YOLCU
Nazım Hikmet’in 1965
yılında yazdığı, ilk kez (1967) Gen-Ar tiyatrosu tarafından, daha sonra
sırasıyla, İBBŞT (1977), Diyarbakır DT (1998), Bursa DT (2002), Van DT (2004),
İzmir DT’nda (2005) sahnelenen “Yolcu”, (Ayrıca 1994’de, beyazperdeye uyarlanmıştır.)
35 yıl aradan sonra tekrar İBBŞT’da seyirci karşısına çıkıyor. Aynı sezon
içerisinde (2013-14) hem Nazım Hikmet’ten “Yolcu”yu, hem de Necip Fazıl’dan
“Para”yı repertuarına katan ve bu sayede “içi” ve “dışı” memnun etme niyetinde olan
Şehir Tiyatrolarına her ne kadar kızsam da, ölümünün 50. yıldönümünde Nazım
Hikmet’in yolcusu olduğumuzu bir kere daha gösterebilme imkanını bizlere tanıdığı
için teşekkürlerimi sunarım.
Oyuna ÖZEL olarak
değinmeden önce, Nazım Hikmet’in oyun yazarlığına GENEL olarak değinmek isterim.
Çünkü ciddi anlamda sıkıntıların var olduğunu ve Nazım Hikmet oyunlarının,
şiirleri kadar iyi olmadığını düşünüyorum. Bir altyapı (temelsizlik) sorunu,
karakter derinliği ve boyutu oluşturamama, sahneler arası geçiş ile
diyaloglardaki kopukluklar gibi pek çok unsur bu duruma emsal teşlik edebilir. Bu
sıkıntılar oyunun gidişatını olumsuz yönde etkilerken aynı zamanda mesajın
gücünü de azaltabilir. Keza üzerinde durduğum oyun, bütün bunların birer yansımasıdır.
Metne daha yakından bakacak
olursak; karakterler, devrilen telgraf direği yüzünden (hava şartları
dolayısıyla) “dış dünya” ile bağlantıları kesilmiş, kendi aralarında ise
çeşitli nedenlerden ötürü (kitap okumama, farklı şeylere değer verme, kültürel
farklılık, yaşadığı coğrafya, değişen dünya vb.) “iç dünya”larını kaybetmiş
kim(?)selerdir. Öyleki, bu kaybetmişlik, şüphe ve gerilime yol açarak, yeni
engeller yaratmış. İstasyon şefi, kuşkucu yaklaşımı ve diken üstünde oturuşuyla
bu yazılanları temsil ederken, Makasçı, İstasyon şefi’nin karısı ve Atlı, umursamaz
tavırlarıyla, öyküye tezat bir yaklaşım da bulunmuş. Karakterlerin, “isimsiz”
oluşları ise, içselliklerini kaybedişlerinin ve iletişimden yoksun oluşlarının betimlenmesinde
vurgulayıcı araç olarak kendini belli etmiş. Ve bu araç, metnin işlevselliğine yeni
bir anlam katmış.
“Vakit” teması,
köstekli/duvar saati ile kendini yer yer hatırlatıp, ölümü düşündürürken,
belirlediğin yolda, bir ideal uğruna ya da bir başkası için (vatan) ölmenin getireceği
iyilikler, “insan”dan yola çıkılarak daha doğru ve iyi bir dünyanın
yaratılabileceğine olanak sağlamış. Tersi olarak da insanların bu halde
oluşlarının (duyarsız, savaşan, cahil) sorumlusu yine insana mal edilmiş. Bunun
örneğini net bir biçimde şu cümlede görmemiz mümkün: “Biz, fena insanlar
değildik. Fena olduk. Fena yaptılar…” Bahsettiğim çoğu şeyin ana hatları “dama”
sahnesindeki soru-cevap tekniğiyle izleyiciye ulaştırılmış. (Kopuk kopuk) Bu
sayede seyirci, düşünmeye ve bilincini yeniden yapılandırmaya sevk edilmiş.
Zaten asıl amaçta bu değil midir?
Birden fazla mesajı
olan oyun, ana temasını tam olarak oturtamamakla birlikte, yan temalarına da bu
nüfuzu geçirmiş. Şiir, savaşı, güçlükleri, zorbalıkları durduracak en naif imge
olarak nitelendirilirken, gazete kağıtlarının sobaya yakacak, masaya örtü
olarak kullanımı ve kitap okumanın gülünç bir “uğraş” oluşu ince ince olmasa da
işlenebilmiş. Atlı’nın gelişiyle, dış dünyadan haber alan bireyler (!)
ülkelerinde olup bitenleri öğrendiklerinde hissettikleri ümitsizliği ve kederi
sadece şaşkınlıklarına vererek, çaresizce otursalar da, dışardan gelen bir
baskın, karakterlerin akıl ile bedenlerini hareketlendirerek, her birine birer
kurtuluş yolu sunmuş. Bu kurtuluşun mimarı da Atlı yani YOLCU olarak gösterilmiş.
Yalnızlığın götürüleri
ile kalabalığın getirilerinin karşılaştırıldığı oyun, bir “beklenti” içinde ele
alınarak, iletişim kopukluğunun nedenlerini sorgulamış. Bakkal Mehmet, (sadece
sesi var ama sürekli bahsi geçiyor.) dışarıdan gelen bir tehlike olarak arz
edilirken, görülmeyen ve bilinmeyenin varlığı, olaya hakim olmuş. Ve bu
hakimiyet bir bakıma korku bir bakıma da kurtuluş getirmiş. İnsanların,
çıkarlarına göre “değişken”likleri, yolu tıkayan ve bataklığa sürüklenen bir basamak
olarak karşımıza çıkmış.
REJİ
Şüphesiz yukarıda
yazılanların aktarılış biçimi rejiyi de (Yıldırım Fikret Urağ) ilgilendiriyor.
Fakat metin ile birlikte ele almayı daha uygun bulduğum için bu bölümde başka
şeylerden bahsedeceğim. Öncelikle kar yağdırımında kullanılan makine sesi çok
rahatsız edici. Bir öneri olarak, makine yerine, sahne üstünde duran birinin,
karı, poşet içerisinden yağdırması sesi önleyebilir. Öte yandan doğallığı
yakalayan oyun, (yemek-kuru sıkı silah-vagon-saz-cam kırıkları-sigara-saat-duman
vb.) sağ taraftan geçen “oyuncak” minyatür kara trenle, her şeyin hayal/sahte
olduğunu bas bas bağırmış. Çok fazla “es” verilişi dikkatlerin dağılmasına
neden olmuş. Ayrıca metinde yazıldığı gibi “perde” kullanılması etkiyi daha da
arttırmış.
Broşür ile ilgili
birkaç söz söylemeden geçemeyeceğim. 1977-78 sezonunda Savaş Dinçel rejisiyle
sahnelenen aynı oyunu, broşüre basmak neden? “Benim yönetimimle, Savaş
Dinçel’in yönetimi arasında bir kıyaslama yap ey seyirici!” demek için mi? Eskiyi
hatırlatıp, yeniliğe bir ışık tutmamak için mi? Yoksa sahneleyiş özgünlüğünü
bile bile yok etmek için mi? Elbette bunların hiçbiri değil. Lakin o şekilde
anlaşıldığının altını çizmeliyim. Benzer tutum (kişi dahil olmak üzere)
“Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” adlı oyunda da yapılmıştı. Eskiden
yönetilmiş oyunların, günümüz rejisi ile tekrar sahnelenmesi, bana, yönetmenin
yönetilmiş oyuna yeni bir kılıf giydirip, üzerine konması gibi geliyor. Umarım
yanılıyorumdur…
DEKOR
– KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK
Barış Dinçel beni ne
zaman yanılttı ki? Şimdiye kadar görmüş olduğum en iyi dekor tasarımcısı. Biraz
evvel bahsettiğim perde kullanımı, taşan dekorla merakı daha da katlayarak,
seyircinin ilgisini çekmeyi başarmış. Havanın soğukluğu, gerek soba, gerek
karla, evin eskiliği ise nesnelerdeki aşınma ve yırtılmalarla başarı bir
şekilde betimlenmiş. Keşke duvarlarda da aynı izleri görebilseydim. Pastel renk
kullanımıyla iç karartırıcı ve boğucu bir atmosfer yaratılarak, karakterin ruh
halleri ortaya konulmuş. Telgraf direği düştükten sonra orada kalabilirmiş,
tekrar eski haline getirilişi amaca pek de hizmet etmemiş.
Kostümler, Duygu
Türkekul imzalı. Hava şartlarına ve maddi yaşam tarzına uyum sağlayan
kostümler, olayın geçtiği dönem hakkında bilgilendirici bir tutum içermiş. Işık
tasarımı inanılmaz. Gaz lambalarıyla “taşınabilir ışık” fikri kolaylaştırıcı
bir yol sağlamış. Ayrıca sadece gaz lambalarından sızan ışıklar sahneyi
aydınlatırken doğal bir ortam oluşturulmuş. Ve bu sayede karakterlerin
psikolojik durumları daha iyi yansıtılmış. İstasyon şefi’nin karısının
anlattığı “ağaçlı” hikaye de, gaz lambasının ağaca takılıp, aydınlatması anlamı
güçlendirmiş. İlk sahnedeki tekli aydınlatma, karakter tanıtımına yaramış. Sarı
ışığın hakimiyeti, eskimiş ve yıpranmış bir fotoğraf izlenimi oluşturmuş. Mustafa
Türkoğlu’nu kutlarım. Müzik ise canlı olarak (saz çalınması) kullanılmış. Son
sahnedeki ağıt, olayı özetlemekten çok kapanış jeneriği tarzında düzenlenmiş.
Efektler, azalandan
artana veya artandan azalana şeklinde mesafe ayarlamasını yapabilmiş. Bakkal
Mehmet’in sesinin fazla gür çıkması, “Kraldan çok kralcı” tabiatını ortaya
dökmüş. Hanefi Topraktepe iyi iş çıkarmış.
OYUNCULUKLAR
Bahtiyar Engin
(İstasyon Şefi), şüpheci ve anaç halini yansıtmakta oldukça iyi. Fakat nedense
diğer oyunlarına göre performansını biraz vasat buldum. Bir rica olarak,
makinenin çalıştığı sahnelerde biraz daha yukarıdan konuşursa iyi olur. Aslıhan
Kandermir (Şefin karısı), dramatik, iğneleyici ve bitkin tavrını karakterine
yedirerek, değişken tutumunu seyirciye verebilmiş. Mehmet Avdan (Makasçı),
topallığını göze sokmadan, ses tonunun ayarlamasını bilerek, saz çalıp, türkü
söyleyerek, bir oyuncunun oynayabileceğinden çok daha fazlasını yapmış. Ve Gün
Koper (Atlı), az rolüne rağmen, öz oyunculuğuyla, şivesi ve saflığıyla, oyunun
komedi yönünü ortaya çıkararak, izleyiciye de bir “kurtuluş” sağlamış.
Emeği geçen herkesi
kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Oyunda da sıkça söylendiği gibi: “Yolcudur Abbas, bağlasan ‘Ege bile’ durmaz.”
Özet olarak umduğumu bulamadım…
Bu yazımı, Gen-Ar
tiyatrosu bünyesinde, dönemin şartlarına göre Nazım Hikmet oynamaya cesaret
eden, yakın zamanda kaybettiğimiz Tuncel Kurtiz’e ithaf ederim. Nice Nazım’lara… Nazım’ın yolcularına… Saygılarımla…
(İlla eskiye bir dönüş yapılacaksa, bu şekilde olmasını tercih ederim.)
Not:
Oyun 90 dakika / Tek perdedir. Kuru-sıkı silah patlamaktadır.
Ayrıntılı
bilgi için: http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/AnaSayfa.aspx
OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR
NAZIM HİKMET
(1901 - 1963)
EGE KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder