimdiye kadar beni yanıltmadı. Işık tasarımcısı yok. Tesirin yetersiz olmasının nedenlerinden biri. Bu oyun için gerekli olduğuna inanıyorum. 

Oyunculuklar   

Erşan Utku Ölmez oyunun en tecrübelisi. Trabzon versiyonunun gediklisi. Onur Buldu ve Aylin Kontente 'Güldür Güldür'ün fazla etkisinde. Sabri Özmener ve Uğur Bilgin dengeli oyunculuklarıyla durumu kotaranlardan. Serhat Barış, ince sesli ve ağırlığını koyamayan bir paşa. İlknur Güneş, Fransız aksanında seyircinin anlamasını kolaylaştırmaktan çok zorlaştıran bir nitelikte. Aynı ay içerisinde iki farklı oyunda izlediğim Levent Üzümcü ise burada bir hayal kırıklığı. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını temenni ederim.

Beğenmediğim oyunları yazmama gibi bir huyum yok. Bu oyun için bu uzunlukta (bana göre çok kısa) bir yazı kâfi. Uzun yazılarda görüşmek niyeti ile. Oyundan çıktığımda şöyle dedim: "Hepsi bu mu?" Sonra da kendi sorumu kendim cevapladım: "E daha ne olsun!"

Böyle bir oyun tiyatroya iyilik değildir...


Notlar
Oyun 2 saat 30 dakika / 2 perdedir.
Fotoğraf bana aittir.

Kaynak
Oyun metni (İstibdat Kumpanyası)
DT oyun broşürü.  



Ege KÜÇÜKKİPER


9 Haziran 2015 Salı

İnteraktif Bir Oyun: 'Kara Vanilya Ormanı' (Talimhane)



Philip Ridley'in 2013'de yazdığı 'Kara Vanilya Ormanı' Talimhane Tiyatrosu prodüksiyonu olarak, Lerzan Pamir rejisiyle sahneleniyor. Ridley ilk oyununu 1991'de yani 26 yaşında kaleme alarak, günümüze kadar 17 yetişkin ve 2 çocuk oyunu olmak üzere toplam 19 oyuna imza atmış bir yazar. Ridley'in, Kara Vanilya Ormanı adlı eserinin dışında 5 oyunu daha ülkemizde sahnelenmiş. Tiyatro Yan Etki 'Leaves of Glass', İkinci Kat 'The Pitchfork Disney', DOT 'Mercury Fur', Tiyatro 0.2 'The Fastest Clock in the Universe', ve Craft Tiyatro 'Vicent River' adlı yapımıyla, seyirciyi Ridley'e hazırlamış. Görüldüğü gibi yazarın sahnelenen tüm eserleri, 'alternatif tiyatro'larda izleyicisi ile buluşmuş. Bahsi geçen eserin metnini okuduktan sonra durumun böyle olduğuna şaşırmadım. Ödenekli kurumların da bu tarz oyunları sahnelerine taşıyacaklarını beklemiyorum.


Metinsel Özellikler

Kara Vanilya Ormanı, alışılagelmişin dışında bir oyun. Serim-düğüm-çözüm bölümlerinin öneminden çok, ayrıntılarla 'olay' yaratmaya çalışan bir metin. Eser, kendi içerisinde bir bütünlük taşımakla birlikte, hikayesel bir anlatım diline de sahip. Geçişler son derece hızlı. Metnin geneli, sonrasına dair ipuçlarıyla dolu ve karakterler arasındaki koşutluklar üzerine kurulu. Geçmiş ile o an, birbirini harmanlar nitelikte. Bu tanımlamalarım şüphesiz yazarın kurgusal dilinden kaynaklı. Oyun tek kişilik (Andrea) ve birçok metaforun kendine yer edindiği bir atmosferde.

Ridley, ana tema olarak 'sevgi'yi seçmiş. Bu seçim, yerini giderek sevgisizliğe ve bunun doğuracağı neticelere bırakmış. Aynı şeyi 'umut' için de söyleyebilirim. Umut ve umutsuzluk, kişinin yaşadıklarıyla 'doğal' bir görünüme dönüşmüş. Yazar, sevginin önemine atıfta bulunurken, dolaylı da olsa ebeveny ilişkilerine, bu ilişkilerin çocuklar üzerindeki etkisine, çağın gençliğine ve kadınsal sorunlara değinerek bir portre oluşturmuş. Ridley'in metninde bireyden topluma doğru yayılan bir iz bulmak mümkün fakat sonuca ulaşmak pek mümkün değil. Genel yapı karamsar ve çözüm üretmekten epey uzak. 

Ridley'in hikayesi, daha önce çok anlatılmış ve her yerde herkesin ağzından duyulabilecek bir hikaye. Hikayenin bu özelliği onun evrensel ve güncel tarafı. Metni okurken, oyun kişisinin "eğer bu hikayeyi daha önce duyduysanız..." repliğinden sonra heyecanımı kaybettim. Yazarın, bu durumu basit ve normal karşılanan bir yaşanmışlığa vurgu yapmak amacıyla bilinçli olarak tercih ettiğini düşünüyorum. Kara Vanilya Ormanı'nda, kadına yönelik vuku bulan her türlü hadisenin sürekli tekrarlanmasından, bazı hallerde ölümcül olmamasından ve cezasız kalmasından dolayı insanların 'hissizleşmeleri'ni görmek olası.   

Yazar, 'arkadaş seçimi'nin mühimliğine değinerek, bu seçimin tesirlerine de dikkat çekmiş. Ebeveyne, bir 'aile' kurma görevinin bilincinde olması gerektiğini hatırlatarak, iş ile özel yaşam arasındaki sınırın dengesini belirlemiş. Giderek 'korkan' bir kadın figürü meydana getirerek, kadını, başına gelecekleri hak ettiğine inandırmış. Elbette bunun sorumlusu olarak eğitimden, ahlaktan ve vicdandan yoksun erkekleri kaydetmiş. 'Güven' sorununa parmak basarak, her şeyden evvel bir bireyin ailesinden, eşinden ya da dostundan duyamadığı güveni bir 'yabancı'dan duyabileceğini örneklemiş. 'Tesadüf'lerden ilham alarak, başka bir tesadüfün doğumuna olanak tanımış. Bu doğrultuda Andrea ile annesinin aşk konusundaki benzerliklerinin metnin ana eksenindeki temel koşutluklardan birisi olduğu kanısındayım. (Bir süre sonra Andrea, annesi konumuna geçiyor gibi) 

Metaforik Anlatım

Orman, Tilki, Balıkçıl Kuşu ve Eşek Arısı oyunun metaforik yönünü ortaya çıkaran unsurlar. Eserin tümüne yayılan eşek arısı, kadının karşısındaki en büyük engel olan 'erkeği' simgeliyor. Ridley'in bu fikrine katılıyorum. Arı, kurbanını sokarken iğnesini kırar ve bir süre sonra yaşama veda eder. Yani av ya da avcı olduğu muallaktır. Fakat geride binlerce arı, beslenecek yeni bir çiçek, nefes alacak yeni bir orman aramak için mücadele etmek zorundadır. Bir nevi çiçek kadar narin olan kadının, bir iğne gibi sert olan erkeğinin karşısında gücü yoktur mantığı oyun boyunca varlığını korumuştur. Bu gücün oluşmamasını sağlayan da eşek arısıdır. 

Yazar, yarattığı karakterini defalarca eşek arılarıyla karşılaştırarak, hem kadın olmanın zorluklarının hem de kadının güç potansiyelinin altını çizmiş. Bu çizimi yaparken, metindeki diğer erkeklerden (babası ve iki sevgilisi) yararlanmış. Ridley, finalde yarattığı dördüncü erkek ile kadınının yıkılışına zemin hazırlarken, "kadını dışarıdan biri değil 'içeriden' biri yıkar" düşüncesini devreye sokarak, 'erkekliğin doğasını' tartışmaya açmış. Bence oyundaki en önemli mesaj bu. 

Balıkçıl Kuşu, 'özgürlüğü' sembolize etmesiyle, metnin en fresh metaforu. Yazarın tek umut serpintisi. Kadının tek dayanağı ve yegane amacı. Tilki, bu amacın gerçekleşmemesi için türlü kurnazlığı yapmaya hazır olan her şeyin bir tasviri. 'Kötü ruh'un bir yansıması. Orman ise, eşek arılarını ve tilkileri barındırmasıyla şüphesiz 'ölümün' bir başka adı. Ridley, metin boyunca babaanne karakterini kullanarak kadınını bilinçlendirmek için adımlar atmış. Tilkileri zehirlemesi için ona yol gösterirken, balıkçıl kuşunu elde etmenin kapılarını aralamış.   


Metin Bazında Önerilerim

Etkinliklerinizde çocuklarınıza da yer verin.
Çocuklarınızın fazla hayalperest olmasına izin vermeyin.
Cinsel deneyimlerinizi, çocuk evde yokken yaşayın.
Çocuklarınızı olur olmaz yerlerde terk etmeyin.
Çocuklarınıza 'görünmez' muamelesi yapmayın.
Çocuklarınıza güvende olduklarını hissettirin.
Çocuklarınızın tamamen size bağımlı olmalarına fırsat vermeyin.
Çocuğunuza ev içinde özel alanlar tanıyın, dağınık olmalarına müsade edin.
Çocuklarınızın gözlerinin içine bakın.


İnteraktif Bir Reji

Rejisör Lerzan Pamir, oyunu interaktif bir biçimle sahne üzerine taşımış. Metin bu uygulamaya çok müsait. Lakin fikri sevdiğimi söyleyemem. Kara Vanilya Ormanı biçime esir olmuş bir oyun. Bence Ridley'in hikayesi aynı zamanda bir yalnızlığın hikayesi. Seyirci, katılım sağlayarak bu yalnızlığı tedirgin etmemeli. Daha net anlaşılabilmesi için dekoru betimlemem gerekli...

Jemima Robinson bir 'cafe' konsepti yaratmış ve rejisör, oyunu izlemek için gelen seyircileri (müşterileri) cafenin (oyun alanının) içerisine dahil ederek, garsona (oyuncuya) servis yaptırmış. Oyuncunun bir şey 'sunduğu' kesin fakat hizmet yolu bence çok yanlış. Ben oyun alanının içerisinde dahil olmayarak, salonun normal koltuklarından birine kuruldum. Buradaki amacım hem dışarıdan içeriyi görmek, hem de dışarda olmama karşın, içeri girip giremeyeceğimi test etmekti. Test başarısızlıkla sonuçlandı. Bu sonuçta rejisörün, dekor tasarımcısının ve oyuncunun payı büyüktü. Dekor zemininin siyah-beyaz karelerden oluşmasını ve masa yerleşimini sevdim. Karakterin içinden çıkmaya çalıştığı fakat türlü yollarla hapsolduğu 'labirent' izlenimini vermeye çok yakındı.

Kemal Yiğitcan'ın ışık tasarımını çok beğendim. Özel anları yakalamakta üstüne yok. Karakterin değişken duygularına güç kattığı aşikâr. Dekor tasarımı ile (cafenin lambaları) içli dışlı bir ışık yansıtımı, doğallığa bir katkı. Orhan Enes Kuzu'nun müzikleri, oyunun 'kurtarıcısı' vaziyetinde. Zamanlaması ile beraber 'hal'e göre iniş-çıkışları pek hoş. Kostüm tasarımı yazmıyor. Son zamanlarda bu moda. Geçenlerde böyle bir oyuna daha rastladım. Şu kadarını belirtmem de yarar var ki, kostümler karakterin yaşına ve bağlı bulunduğu çağa uygun. Lakin renkleri onu anlatmıyor. 

Özge Erdem'i sahnede ilk kez izledim. Son açtığım başlığın ilk paragrafı, oyuncuyu için düşündüklerimin bir aynası. Tek kişilik bir oyuna soyunmak cesaret ister. Kendisini cesaretinden ötürü kutlarım. Emeği geçen herkesi selamlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. İnteraktif bir oyun yaparken, bunun seyirciyi nasıl rehavete sürükleyeceğini düşünmelerini (mesaj çekme, arkadaşı ile konuşma, salonu terk etme vb.) temenni ederim...



Notlar:
Oyun 1 saat 20 dakika / Tek perdedir.
Fotoğraf bana aittir.

Kaynak
Oyun Metni (Kara Vanilya Ormanı)
Vikipedia (Yazar)         




Ege KÜÇÜKKİPER