22 Kasım 2013 Cuma

Kurtuluşun Tek Tanığı: "Yolcu" (İBBŞT)




YOLCU

Nazım Hikmet’in 1965 yılında yazdığı, ilk kez (1967) Gen-Ar tiyatrosu tarafından, daha sonra sırasıyla, İBBŞT (1977), Diyarbakır DT (1998), Bursa DT (2002), Van DT (2004), İzmir DT’nda (2005) sahnelenen “Yolcu”, (Ayrıca 1994’de, beyazperdeye uyarlanmıştır.) 35 yıl aradan sonra tekrar İBBŞT’da seyirci karşısına çıkıyor. Aynı sezon içerisinde (2013-14) hem Nazım Hikmet’ten “Yolcu”yu, hem de Necip Fazıl’dan “Para”yı repertuarına katan ve bu sayede “içi” ve “dışı” memnun etme niyetinde olan Şehir Tiyatrolarına her ne kadar kızsam da, ölümünün 50. yıldönümünde Nazım Hikmet’in yolcusu olduğumuzu bir kere daha gösterebilme imkanını bizlere tanıdığı için teşekkürlerimi sunarım.

Oyuna ÖZEL olarak değinmeden önce, Nazım Hikmet’in oyun yazarlığına GENEL olarak değinmek isterim. Çünkü ciddi anlamda sıkıntıların var olduğunu ve Nazım Hikmet oyunlarının, şiirleri kadar iyi olmadığını düşünüyorum. Bir altyapı (temelsizlik) sorunu, karakter derinliği ve boyutu oluşturamama, sahneler arası geçiş ile diyaloglardaki kopukluklar gibi pek çok unsur bu duruma emsal teşlik edebilir. Bu sıkıntılar oyunun gidişatını olumsuz yönde etkilerken aynı zamanda mesajın gücünü de azaltabilir. Keza üzerinde durduğum oyun, bütün bunların birer yansımasıdır.

Metne daha yakından bakacak olursak; karakterler, devrilen telgraf direği yüzünden (hava şartları dolayısıyla) “dış dünya” ile bağlantıları kesilmiş, kendi aralarında ise çeşitli nedenlerden ötürü (kitap okumama, farklı şeylere değer verme, kültürel farklılık, yaşadığı coğrafya, değişen dünya vb.) “iç dünya”larını kaybetmiş kim(?)selerdir. Öyleki, bu kaybetmişlik, şüphe ve gerilime yol açarak, yeni engeller yaratmış. İstasyon şefi, kuşkucu yaklaşımı ve diken üstünde oturuşuyla bu yazılanları temsil ederken, Makasçı, İstasyon şefi’nin karısı ve Atlı, umursamaz tavırlarıyla, öyküye tezat bir yaklaşım da bulunmuş. Karakterlerin, “isimsiz” oluşları ise, içselliklerini kaybedişlerinin ve iletişimden yoksun oluşlarının betimlenmesinde vurgulayıcı araç olarak kendini belli etmiş. Ve bu araç, metnin işlevselliğine yeni bir anlam katmış.

“Vakit” teması, köstekli/duvar saati ile kendini yer yer hatırlatıp, ölümü düşündürürken, belirlediğin yolda, bir ideal uğruna ya da bir başkası için (vatan) ölmenin getireceği iyilikler, “insan”dan yola çıkılarak daha doğru ve iyi bir dünyanın yaratılabileceğine olanak sağlamış. Tersi olarak da insanların bu halde oluşlarının (duyarsız, savaşan, cahil) sorumlusu yine insana mal edilmiş. Bunun örneğini net bir biçimde şu cümlede görmemiz mümkün: “Biz, fena insanlar değildik. Fena olduk. Fena yaptılar…” Bahsettiğim çoğu şeyin ana hatları “dama” sahnesindeki soru-cevap tekniğiyle izleyiciye ulaştırılmış. (Kopuk kopuk) Bu sayede seyirci, düşünmeye ve bilincini yeniden yapılandırmaya sevk edilmiş. Zaten asıl amaçta bu değil midir?

Birden fazla mesajı olan oyun, ana temasını tam olarak oturtamamakla birlikte, yan temalarına da bu nüfuzu geçirmiş. Şiir, savaşı, güçlükleri, zorbalıkları durduracak en naif imge olarak nitelendirilirken, gazete kağıtlarının sobaya yakacak, masaya örtü olarak kullanımı ve kitap okumanın gülünç bir “uğraş” oluşu ince ince olmasa da işlenebilmiş. Atlı’nın gelişiyle, dış dünyadan haber alan bireyler (!) ülkelerinde olup bitenleri öğrendiklerinde hissettikleri ümitsizliği ve kederi sadece şaşkınlıklarına vererek, çaresizce otursalar da, dışardan gelen bir baskın, karakterlerin akıl ile bedenlerini hareketlendirerek, her birine birer kurtuluş yolu sunmuş. Bu kurtuluşun mimarı da Atlı yani YOLCU olarak gösterilmiş.

Yalnızlığın götürüleri ile kalabalığın getirilerinin karşılaştırıldığı oyun, bir “beklenti” içinde ele alınarak, iletişim kopukluğunun nedenlerini sorgulamış. Bakkal Mehmet, (sadece sesi var ama sürekli bahsi geçiyor.) dışarıdan gelen bir tehlike olarak arz edilirken, görülmeyen ve bilinmeyenin varlığı, olaya hakim olmuş. Ve bu hakimiyet bir bakıma korku bir bakıma da kurtuluş getirmiş. İnsanların, çıkarlarına göre “değişken”likleri, yolu tıkayan ve bataklığa sürüklenen bir basamak olarak karşımıza çıkmış.  

REJİ

Şüphesiz yukarıda yazılanların aktarılış biçimi rejiyi de (Yıldırım Fikret Urağ) ilgilendiriyor. Fakat metin ile birlikte ele almayı daha uygun bulduğum için bu bölümde başka şeylerden bahsedeceğim. Öncelikle kar yağdırımında kullanılan makine sesi çok rahatsız edici. Bir öneri olarak, makine yerine, sahne üstünde duran birinin, karı, poşet içerisinden yağdırması sesi önleyebilir. Öte yandan doğallığı yakalayan oyun, (yemek-kuru sıkı silah-vagon-saz-cam kırıkları-sigara-saat-duman vb.) sağ taraftan geçen “oyuncak” minyatür kara trenle, her şeyin hayal/sahte olduğunu bas bas bağırmış. Çok fazla “es” verilişi dikkatlerin dağılmasına neden olmuş. Ayrıca metinde yazıldığı gibi “perde” kullanılması etkiyi daha da arttırmış.

Broşür ile ilgili birkaç söz söylemeden geçemeyeceğim. 1977-78 sezonunda Savaş Dinçel rejisiyle sahnelenen aynı oyunu, broşüre basmak neden? “Benim yönetimimle, Savaş Dinçel’in yönetimi arasında bir kıyaslama yap ey seyirici!” demek için mi? Eskiyi hatırlatıp, yeniliğe bir ışık tutmamak için mi? Yoksa sahneleyiş özgünlüğünü bile bile yok etmek için mi? Elbette bunların hiçbiri değil. Lakin o şekilde anlaşıldığının altını çizmeliyim. Benzer tutum (kişi dahil olmak üzere) “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” adlı oyunda da yapılmıştı. Eskiden yönetilmiş oyunların, günümüz rejisi ile tekrar sahnelenmesi, bana, yönetmenin yönetilmiş oyuna yeni bir kılıf giydirip, üzerine konması gibi geliyor. Umarım yanılıyorumdur…  

DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK

Barış Dinçel beni ne zaman yanılttı ki? Şimdiye kadar görmüş olduğum en iyi dekor tasarımcısı. Biraz evvel bahsettiğim perde kullanımı, taşan dekorla merakı daha da katlayarak, seyircinin ilgisini çekmeyi başarmış. Havanın soğukluğu, gerek soba, gerek karla, evin eskiliği ise nesnelerdeki aşınma ve yırtılmalarla başarı bir şekilde betimlenmiş. Keşke duvarlarda da aynı izleri görebilseydim. Pastel renk kullanımıyla iç karartırıcı ve boğucu bir atmosfer yaratılarak, karakterin ruh halleri ortaya konulmuş. Telgraf direği düştükten sonra orada kalabilirmiş, tekrar eski haline getirilişi amaca pek de hizmet etmemiş.

Kostümler, Duygu Türkekul imzalı. Hava şartlarına ve maddi yaşam tarzına uyum sağlayan kostümler, olayın geçtiği dönem hakkında bilgilendirici bir tutum içermiş. Işık tasarımı inanılmaz. Gaz lambalarıyla “taşınabilir ışık” fikri kolaylaştırıcı bir yol sağlamış. Ayrıca sadece gaz lambalarından sızan ışıklar sahneyi aydınlatırken doğal bir ortam oluşturulmuş. Ve bu sayede karakterlerin psikolojik durumları daha iyi yansıtılmış. İstasyon şefi’nin karısının anlattığı “ağaçlı” hikaye de, gaz lambasının ağaca takılıp, aydınlatması anlamı güçlendirmiş. İlk sahnedeki tekli aydınlatma, karakter tanıtımına yaramış. Sarı ışığın hakimiyeti, eskimiş ve yıpranmış bir fotoğraf izlenimi oluşturmuş. Mustafa Türkoğlu’nu kutlarım. Müzik ise canlı olarak (saz çalınması) kullanılmış. Son sahnedeki ağıt, olayı özetlemekten çok kapanış jeneriği tarzında düzenlenmiş.

Efektler, azalandan artana veya artandan azalana şeklinde mesafe ayarlamasını yapabilmiş. Bakkal Mehmet’in sesinin fazla gür çıkması, “Kraldan çok kralcı” tabiatını ortaya dökmüş. Hanefi Topraktepe iyi iş çıkarmış.

OYUNCULUKLAR

Bahtiyar Engin (İstasyon Şefi), şüpheci ve anaç halini yansıtmakta oldukça iyi. Fakat nedense diğer oyunlarına göre performansını biraz vasat buldum. Bir rica olarak, makinenin çalıştığı sahnelerde biraz daha yukarıdan konuşursa iyi olur. Aslıhan Kandermir (Şefin karısı), dramatik, iğneleyici ve bitkin tavrını karakterine yedirerek, değişken tutumunu seyirciye verebilmiş. Mehmet Avdan (Makasçı), topallığını göze sokmadan, ses tonunun ayarlamasını bilerek, saz çalıp, türkü söyleyerek, bir oyuncunun oynayabileceğinden çok daha fazlasını yapmış. Ve Gün Koper (Atlı), az rolüne rağmen, öz oyunculuğuyla, şivesi ve saflığıyla, oyunun komedi yönünü ortaya çıkararak, izleyiciye de bir “kurtuluş” sağlamış. 

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Oyunda da sıkça söylendiği gibi: “Yolcudur Abbas, bağlasan ‘Ege bile’ durmaz.” Özet olarak umduğumu bulamadım…

Bu yazımı, Gen-Ar tiyatrosu bünyesinde, dönemin şartlarına göre Nazım Hikmet oynamaya cesaret eden, yakın zamanda kaybettiğimiz Tuncel Kurtiz’e ithaf ederim. Nice Nazım’lara… Nazım’ın yolcularına… Saygılarımla… (İlla eskiye bir dönüş yapılacaksa, bu şekilde olmasını tercih ederim.)

Not: Oyun 90 dakika / Tek perdedir. Kuru-sıkı silah patlamaktadır.



OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR






NAZIM HİKMET

(1901 - 1963)


EGE KÜÇÜKKİPER



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder