26 Şubat 2013 Salı

Fosforun Parlamayan Yüzü: "Fosforlu Cevriye" (Ankara DT)




FOSFORLU CEVRİYE

Ankara Devlet Tiyatrolarında izlediğim üçüncü ve son oyun...

Aynı adla beyaz perdeye de aktarılan, Suat Derviş'in 1968 yılında kaleme aldığı roman, sahneye müzikal bir formda uyarlanmış. "Fosforlu" lakabı, sadece afili durması amaçlı değil, aynı zaman da karakterin özelliklerini ve yaşam şeklini de belirlemiş durumda. Cevriye'nin, polis baskınından kaçıp, karanlık bir sokakta yakalanmasıyla, polis memurunun "fosfor gibi parlıyorsun be güzelim." demesiyle "Fosforlu Cevriye" olarak anılması, esere adını vermekle kalmayıp, eser sahibinden daha meşhur bir karakter yaratımını ortaya çıkarmakta. Komedi yönünün ön planda olduğu metin, derdini anlatmakta ve mesaj ulaşımını sağlamakta biraz yetersiz kalıyor. 

Geçimini, hayat kadınlığı yaparak kazananların kimi zaman hüzünlü kimi zaman neşeli hallerinin öyküsünün anlatıldığı oyunda,  erkeklerin, kadınlar üzerindeki denetimi ve hayat şartlarının kadınları ne kadar güçlü duruma getirdiğinin resmi çiziliyor. Sevginin ve aşkın  "gerçek anlamda" kendine yer bulamadığı, sanal şefkatin başrolde olduğu yaşam, Cevriye'nin tüm bu değerleri keşfedişiyle boyut değiştiriyor. "Gizemli şahıs" sayesinde saygıyı, sevgiyi ve aşkı, yüreğinde konumlandırabilen Cevriye, sevdiği uğruna ölümü göze alarak, her türlü tehlikeyi göğüslese de, esas tehlikenin peşini bırakmayan kaderi olduğunun farkına varıyor. Hapishane yıllarının, kendisini değiştirmesine izin vermeyen Cevriye, dışarıda yepyeni bir hayatın kapılarını aralıyor. İlk günkü gibi yalnız ve aşksız...  

REJİ - MÜZİK - DEKOR - KOSTÜM - IŞIK

Eseri oyunlaştıran ve şarkı sözlerini yazan deneyimli isim Gülriz Sururi. Şarkılar, oyunu özetler şekilde. Boş yere yazılmadığı, oyunun vermek istediği mesajı, dinamizmi ve anlatının daha iyi oluşmasını sağladığı açıkça belli oluyor. Bu güzel sözleri, besteleyen ise Atilla Özdemiroğlu. İyi güfte ve beste bir araya gelerek, müzikal ruh sahneye yansımış. "Namus" adlı şarkıda, kırmızı kurdelelerin, bellere bağlanması" etkileyiciydi. Koreografiyi orta düzey buldum. Organize olunmuş fakat hareketler sıradan. Bunların haricinde, reji olarak farklı bir şey göremediğimi söylemeliyim.

Sahne, döner olarak kullanılmış. Dekorlar yarım ay biçiminde. Siz, önde yaşanan olaylara tanıklık ederken, arkada dekor değişimi gerçekleşiyor. Böylelikle karartmaya gerek duyulmuyor. Meyhanenin salaşlığı, evlerin döküntülüğü, sahne ile kayık arasında, geçiş görevi gören iskele son derece başarılı. Oyunun dokusunu destekler nitelikte. Fonda bir "İstanbul Panaroması" görüyoruz. İstanbul'un başlıca yerleri resmedilmiş. Panaroma"İstanbul'un bu kesimlerinde, gece hayatı böyledir." cümlesinin altını çizmekte yardımcı bir görev üstlenmiş. Devamlı söylenen: "benim de bir yıldızım var gökyüzünde, ama kim bilir hangisi?" cümlesini de destekleyen, fonda oluşan yıldızların zaman zaman parlaması güzel bir ayrıntı. Ayrıca dekor ve aksesuarlar dönemi kurgulamakta usta.  Hakan Dündar'a bu güzel ve anlamlı dekor için teşekkürler. 

Kostümler, hayat kadınlarının zor durumunu, gündelik yaşantıları ile iş yaşantılarını, daha çok canlı renkleri tercih ederek bizlere sunuyor. Dramın ağır bastığı bölümlerde daha mat renklerin tercih edilmesini isterdim. "Kırk yamalı hoca", karakterinin üzerinde taşıdığı kostümün yamalardan oluşması, sözle, görselliği bağdaşlaştırmış. Erkeklerin ise külhanbeyi gibi giyinişleri durumu iyi özetlemiş. Cevriye'nin fakir - zengin ayrımı, kostümlerle betimlenebilmiş. Fatma Görgü, iyi bir iş çıkarmış. Işık tasarımı ise, gece - gündüz aydınlatmalarını belirginleştirerek oluşturulmuş. Müzik ve dansın iç içe geçtiği sahnelerde klasik bir aydınlatma olan nokta ışık kullanılmış. Yakup Çartık, elinden geleni yapmışa benziyor.  Dalga efektleri ise, oyuna sahicilik katmış.     

OYUNCULUKLAR

Feray Darıcı (Cevriye), sokak ağzını kullanmakta çok başarılı. Aşırıya kaçmadan, naif olan diline, argoyu yedirebilmiş. Ayrıca sesi de çok güzel. Rolüne fazlasıyla girmiş. Uğur Çavuşoğlu (Adam), ses tonuyla büyülüyor. Normal bir tonlama ile en arkadakinin dahi rahatlıkla duyabileceği muhteşem bir yorum sunuyor. Rolü çok fazla olmasa da, yaşadığı gizemi, bana geçirebildi. Kafamda soru işareti oluşmasını sağladı. Kader İlhan için, her karakterin oyuncusu diyebilirim. Sesini erkek gibi çıkarıp, kavgacı, sert, otoriter bir hayat kadınını başarıyla canlandı. Daha sonraki sahnelerde, çok ince  kadın sesini çıkarmakta da üstüne yok. Aslında bütün bu söylediklerimi Zeynep Aytek Metin için de söyleyebilirim. Rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. İsmet Numanoğlu, üç ayrı karakteri oynuyor. Çok da iyi ediyor. "Hakim", "kırk yamalı hoca" ve "hacı" rollerinin altından kalkabilmiş. Biri, diğerinin kulvarına girmeden, geçişleri kolayca sağlamış. Nermin Uğur ise ödüllü oyunculardan. Rum şivesini yapmakta oldukça usta. Kadro çok kalabalık olduğu için ancak bu kadarını yazabildim. Her oyuncu ayrı ayrı çok başarılıydı. Uyumu bozan kimse yoktu. Ekip kaynaşmış. Bu da seyirciye yansımış... Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Evet, benimde bir yıldızım var, ama kim bilir hangisi?

ÖDÜLLER

2008 - 2009 Sanat Kurumu En İyi Kadın Oyuncu Ödülü - Nermin Uğur-2008 - 2009 
Sanat Kurumu En İyi Sahne Müziği Ödülü - Attila Özdemiroğlu
2008 - 2009 Sanat Kurumu En İyi Hareket Tasarımı ve Dans Düzeni Ödülü - Özden Aktürk

Not: Oyun 180 dakika / 2 perdedir. 
Detaylı bilgi için: http://www.devtiyatro.gov.tr/


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR








SUAT DERVİŞ
(1903 - 1972)


EGE KÜÇÜKKİPER

20 Şubat 2013 Çarşamba

Güzellik mi? Zeka mı?: "Cyrano De Bergerac" (Ankara DT)




CYRANO DE BERGERAC

Ankara Devlet Tiyatrosunda seyrettiğim ikinci oyun...

Şimdi anlatacaklarım, Parisli oyun yazarı, şair ve silahşör, Savinien Cyrano De Bergerac'ın gerçek yaşam öyküsüdür. Edmond Rostand tarafından kaleme alınan eser, 17. Yüzyıl Fransa'sında, natüralizmin, (Doğalcılık) popüler olduğu dönemde, romantizme birtakım yenilikler getirerek, o dönemin tiyatrosuna bir alternatif sunmaktadır. Birçok kez beyaz perdeye aktarılan eser, 1936 yılında ise operaya uyarlanarak çok dilli oluşunu kanıtlamıştır. Eser, manzum (Şiirsel) olarak yazılmış, lirik ve epik - diyalektik anlatım türlerinin egemenliğinde hayat bulmuştur. Manzum şeklinde yazıldığı için, şiirsellik yönü fazlasıyla ağır basmaktadır. Tıpkı Shakespeare eseri gibi... Fransa ve İspanya savaşı oyunun ana hatlarından birini oluşturmakta. (Otuz Yıl Savaşı) Savaş öncesi ekonomik durum ile savaş sırasında ki, açlık ve yoksulluk, son derece yerinde betimlenerek, zıtlıkların temel alınışıyla, anlam pekiştirilmiş durumda. Nesnelerin, anlatımın ve olayların gerçekçi oluşu epik bir tiyatro örneği oluşunun altını çizmekte son derece başarılı.

Cyrano, karşısına çıkabilecek bütün rakiplerini, istediği her konuda ve şekilde yenebilen biridir. Kılıç kullanma yeteneği, etkileyici konuşması, zekası, bilgeliğiyle herkes tarafından kıskanılmaktadır. Bütün bu avantajlarının yanında, tek bir dezavantaja sahiptir. O da, çirkinliği... Çirkinliği, burnunun büyüklüğünden kaynaklanmaktadır. Burnuyla alay edilmesinden hiç hoşlanmayan Cyrano, bir kızı sevmektedir. (Bkz: II. Abdülhamit) Fakat sevdiği kız kuzenidir. Roxane adında ki bu genç ve güzel kız ise, Christian'ı sevmekte ama bir türlü söyleyememektedir. Roxane, tek çare olarak kuzeni Cyrano'dan, Christian ile aralarını yapmasını ister. Bu, Cyrano için bir ölüm fermanıdır. Fakat burnunu kendisine kompleks ettiği ve kuzeni ile böyle bir ilişkinin doğru olmayacağını bildiğinden, bu işi yapmayı kabul eder. 

Christian, Cyrano'nun tam tersi özelliklere sahip, orta halli kılıç kullanmasını bilen, çok yakışıklı fakat ağzı hiç laf yapmayan, sevdiği kıza bir türlü açılıp, güzel konuşmasıyla onu etkileyemeyen biridir. Cyrano, Christian ile konuştuğunda, onun da Roxane'a aşık olduğunu öğrenir.  Öğrenir öğrenmesine ama, onun derdi de aynıdır. Açılamamak... Hal böyle olunca, Christian, Cyrano'dan suflörlük yapmasını ister. Görüntüde kendisi var olacaktır fakat kızı etkilemesi için gerekli olan süslü sözlere Cyrano sayesinde ulaşacaktır. Yaptığı plan sayesinde Roxane'la evlenen Christian'ın mutluluğu uzun sürmez. Gelen bir haberle, bütün silahşörlerin cepheye alınacağını öğrenir... 

Roxane, Christian'dan, mektup yazmasını ister. Tabii mektupları yazacak isim Cyrano'dur. Yazdığı mektuplardan birine düşürdüğü gözyaşıyla, Christian tarafından, Roxane'a aşık olduğunun anlaşılmasına sebep olur. O sırada Roxane, mektuplara ve hasretliğe dayanamamış, cepheye gelmiştir. Cepheye gelişi aynı zamanda acı çekmesine neden olacaktır... Savaş bitmiş, aradan on dört yıl geçmiştir. Roxane, manastıra kapanmış, Cyrano ise, kafasında ağır bir yara ile gezmektedir. Nihai son ise tahmin ettiğiniz gibidir...   

REJİ - DEKOR

Yönetmen Işık Kasapoğlu ve dekor tasarımcısı Hakan Dündar, ortaya çok iyi bir iş çıkarmış. Öncelikle sahne geçişlerinden bahsetmek istiyorum. Koca koca dekorların çift taraflı oluşu birçok sahneyi kurtarmaya yetmiş. Ama dördüncü sahne (savaş sahnesi) değişikliği saatler alabilir cinsten. Nasıl bir çözüm yolu bulunmuştur diye düşünürken, perdenin inişiyle şaşkınlığımı gizleyemedim. Seyircileri dakikalarca boş boş bekletme gibisinden bir tutumun sergileneceğini düşünürken, manastır sahnesi için, dekora ihtiyaç duyulmamasından dolayı, perde önünde oynanmasına karar verildiğini gördüm. Bir sahne ancak böyle kotarılabilirdi. Üç dakika içerisinde perde yeniden açıldı ve son sahne bizleri karşıladı. "Tiyatro salonu" sahnesinde asılı olan avize ve üzerinde ki mumların alevleri, rüzgarda titriyordu. Bu bile düşünülmüş. Fırın sahnesindeki ekmek ve pastalar ise birbirinden güzel ve gerçekçiydi.

Fırın, savaş meydanı, ağaç, ev ve tiyatro salonu dekorlarının, büyük bir emeğin sonucu ortaya çıktığı çok belli. İlk defa bu kadar devasa ve muhteşem dekorlarla karşı karşıya geldim. Tam bir görsel şölendi diyebilirim. Ağaç sahnesinde, yukarıdan dökülen yapraklar, mevsim geçişini sağlamış. Yönetimde bir diğer husus, oyuncuların, sahneden değil, seyirci girişlerinden girmeleri. Bu sayede, seyircilerin, oyunla ve oyuncularla daha iyi iletişime geçebilmesi hedeflenmiş. Başarılı da olunmuş. İlk sahnede, bir oyuncunun balkonda durması ve onay vermesi gerekmekte. Benim tam görüş açımdaydı. Fakat balkonun altında oturanların görmeleri imkansız. Neyse ki ufak bir ayrıntı. Oyuncunun sözü bile yoktu. Kabullenebilir bir durum. Oyunun ilk perdesinin iki saat sürmesi beni biraz sıktı. Fakat birbirinden bölünemeyecek sahnelerin olduğunu anlamam ile birlikte, yapılacak bir şeyin olmadığını kavradım. Bu da, esere sadık kalındığını gösterir. Kadro otuz dokuz kişiden oluşuyor ve çoğu sahne kalabalık geçiyor. Haliyle gürültü eksik olmuyor. Bu nedenle, bazı cümleleri anlayamadığımı belirtmeliyim. 

KOSTÜM - IŞIK - EFEKT - MÜZİK

Kostümler dönemi yansıtmakta son derece başarılı. Afişte gördüğünüz üzere, şapkalar ön planda tutulmuş. Cyrano haricinde ki tüm karakterler kostüm değiştiriyor. Esra Seleh'i kutlarım. Işık, dekordan sonra en iyi öğe. Özellikle gece - gündüz geçişleri, fonun renk değiştirmesiyle çok güzel sağlanmış. Fonun tam ortasında silik, hafif dağılmış bir bulut / duman karışımı gözümüze çarpıyor. Gündüz sahnelerinde fon kırmızı oluyor. Fırından çıkan dumanlardan dolayı da kırmızı, bir ateş rengi oluşturmuş. Gece olduğunda ise, maviye dönüşüyor. Üstelik ton ton ilerliyor. Saatlere göre farklı karartmalar yapılmış. Dikkatlice ve özenle hazırlanmış. 

Cyrano'nun kendini en yakın hissettiği varlık olan "ay"ın, ölüm esnasında belirivermesi yerindeydi. Ayrıca Cyrano'nun sesi, sahneye girmeden duyuluyor ve  nokta aydınlatmasıyla ışık, seyircilerin üzerinde dolaşıyor. Rolü gereği birini arıyor Cyrano. Bütünleşme açısından doğru bir karar. Klasik aydınlatmanın çok dışında. Yakup Çartık, bu işi biliyor. Savaş sahnesinde ki efektler oldukça iyi. Müzik fazla baskın olmasa da, oyunun içerisine dağılmış bir kaç şarkı ve dansla, oyun daha keyifli hale getirilmiş ve dikkati diri tutmuş. Bunun için Joel Simon'a teşekkürler. Bu arada söylemeden edemeyeceğim, takma burun çok başarılıydı. Bir an gerçek sandım...

OYUNCULUKLAR

Durukan Ordu, (Cyrano) bir saniye bile sahneden inmiyor. Ses tonu öyle muhteşemdi ki, bütün salon onu konuşuyordu. Tonlamaları çok yerinde. Bazı yerlerde çok hızlı konuştuğu için anlamakta güçlük çektiğim oldu. Hareketleri son derece kıvrak ve atik. Beden dilini kullanmasını iyi biliyor. Kılıç kullanması da çok  profesyonel. Konservatuarda ki eskrim dersinin önemi burada ortaya çıkıyor. Böylesine büyük bir rolün altından başarıyla kalkabilmiş. Aldığı alkışı görmeniz lazımdı... Zeynep Yasa, (Roxane) narin, kırılgan, aşık kadın rollerini oldukça iyi canlandırdı. Ses tonunu ayarlamayı bildi. İrfan Kılınç, (Christian) dimdik duruşu, çoğu zaman sert ama çaresiz, kendinden emin tavrıyla bu işin üstesinden gelmiş. Özellikle evin balkonuna tırmanışı süperdi. Tamamen performansa bağlı bir oyun. Kadro çok kalabalık olduğu için ancak başrolleri değerlendirebildim. Şu kadarını söyleyebilirim ki, çok iyi organize olunmuş ve gece - gündüz çalışılmış. Karşılığı da fazlasıyla alınmış...

Şiir sevenler, şiire değer verenler size sesleniyorum. Bu oyunu sakın kaçırmayın. Ankara Devlet Tiyatrosu iyi bir repertuara sahip. Bunun kıymetini bilin. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim... 

Not: Oyun 190 dakika / 2 perde. 

Ayrıntılı bilgi için: http://www.devtiyatro.gov.tr/



OSMANLIDA YASAKLANDI

II. Abdülhamit döneminde, Padişah Abdülhamit'in burnunun büyük oluşu nedeniyle, oyun yasaklılar arasına girmiştir. (1842 - 1918) 

"BURUN" TİRADI

Burnunuz ne kocaman!

Cyrano: Evet, pek kocaman! Hepsi bu mu? Asıl iş edada. Meselâ bak, 



Hoyratça:

"Burnum böyle olsaydı, mösyö, mutlak dibinden kestirirdim!


Dostça: 

"Yana yatmaz mı, senden evvel davranıp kadehine batmaz mı?"

Tarifle: 

"Burun değil bir kere, coğrafyada böylesine dağ denir, dağ değil, yarımada!"

Mütecessis: 

"Acaba neye yarar bu alet? Makas kutusu mudur, divit midir izah et!"

Zarifâne: 

"Kuşları sevdiğiniz besbelli! yorulmasınlar diye yavrucaklar, temelli bir tünek kurmuşsunuz!"

Pür neş'e: 

"Birader, şu koskocaman burnunla tütün içince, komşu "yangın var!" demiyor mu?"


Müdebbir: 

"Aman yavrum, bu ağırlıkla yere düşmenden korkuyorum!"


Müşfik: 

"Yaptırın ona küçücük bir şemsiye, yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!"

Alimâne: 

"Görmüştüm aristophane'da belki hippocampelephan tocamélos adındaki hayvanın burnu gayet büyükmüş! sen ne dersin?"

Nobran: 

"Zaten bilirim, sen misafir seversin, bu, şapka asmak için ne mükemmel bir icat!"

Şairâne: 
"Ey burun! bütün cihana inat, seni baştan aşağı nezle etmeye kadir tek rüzgar bulunamaz, karayel istisnadır!"

Hazin: 

"Bir de kanarsa, kızıldeniz, ne belâ!"

Hayran
"Lavantacıya ne mükemmel tabela!"

Safiyâne: 

"Abide ne günleri gezilir?"

Hürmetkârâne: 

"Beyefendi kibarsınız muhakkak, yoksa imkânı var mı cumba sahibi olmak?"

Köylü: 

"Vış anam! bu ne? bilmem guş mu balıh mı? yoksa bir tohuma gaçmış salatalıh mı?"

Sivri akıllı: 

"Bunu tombalaya koymalı! Kim elinden kaçırmak ister böyle bir malı?"


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR











FİLM VERSİYONU (1990)


EDMOND ROSTAND
(1868 - 1918)

EGE KÜÇÜKKİPER

18 Şubat 2013 Pazartesi

Adaleti Arayan Bir Oyun: "Venedik Taciri" (Ankara DT)



VENEDİK TACİRİ

William Shakespeare'in 1597 yılında, komedi türünde yazmış olduğu eser, 2004 yılında beyaz perdeye aktarılmıştı. (Çoğu Shakespeare eseri gibi.) Oyunu seyrettikten sonra metni bir kez daha okudum. Herhangi bir sadeleştirme söz konusu değil. Ne ise o. Din ve mezhep farklılıkları, adalet kavramı ve dönemin siyasi yapısı, oyunun çatısını oluşturmakta. Ucundan kıyısından aşkın kendine yer bulabildiği eserde, sadakat, hoşgörü ve intikam duyguları ise olayların gelişimini etkilemekte. 

Bütün gemileri açık denizlerde dolaşan ve nakit sıkıntısında olan Antonio'nun, en yakın arkadaşı Bassanio'yu sevgilisi Portia'ya gönderebilmek için Yahudi tefeci Shylock'tan üç bin duka borç istemesiyle başlayan oyun, Shylock'un intikam çanlarını çaldırmasıyla ibretlik bir olaya dönüşür. Sırf Yahudi olduğu için, Antonio tarafından ezilen ve dışlanan Shylock, hazırladığı senede,  "borcun ödenmemesi durumunda kalbine en yakın yerden bir libre et" keseceğini şart koşar. Senedi korkusuzca imzalayan Antonio ise başına geleceklerden habersizdir... Bir yandan en yakın arkadaşı Antonio'nun durumunu düşünen Bassanio, diğer yandan Portia'nın babasının vasiyet engeline takılmıştır. Vasiyette yerine getirilmesi gerek şart, altın, gümüş ve kurşundan oluşan heykellerin içerisinde, Portia'nın resmini bulmaktır. Evliliğin tek koşulu budur. 

Her iki durumda da adalet temasının ön plana çıktığı ve bedel ödemeden, isteklere kavuşmanın mümkün olmayacağını gözler önüne seren oyunda, kılık değiştirmeler (Çoğu Shakespeare oyununda olduğu gibi.) durumu çözecek, merhamet ise mutlu sonun başlangıcı olacaktır. Hıristiyanlık ve Yahudililik kavramlarının sıkça üzerinde durulduğu, adaletin din olgusu üzerinden aktarıldığı, maddiyat ile maneviyatın bir bütün oluştursa da, birbirinden ayrı konumlandırıldıkları, dönem hakkında bilgi içeren ve sistem eleştirisinin, vicdani merhamete dayandırıldıldığı metin oldukça sürükleyici ve düşündürücü. Shylock'un ünlü tiradı ise tüm oyunu özetler nitelikte. İşte o tirad;

Yahudiler hata yapmaz mı sanırsınız? 
Yahudileri sıcak yakmaz, soğuk dondurmaz mı sanısınız?
Bileklerini kestiğinde, o bilekten kan akmaz mı sanırsınız?
Yahudiler acıkmaz, susamaz, uyumaz mı sanırsınız?
Duyguları, kalpleri, düşünceleri olmaz mı sanırsınız?
Yahudiler hastalanmaz, şifa bulmaz mı sanırsınız?
Şaka yapıldığında gülmez mi sanırsınız?
Ağladığında gözyaşı dökmez mi sanırsınız?
Yahudiler de bir insandır...Tıpkı sizler gibi...



REJİ - DEKOR - KOSTÜM - IŞIK - MÜZİK

Erhan Gökgücü'nü tebrik ederim. Oyunun aslına sadık kalarak, kadronun kalabalık oluşuna rağmen çok iyi bir iş çıkarmış. Sahne üzerinde, biri önde diğeri arkada olma üzere iki adet raylı sistem bulunuyor. Dekorlar, bu raylara geçirilmiş durumda. Tek tuşla, ilerleyen dekor, durması gerektiği yerde duruyor. Bu sayede dekor değişimi için beklemeye gerek duyulmuyor. Oyun başlamadan önce, oyunculardan biri, elindeki mızrağı yere vurarak, oyunun başlamasına kaç dakika kaldığını bildiriyor. Yazıldığı döneme göre incelenirse, oluşturulan mizansenin uyum sağladığını söyleyebilirim. Ağır çekimden oluşan sahne, oyunun en başarılı ve komik bölümlerinden biri halinde. Gereksiz ve süslü cümleler sıralamadan, bir dakika içerisinde, olayları özetlemekte yardımcı konumda.

Dekor ve kostüm tasarımı Ali Cem Köroğlu'na ait. İki unsur da çok başarılı. Kostümler ve dekorlar dönemin atmosferini yakalamakta usta. Özellikle heykellerin, "Themis heykeli" oluşu ve adaleti simgelemesi güzel bir ayrıntı. Mahkeme sahnesinde, adalet tanrıçası Themis'in elinde tuttuğu terazi ve kılıcı görmek, oyunun anlam bütünlüğüne katkı sağlamış durumda.  Işık tasarımı ise göze çarpan en önemli öğe. Sahne önüne konan ufak lamba, oyuncuların yüzlerine derin anlamlar vermeyi becerebilmiş. Gece - gündüz geçişlerinde, farklı aydınlatmalar ön plana geçmiş. Şükrü Kırımoğlu'nu tebrik ederim. Klasiğin birazcık dışına çıkabilmiş. Sahne geçişlerinde kendini göstermekte olan müzik ise eğlenceli bir hava yakalamış. Bu da oyunu daha dinamik ve renkli bir hale getirmiş. Ayrıca yan flüt ve gitarın canlı olarak çalınması da yine bu amaca hizmet etmiş. Can Atilla'ya sevgiler... Aksesuarlar ise Venedik'te yaşanan Yahudileri simgeler biçimde tasarlanmış. (Kırmızı şapka ve bele asılı çan.) 

OYUNCULUKLAR

Kadro çok kalabalık olduğu için yalnız başrolleri değerlendirmek durumunda kaldığımı belirtmeliyim. Tolga Tecer, (Antonio) ölüm anındaki korkusunu seyirciye geçirebildi. Kendinden emin ve sağlam bir ses tonu var. Erdinç Doğan, (Bassanio) öfkeli ve sevecen halleriyle iki zıt kutbu canlandırabilmiş. Demet Bölükbaşı, (Bassanio'nun karısı) erkek halini, kadın halinden daha iyi oynadı. Kambur yürüyüşü ve sesindeki kalınlığı vermeyi başardı. Ve Tamer Levent (Shylock). Yahudilerin konuşma şeklini, sert ama marur ifadesini yansıtmakta oldukça iyi. Shakespeare eseridir, diyaloglar çok uzundur, fazlasıyla sanatsaldır diye düşünmeyin. Çeviri de bir o kadar iyi durumda. Bunun için galiba Zeynep Avcı'ya teşekkür borçluyuz. Afiş tasarımı da oyunu destekliyor. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Terazinin kefelerinin eşit olması dileğiyle...

VENEDİK VE YAHUDİLER

O yıllarda, (1500'lü) Yahudiler, hükümet tarafından şehrin "getto" bölgesine sürülmüş ve orada yaşamaya zorlanmışlardır. Geceleri, Hıristiyanlar tarafından kilitli kapılar ardında esir tutulmuşlardır. Dışarı çıkarken, Yahudi olduklarını belirtmeleri şart koşulmuştur. Bunun için, başlarına kırmızı bir şapka takmaları gerekmektedir. Mülk edinme hakları olmadığı için tefecilik yapmaya mahkum bırakılmışlardır. Bu durum, Venedikli aydınlar tarafından pek bir şey ifade etmese de, yobazlar bunun böyle olması için ellerinden geleni yapmışlardır. 

ADALET İSTİYORUM... ADALET

Not: Oyun 140 dakika / 2 perdedir. 

Ayrıntılı bilgi için: http://www.devtiyatro.gov.tr/



THEMİS HEYKELİ (ADALET TANRIÇASI)

Themis, Yunan mitolojisinde Uranüs ve Gaia'nın kızı olan adalet ve düzen tanrıçasıdır. İlahi adaletin tecessümüdür. Babaları Zeus olan, Horae ve Moirae'nin annesidir. Kendisi öfkeli veya cezalandırıcı değildir. Ona yeteri kadar saygı gösterilmediğinde veya adaletsizlik yapıldığında, o sessiz kalır ve onun yerine Nemesis gerekli karşılığı, cezayı verir. Themis, aynı zamanda kâhindir, kehânet gücü vardır, kehânet yeri olan Delphi tapınağını o inşa etmiştir. İlk dönemlerde tam zıddı olduğu Eris ile beraber ve benzer resmedilmiştir. Son dönemlerde ve daha sonraki çağlarda ise gözleri bağlı elinde bir terazi ile resmedilmiştir. Roma mitolojisindeki Iustitia (ilahi adaletin tecessümü) Themis'in roma mitolojisindeki karşılığıdır denilebilir.
Themis, doğada, mevsimlerin, yılların ve sanatların düzenini sağlayan bir Tanrıça üçlüsüyle canlı varlıklar arasında yaşamla ölüm dengesini kuran bir Tanrıça, bir Tanrısal varlıktır. Themis, yasadır, kuraldır. Ama gelip geçici bir yasa değil, Tanrılar dünyasında da insanlar dünyasında da değişmez evrensel ve ölümsüz doğa yasasıdır. Tanrısal yasadır, onun karşıtı insansal yasa ise Nomos Nemesis'dir. Themis, Olympos’ta yaşar, Tanrıların toplantılarına başkanlık eder, Olympos'taki düzeni o korur, Homeros’u da tanır, bilir onu, Hera ile Zeus’la konuştuğunu gösterir İlyada’da, ama çok söz edilmez Themis ten, efsanesi, öyküsü yoktur, Her yerde her zaman vardır. Ürettiği, tanrısal varlıklarla sürdürür etkisini, bu varlıklarlarda Tanrılardan daha güçlü oldukları için ehramın tepesinde oturur gibidir Themis. Adı da koymak, yerleştirmek, oturtmak anlamına gelen bir kökten türemiştir .
Kısaca belirtmek gerekirse; “Kılıç” adaletin verdiği cezaların caydırıcılığını ve gücünü, “Terazi” adaleti ve bunun dengeli bir şekilde dağıtılmasını simgeler. “Kadın” ve “Bakire” olması bağımsızlığı ifade eder. Ayrıca kadının gözü bağlıdır. bu da tarafsızlığını simgeler. Hukukun evrensel ilkelerini simgesel olarak taşıdığı için Themis heykeli adaleti en iyi şekilde ifade etmektedir.



OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR









FİLM VERSİYONU (2004)


WİLLİAM SHAKESPEARE
(1564 - 1616)

EGE KÜÇÜKKİPER

10 Şubat 2013 Pazar

İsteklere Kavuşmanın Tek Yolu: "Ateşli Sabır" (İBBŞT)




ATEŞLİ SABIR (POSTACI)

1994 yılında Michael Radford'un yönetmenliğinde "İl Postino" adıyla beyaz perdeye uyarlanan ve "en iyi müzik" dalında oscar alan film, oldukça başarılıydı. Hatta tiyatro versiyonundan daha çok ilgimi ve beğenimi kazandı diyebilirim. Film, çekildiği dönemde büyük ses getirdiği için, izleyicilere bir hatırlatma olması açısından, parantez içerisinde, "postacı" ibaresi kullanılmış. İyi bir taktik. Çünkü bu filmin hayranları, eminim ki tiyatro versiyonunu da izlemek isteyeceklerdir. "Ateşli Sabır" adı altında kitap olarak yayımlanışı  ise 1982 yılına rastlıyor. Bir eserin, sonradan kitap haline dönüştürüldüğüne ilk kez tanık oluyorum. Yani hem oyun hem roman hem de film haline getirilmiş bir eserden söz ediyorum. Antonia Skarmeta'ya ait eser, şiirlerle bezeli. Şiiri sevenlerin bu oyunu da seveceğinden hiç şüphem yok. Metinde, yazardan çok, yazarın ele aldığı kişi yani Pablo Neruda varlığını gösteriyor. Bu nedenle ondan biraz bahsetmek istiyorum... 

PABLO NERUDA

Asıl adı Ricardo Neftali Reyes Basoalto olan Pablo Neruda, 1904 yılında Şili'de dünyaya geldi. Çok sevdiği yazar Jan Neruda'nın soyadından esinlendi ve bu soyad daha sonra resmi kayıtlara da geçti. Henüz 13 yaşındayken "La Manana" adlı gazetede, yazdığı makalelerle katkıda bulunmaya başladı. İlk yazı ve şiir denemelerini yaptı. 1921'de Santiago'da üniversiteye yazıldı. Fransız Dili ve Edebiyatı okudu. Ayrıca Pedagoloji ve Mimarlık alanlarında da kendini yetiştirdi. "Bayram Şarkısı" adlı şiiri, Öğrenci Birliğinin açtığı yarışmada birinci seçildi. "Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı" adlı şiir kitabıyla asıl ününü sağladı. 1927-1945 yılları arasında çeşitli ülkelerde konsolosluklar yaptı. İspanya İç Savaşında, Cumhuriyetçilerin yararına çalıştı. Başlarda, sanatını seçkinlere özgü bir iş olarak gördü. Daha sonraki yapıtlarında ise, sanatını her kesime duyurmaya çalıştı ve insanlar arasında bir dayanışma aracı olarak benimsedi. Konsolosluk görevleri sona erince, Paris'e yerleşti ve orada İspanya'nın yararı için, İspanya-Amerika Grubu'nu kurdu. Şiirlerini en çok etkileyen olay, İspanya'da ki iç savaş ve Lorca'nın ölümü oldu. Bunun üzerine "İspanya Gönüllerde" adlı şiirini yazdı ve büyük bir yankı uyandırdı. Şili'ye dönünce, yeni yönetim İspanyol Cumhuriyetçilerinin, Şili'ye sığınmalarını düzenlemek için Paris'te görevlendirdi. 

1943 yılından itibaren ülkesi olan Şili'ye geri döndü ve siyasete atıldı. Senatoya seçilerek, Şili Komünist Partisi'ne girdi. Fakat partinin anlayışıyla, yönetimin anlayışı birbirini tutmayınca ve  Başkan Videla'nın, grev yapan madencileri protesto etmesini, protesto ettiğinden, komünizmin yasa dışı sayılması gerekçesiyle kendi ülkesinde kaçak yaşadı. 1949 yılında yurt dışına kaçtı. Çeşitli ülkelerde dolaşmaya ve şiirlerini yazmaya devam etti. Artık şiirleri romantik ve egzotik değil, siyasi nitelikteydi. Daha sonra Varşova'da "Dünya Barış Ödülü"nü aldı. 1953'de yönetimin değişmesiyle, ülkesine geri döndü. Aynı yıl "Stalin ödülü"nü kazandı. 1969'da bir zamanlar kaçak olarak yaşadığı ülkesinde, Cumhurbaşkanlığına aday gösterildi. Fakat adaylıktan çekildi ve yerini yakın dostu Allende'ye bıraktı. 1971 yılına gelindiğinde ise artık "Nobel Edebiyat Ödüllü" bir yazardı. 1973 senesinde askeri darbeden sonra evi basıldı ve kitapları yağma edildi. Bir süre sonra öldüğü açıklandı. Lirizmi asla kısıtlamadı. Modernizm, sürrealizm ve Marx'ın maddeciliğinden yararlanarak, eserlerinde bir bütünlük sağladı. Çoğu eseri, savaş sırasında el altından basılarak okurlarına ulaştırıldı. En sevdiği şey ise çakıl taşları ve taşların birbirine vurulduklarında çıkardıkları sesti.

OYUN HAKKINDA (devam)

Pablo Neruda'nın Kara Ada'da geçirdiği yıllarını anlatan oyun, %40 şiir, %60 siyasi bir nitelik göstermekte. Cumhurbaşkanlığına aday gösterilişi, Nobel Edebiyat Ödülünü alması ve ölümü ana temalar olarak belirlenmiş. İkilinin ilişkisi, postacının, ünlü şaire her gün bir yığın mektup götürmesiyle başlıyor. Durmadan sorular soran ve bir şeyler öğrenmek isteyen postacının sorduğu her soruyu, seyirci olarak siz de düşünüyorsunuz. (Bundan dolayı, düşündüren ve düşünülen şeylerin boşa gitmediği bir oyun.) İlk olarak "metafor"  (Bir kelimeyi, başka bir kelimenin yerine kullanma sanatı.) kelimesini öğrenen postacı, adını bile zor söylemesine rağmen her cümlesiyle bir metafor yaratmayı başarıyor. Oyundan bir alıntıyla durumu daha iyi özetlemek gerekirse; "Gökyüzü durmadan ağıyordu." dediğim de ne anlarsın diye soruyor Pablo Neruda. Postacı da "Çok kolay. Yağmurun yağdığını anlarım." diyor. İşte bu bir metafor olarak karşımıza çıkıyor. Metaforu öğrenen postacı, "Bütün dünya bir metafor mu?" diye soruyor. Şair cevap veremiyor ve düşünmek için izin istiyor... 

Günler bir bir geçerken, postacı Beatriz adında bir kıza aşık oluyor. (Ünlü şair Dante'nin de aşık olduğu kızın adı.) Aşık olduğu kızı elde edebilmek için süslü kelimeler kullanmak istiyor. Bunun içinde ona çok basit gelen metafora başvuruyor. Pablo Neruda'nın şiirlerini okuya okuya, ondan ders ala ala bir şair olan postacı, isteğine kavuşuyor. Bu sayede Pablo Neruda, postacıya, dilinin pul yalamaktan başka bir işe yarayacağını da göstermiş oluyor. Beatriz'in, erkeklerin ne mal olduğunu bildiğini söyleyip duran ve postacının da bir erkek olduğunu hatırlatarak, kızına dokunup dokunmadığını merak eden bir annesi var. Beatriz'in, postacının kendisine asla dokunmadığını, sadece şiir okuyarak kalbini çaldığından bahsetmesi ise annesini çıldırtmasına yetiyor. Ve şöyle diyor: "Bir erkeğin, kızımı ellemesini, şiir okumasına tercih ederim. Çünkü şiir en tehlikeli şeydir." Bu cümleye rağmen mutlu bir evliliği yakalayan Beatriz ve postacı, doğacak çocuklarına, bu yapının mimarı olan Pablo adını koyuyor. 

Nobel Edebiyat ödülünü almak için çoktan Paris'e giden Pablo Neruda, ne yazık ki tüm bu yaşananları göremiyor. Çareyi mektup yazmak ve hediye (kaset) göndermekte buluyor. Mektupta ise şöyle yazıyor: "Çan sesi, rüzgar sesi, suların kayalara vurunca çıkardığı ses, kuş sesi. Bu seslerin hepsini kasete kaydet ve bana yolla." Denilenleri yapıyor Mario ve kaseti şaire yolluyor. Bir de şiir yazıyor kendince. Onu da yolluyor. Artık son günleri yaklaşan Neruda, Kara Ada'ya geri dönüyor. Son isteği ise denizi görmek. Uzaklarda, kayalıkların üzerinde yatan dört kişi çarpıyor gözüne. "Ne yapıyorlar orada?" diye soruyor. Yıl 1973. "Pinochet, Şili darbesini yaptı. Darbe sonucu ölenler, kıyılara vurdu." cevabını veren Mario, yukarıdan gelen bir sesle karakola çağırılıyor. Savaştan yana olmayan Mario, eline iki çakıl taşı alıp birbirine vuruyor. O sırada beyaz bir güvercinin kanatlarını çırpıp, "barış" diye haykırarak göğe doğru yükselişi bizleri selamlıyor. Burada Pablo Neruda'nın simgesi haline gelen çakıl taşlarının barışa olan  katkısını, Neruda'nın barışçıl kimliğiyle özdeşleştirmek mümkün.    Eğer siz de bir postacının, yaşadığı deneyimler sonucu güçlü bir şaire dönüşmesine tanıklık etmek istiyorsanız, bu oyunu sakın kaçırmayın...  

REJİ

Rejisör koltuğunda Ragıp Yavuz'u görüyoruz. Broşürde okuduğuma göre 2006'dan beri bu oyunu sahnelemek istiyormuş. Keşke daha önce sahneleyebilseymiş. Yönetimle ilgili bir sorun olduğunu tahmin ediyorum. Kendi tabiriyle "İzdüşüm"lerden yararlanmış bu oyunda Ragıp Yavuz. Pablo Neruda'yı hem bir oyuncu hem bir anlatıcı olarak kullanmış. Sahne geçişlerinde olayı, yani aradan geçen sürede nelerin yaşandığını aktarmada akıllıca bir çözüm olduğunun farkındayım fakat bazı olaylar bana çok kopuk geldi. Hiç beklemediğim bir anda Beatriz'i gelinlikler içerisinde görünce doğrusu şaşırdım. Halbuki bundan bir önceki sahnede kızın annesi, kesinlikle evlendirmeyeceğini söylüyordu. Yine Beatriz'in, elinde bir kundakla gelişi sayesinde, aradan birkaç yıl geçtiğini anladım. Bu kopukluklara farklı bir çözüm bulunabilseymiş çok daha iyi olurmuş. 

Neruda, dönemin olaylarını aktarırken, arka kısımda dört kişi, anlatılanları canlandırır nitelikteydi. İzdüşümlerini bizlere de yansıtmayı başarabilmiş Yavuz. İlk kez böyle bir sahneleniş gördüm. Dört kişinin, orada ne işi var? diye sormuyorsunuz. Sanki onlar olmasa oyun çok eksik kalacak gibi. Kızın annesi ile Neruda'nın buluşması ve aradan geçmesi gereken süreyi müzikle doldurup, arkadaki iskeleyi ise geçiş yolu olarak kullanılması yerinde bir karar olmuş. Hem zaman geçişi hem de yol zahmetinden arınılmış. Barkovizyon kısmına geldiğimizde ise, dalgaları, güneşi, kuşları, gökkuşağını, karı ve barışı simgeleyen güvercini görüyoruz. Ayrıca görüntünün olmadığı zamanlarda, fon görevi görüp, izdüşümlerin yansımalarını sağlaması açısından çok amaçlı kullanıdığını belirtmeliyim. 

DEKOR - KOSTÜM - IŞIK - MÜZİK - EFEKT

Sahne baştan başa, irili ufaklı çakıl taşlarıyla dolu. Pablo Neruda'nın bu sevdası es geçilmemiş. Çakıl taşları zaman zaman çok ses çıkartsa da, o taşların çıkarttıkları ses Neruda'nın en sevdiği ses olması durumu aşikar kılıyor. Sahne, ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta Pablo Neruda ve postacı, diğer tarafta ise Beatriz ve annesi. Yataklar, sandalyeler, komodinler balıkçı ağlarından yapılmış. Kara Ada'dakilerin balıkçılıkla geçimlerini sağladıkları ve Mario'nun babasının balıkçılık yaptığını düşünürsek doğru bir tercih diyebiliriz. Dekor tasarımı, Barış Dinçel'e ait. Gerçekten çok başarılı.

Kostüm tasarımında karşımıza çıkan isim, Canan Göknil oluyor. Beatriz'in, şuh ve şehvetli kadın imajı, giydiği dekolteli ve mini elbiselerle sağlanmış. Gelinliğinin bile o tarz olması güzel bir ayrıntı. Annenin, kızı kadar olmasa da daha kapalı kıyafetlerle, aslında ondan aşağı kalır yanının olmaması iyi özetlenmiş. Mario ise, üzerine asılı çantası, paçalarını kıvırışı, başında şapkasıyla bizlere postacı olduğunu anlatmakta başarılı. Pablo Neruda ise son derece günlük ev halleriyle, üzerindeki Şili'ye has örtüsüyle, ölüm anındaki beyaz kostümüyle, Paris'te  kar yağarken giydiği mevsim betimlemesi için kullanılan, atkısı ve paltosuyla olayı tamamlıyor. 

Işık tasarımı bu oyunun en göze çarpan öğesi diyebilirim. Kemal Yiğitcan işini biliyor. Özellikle izdüşümler kısmında dört kişinin baştan aşağıya beyaz bir fonun önünde simsiyah gözükmeleri, barkovizyonda değiller de gerçekten var olduklarının algılanması son derece başarılı. Çakıl taşlarının tepeden değil, yerden ve yandan, ikili aydınlatılmaları daha derin bir anlatım oluşturmuş. Pablo Neruda ise anlatıcı konumundayken, nokta aydınlatılmasıyla, o, izdüşümleri ve çakıl taşlarının yansıması, başka hiçbir şeyin gözükmemesi, oyunun özünü vermeye yetmiş, hatta artmış bile. Gece - gündüz geçişlerinde ise basitlik yakalanmış ve lambalardan yardım alınmış. 

Müzik konusu ise bu oyunda çok hassas bir yerde. "The Beatles" grubunun seslendirdiği "Mr. Postman" şarkısı ve "Madreselva" şarkıları kullanılmış. İkisi de oyunu anlamlı kılmış. Madreselva şarkısı, filmde de kullanılmıştı. Burada ise sahne geçişlerinin yaratılmasında bir işlev görmüş. Efektler Ersin Aşar imzalı. Pablo Neruda'nın, Mario'dan kasete kaydetmesi için istediği bütün sesler, efekt olarak kullanılmış. İzdüşümler esnasında dört oyuncu arasındaki bütünlük yani koreografi ise çok hoş ve estetik. Yasemin Gezgin'e teşekkürler... Bu arada söylemeden edemeyeceğim, Mario bisiklet sürdüğü için ayak bilekleri, bisikletin zincirinden yağ içinde kalmıştı. Ayrıntısıyla düşünülmesi beni çok mutlu etti. 

OYUNCULUKLAR

Beatriz rolünü canlandıran Derya Çetinel, biraz evvel dediğim gibi frapan bir kadını başarıyla canlandırmış. Seksi bir görüntü verebilmiş. Ayşegül İşsever, anne rolünde oldukça sinir bozucu. Zaten öyle olması gerekirdi. Sadece sesi bana biraz yetersiz geldi. Mario rolündeki Mert Turak, saf çıkışları, anlamadığı zamanlardaki masumluğunu, sesinde ki yer yer iniş ve çıkışları kullanmakta oldukça iyi. İlk defa oyunculuğunu abartılı bulmadım. Ve Levent Öktem. Pablo Neruda rolünü içine sindirmiş, bir yazarın verebileceği olgunlukla karakterini canlandırmış. Dört kişilik bir oyun hiçbir zaman bu kadar keyifli geçmemişti. İzdüşümlerde ki oyuncu arkadaşlarımız, Derya Keykubat, Derya Yıldırım, Hamit Erentürk ve Cihan Kurtaran ise koreograf ve rejiden istenileni yapmışlar ve oyunun başarısına katkıda bulunmuşlar. Doğru kadro ve reji bir araya gelerek, oyun kotarılmış. 

PABLO NERUDA'NIN "SORULAR KİTABI"NDAN

Eğer ölmüşsem ve farkında değilsem kime soracağım saati?
Ne bekliyor beni Kara Ada'da?
Kime sorabilirim bu dünyaya ne yapmaya geldiğimi?
Kaç soruya sahiptir bir kedi?
Doğru mudur hüznün kalın, melankolinin ince olduğu?
Beni kaybettikleri yerde mi sonunda buldum kendimi?
Ve kim bana göç et dedi, kemiklerim Şili'de yaşadığı halde?
Ne diyecekler şiirim hakkında kanıma asla dokunmamış olanlar?
Neden gizemli doğmadım?
Doğru mudur umutlarımızın çiğ ile ıslanması gerektiği?
Neden hep Londra'da yaparlar kongrelerini şemsiyeler?
Hangi dilde yağar yağmur acılı kentlerin üstüne?
Neden dev uçaklar çocuklarıyla birlikte uçmazlar?
Düşer mi aşk düşünceleri nesli tükenmiş volkanların içine?
Söyle bana şu gül çıplak mı yoksa bu onun tek giysisi mi?
Ne gelir başlarına okula geç gelen serçelerin?
Adı nedir o koktelylin, hani şu votka ile şimşeklerin karıştırıldığı?
Ne kadar uzun gelir konuşmaları diğerlerinin, eğer daha önce biz konuşmuşsak?
Aşk, aşk, erkeğin ve kadınınki, eğer artık yoklarsa nereye gittiler?
Neden şafak sökmüyor artık Bolivya'da Guavera'nın gecesinden sonra? Ve arıyor mu orada katillerini onun katledilen kalbi?
Kim emretti bana yıkamayı kendi gururumun kapılarını?
Ve ne önemim var unutulmuşluğun mahkeme salonunda?
Hüzünlü şiirim kendi gözlerimle mi bakacak?

Çeviri: Selahattin Yıldırım

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Ve de sizlerden şu soruların cevabını düşünmenizi dilerim. Şiir, yazana değil de, ihtiyacı olana mı aittir? Peki, bütün istek ve hayallerimize nasıl ulaşabiliriz? Tabii ki ateşli bir sabırla...

Not: Oyun 90 dakika / Tek perdedir.

Oyunda kullanılan şarkılar;



OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR






KİTAP VERSİYONU (1982)


FİLM VERSİYONU (1994)


PABLO NERUDA
(1904 - 1973)


ANTONIO SKARMETA
(1940 -     )


EGE KÜÇÜKKİPER