26 Aralık 2013 Perşembe

Erkeğin 'Savaş', Kadının 'Barış' Olduğu Oyun: "Lysistrata" (İBBŞT)




LYSİSTRATA

Aristophanes’in, “Barış üçlemesi”nden biri olan Lysistrata (Diğer ikisi, “Barış” ve “Kömürcüler”) İ.Ö 411’de yazılarak, “savaş karşıtı ilk oyun” nitelemesiyle tarihteki yerini almış. İlginçtir, Devlet Tiyatroları’nda sadece dört kez sahnelenmiş. Ve her bir sahnelenişinde orijinal adının yanına çeşitli eklentiler almış. Kimi sahnelenişte “Kadınlar ı-ıh Derse”, kimisinde “Kadınlar Savaşı”, İBBŞT’nda ise “Kadınlar da Savaşırsa” ibaresiyle seyircisini selamlamış. Aristophanes, Antik Yunan Tiyatrosu’nun önemli komedya yazarlarından biri. Atina demokrasisinin hem yükseliş hem de gerileme dönemlerine tanıklık etmiş ve Pelepones Savaşı’nın tahribatlarını gözlemleyerek, bu tarihsel olgulara yapıtlarında yer vermiş.

Oyuna biraz daha yakından bakmak gerekirse; erkeğin gözünden kadın, kadının gözünden erkek profilinin çizildiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Aslında bunu söylerken pek de rahat değilim. Çünkü yaratılan profil hiç iç açıcı değil. Her iki cinsin ortak noktası cinsellik. Yanlış anlaşılmasın cinsellikten rahatsız olmadım. Neticede bu da hayatın bir parçası. Fakat erkeklerin, kadınları sadece cinsel yaşamlarını idame ettirebilemleri açısından önemli görmelerini ve onları çeşitli hakaretlerle (“Hayvan” dahil) aşağılamalarını midem almadı. Midemin alamayacağı bir şeyi buraya yazmak gerçekten çok güç. Bu tutumların, oyundaki erkekler karakterler tarafından gerçekleştirilmesi, kendimi aşağılanmış hissetmeme sebep oldu. Buna sebep bir başka etken de “Kadın barışsa, erkek savaştır” repliği idi. Evet, savaşı çıkaranlar erkek olabilir ama burada bir genelleme söz konusu. Yani bende mi savaşım? Birde bu replik, broşür arkasına yazılarak, oyunun temeli haline getirilmiş. Pes doğrusu!

Oyunda, kadınların ağzı iyi laf yapar, savunmaları güçlüdür, erkekler ise sadece kuru gürültüden ibarettir izlenimi, gerek replikler, gerek şarkılar, gerek hal ve hareketlerle çok iyi verilmiş. Tabii bu kısım da, bir önceki paragrafta bahsettiğim, kadının gözünden erkek profilinin izdüşümü. Yani neresinden tutsam elimde kalıyor. “Cinsiyetçilik” oyunu şekillendiren ana unsur. Halbuki verilen mesaj “barış”. Mesaj gayet güzel, kim böyle bir mesaja karşı çıkabilir ki? Ben de çıkmam. Karşı çıktığım şey, mesajın iletiliş biçimi. Kadınların “aşklık” grevi yaparak, (eşleri ile yatmayarak) savaşı durdurmaya çalışmaları ne ile açıklanabilir? Son olarak “ziyaretçin var” cümlesi ve elde tutulan mızrak, kadınların kendi içlerinde hapis hayatı yaşamalarını örneklendirmiş. Dayanışmaya rağmen. İlginç. Oyun komedi formunda olduğunu ve Türk milletinin belaltı olaylara karşı ne kadar ilgili olduğunu hesaba katarsak, kahkaha ve alkış oranının yüksek oluşu şaşırtıcı değil. Beğeninin ve zevkin ölçütü bu mu olmalı? Oyunun bende etkisi bu idi. Bir başkasında tam tersi olabilir. Beklentiye bağlı…

REJİ

Kemal Kocatürk’ün rejisörlüğünü üstlendiği bir oyunu ilk kez izledim. Kendisini oyuncu olarak çok beğenirim fakat bahsi geçen oyundaki yönetim tarzını içime sindiremedim. Elbette beğendiğim noktalarda oldu. Önce onları yazsam daha iyi olacak. Erkeklerin, her iki yanda duran beyaz bölümlerin içerisinde durmaları, bana, “parçalamak (Savaşmak) için kafes arkasında bekleyen aslan” izlenimini verdi. Metni düşünürsek, amaca hizmet ettiği aşikar. Kullanılan enstrümanlar, kadınların daha naif (Tef, yan flüt, darbuka), erkeklerin ise daha sert (Davul vb.) olduğunu estetik olarak vurgulamış. Yine erkeklerin sahne aşağısında, kadınların ise sahne üzerinde rollerini canlandırmaları (Bir kısmını), “üstünlük” farkını belli etmiş. (Bana göre eşittir de, metin o şekilde olduğu için bu sahneleyiş çok normal) Buna normal gözüyle baktım ya neyse… Hadi ben baktım, rejisör de mi baktı? Gözümü rahatsız eden ufak bir ayrıntıyı buraya sıkıştırmak istiyorum. Ellerinden bağlı olan iki karakterin, iplerinin asılı olduğu yer gözükmese daha iyi olurmuş.  Hazır iplerden söz açılmışken, iplerden kurtulduktan sonra, miğferlerin boşlukta sallandırılışı durumu toparlamaya çalışmış. Lakin çözüm “asmak” mıdır? Tartışılır…

Bölümün başında bahsettiğim, beyaz kısımlara yansıtılan görüntüler, (Savaşlar, liderler vs.) oyunun komedya oluşunu desteklemekten çok yaşananlarla dalga geçmiş. Ne demek istediğimi oyunu izleyenler bilecektir. Söylersem büyüsü kaçar.  Madem savaş olmasın, barış olsun istiyoruz, bu iş, savaşı çıkaranları ya da savaşa destek verenleri küçümseyerek değil, ciddiye alarak olur. (Ben bu şekilde düşünüyorum, farklı da olabilir) Söylemeye dilim varmıyor ama “günümüz türkçesiyle” konuşan gençlik (Kelimeleri yayarak, ör: “yaaaniiii”) oyunda yerini bulmuş. Bu da komedya formunu üst düzeye çıkarmak için mi? Bana pek öyle gelmedi. Sürekli tekrarlanmasından son derece rahatsız oldum. Bir-iki seferliğine kabul edilebilirdi. (Belki) Tencere, tava, kepçe gibi aletlerden oluşan kukla, “Gezi”ye yapılan bir gönderme. (Sanki) Oyuncuların da şiveli konuşması, benim açımdan bu konuyu destekler cinsten.  Uygulanan mizansen, oyuna yedirilmiş (mi)?  (En azdından bunun ne iş var burada demedim. “Gerek var mıydı?” cümlesi hala soru işareti olarak aklımın bir köşesinde durmakta) Ben olsam “döviz” de kullanırdım. Son olarak, finalde beyaz örtülerin birleştirilip, büyük bir şekil alması ve oyuncuların, bu büyük örtünün altına girişleri, (Malum, beyaz = barış) barışa sığınmaları anlamını taşımış. Tabii oyunu izledikten sonra pek inanasım gelmiyor ya, biz yine neyse diyelim…

DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK

Sahne tasarımı da Kemal Kocatürk’e ait. Aklındaki şeyleri rahatlıkla uygulayabileceği bir dekor anlayışı göze çarpıyor. Bu açıdan güzel. Hatta sahnenin tahtalarını görmüyor oluşuma çok sevindim. Kapının devasa boyutunu gördüğümde zihnime başka şeyler gelmişti fakat oyun boyunca yarısına kadar (İnsan boyu kadar) kullanıldığını görünce, biraz ironi sezmekle birlikte, genel dekorun büyüklüğüne uyum sağlaması için yapıldığını düşündüm. Kazanın, merdiven üzerinde durması ve yine normal boyutundan büyük olması, yeminin büyüklüğünü, ayrıca özel bir bölümün varlığını hissettirmiş. Dekorla ilintili olarak aksesuarlardan da bahsetmek isterim. Dekorun tersine, aksesuarların (Döşek, yastık, hasır) standart boyutlarından küçük oluşlarını, acaba “bunlar erkeklerin istekleri o yüzden küçük” diye mi anlamalıyım? Eğer öyleyse akıllıca! Barış sağlandıktan sonra kazandan sarkan sebze-meyveler, “bu iş meyvesini verdi” dedirtmiş.

Kostümler, Canan Göknil imzalı. Dönemi ve geçtiği yeri yansıtan tipik kostümlerden farklı olarak, modernize edilmiş. Oyunun geneline destek yaparak, kadın karakterlerin dişiliğine dişilik katmış. Kadın karakterlerin, ikişer, üçer, “bir örnek” giyinişleri, her bir grubun başka yerden geldiğini betimlemiş. Işık ilk başta çok hoşuma gitti. Özellikle sağ kısımda yanıp sönen kırmızı ışık, duruma “alarm” havası vermiş. Fakat ben anlayamamışım. “Kaç, kurtul” demek istiyormuş. Hadi daha oyunun başı diye anlamadım diyelim. İlerleyen dakikalarda, sahnenin çeşitli yerlerinin kırmızıya bürünmesinden de mi anlamadın Ege?!! Kırmızı demişken hemen araya gireyim. Kadınların hakim olduğu sahnelerin çoğunda kırmızı ışık kullanılmış. (Bu alarm olan modelinden değil) Birde renk cümbüşü var. Sahne mavi, kırmızı, yeşil, beyaz, lacivert gibi renklere bürünüyor. Dediğim gibi bir cümbüş. Hem de ne cümbüş… (Son yazdıklarımın, oyunda kullanılış amacını anlayamadım. Işık: Murat İşçi)

Koreografi (Salima Sökmen) ve müzik (Mertol Şalt) oyunun hatırı sayılır unsurları. Aristophanes’in oyunlarında “mim” ve “koro” önemli bir yere sahip. Burada her iki öğe de etkin konumda. Fakat müzikler içler acısı. Saydım, aynı şarkı altı kez söylendi. Haliyle bir süre sonra insan sıkılıyor. Sözler de tuhaf ve amaçsız. Bir tanesinde, “Hava gibiyim hava, cıva gibiyim cıva…” diyor. Aslında bu sözler oyun hakkındaki genel değerlendirmemi yapabilmeme yardımcı bir amaç üstlenmiş. O da, oyunun gerçekten hava, cıva, aygaz olduğu. “Mim” ise, bilhassa kadınlarla erkeklerin tartışma anlarında varlığını göstermiş. Açılış şarkısının savaşı andıran dizelerle bezeli oluşu, erkekleri ön saflarda tutarak, koreografiyi güçlendirmiş. Sırf kadınların olduğu sahneler, kadınsal figürlerle daha da anlamlandırılmış. “Sirtaki” oyunun baştacı. Unutulmaması beni mutlu kıldı. Keşke aynı şeyi “Çalışkuşu” için de söyleyebilsem. Nasıl bir mana aramalıyım, bilemiyorum. 2. Perdenin başlangıcının aynı olması da beni şaşırttı. Gerçi çoğu şey aynı ama neyse…

OYUNCULUKLAR

Berrin Akdeniz, Hülya Arslan, Murat Bavli, Demet Bozkaya Şalt, Ayşen Çetiner, Gökhan Eğilmezbaş, Bensu Orhunöz, Çağrı Hün, Irmak Örnek, Selçuk Soğukçay, İbrahim Ulutaş, Okan Patırer, Çağatay Palabıyık, Çağlar Yiğitoğulları ve Nazan Yatgın’dan oluşan kadroda oyunu izlediğim akşam bazı oyuncular sahneye çıkamamış. (onların yerine başka oyuncular çıkmış) Bu durum her ne kadar, “seyirciyi olumsuz yönde etkilemek istemedik” mantığıyla açıklansa da, benzeri bir durum “İstanbul Efendisi” adlı oyunda “açıklanarak” yapılmıştı. Negatif bir tutum içerisine girdiğimi hatırlamıyorum. Oyun gayet keyifli geçmişti. Kişi kişi değerlendirmeyi pek sevmediğim için genel olarak bakacağım. Bu bakışımın yorumu ise, ekibin uyum içerisinde olduğu yönünde.

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…

Notlar:

Oyunu, çok sevdiğim bir kız arkadaşım ile izledim. O da çok rahatsız oldu. Bunu belirtmemin nedeni, sadece erkek gözüyle (ben) değerlendirilmediğinin bilinmesidir. Hatta o arkadaşım ilk perde bitince gidecekti fakat bana ayıp olmasın diye kaldı. Ben de ilk kez bir oyundan erken ayrılmak istedim. Yine de saygımdan dolayı kaldım.  


Oyun 2 saat / 2 perdedir.


2013 Uluslararası Stobi Antik Drama Festivali En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Nazan Yatgın
Sahne Görsel Efekt Tasarımı Ödülü: Kemal Kocatürk, Sırrı Topraktepe

Kaynaklar

Vikipedia
Devlet Tiyatroları belgeliği
Oyun broşürü

Şikayet

Üst yazı uygulaması YİNE yoktu!


Oyuna uygun bir afiş. Anlayana...






OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR





ARİSTOPHANES

(M.Ö 446 - 386)


EGE KÜÇÜKKİPER


23 Aralık 2013 Pazartesi

Neil Simon'dan 'Pulitzer Ödüllü' Bir Başyapıt Adayı: "Müziksiz Evin Konukları" (Tiyatrokare)




MÜZİKSİZ EVİN KONUKLARI

Tanıtım kısmına geçmeden önce yazar hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Bu oyunla birlikte “Neil Simon üçlemesi”ni tamamlamış bulunuyorum. Yanlış anlaşılmasın, “Müziksiz Evin Konukları” Neil Simon’ın diğer oyunlarının devamı değil. Üçleme dememin sebebi tamamen benimle alakalı. Önce “Aşka 103 Adım” (Yine Tiyatrokare’de, geçtiğimiz sezon başladı, devam etmekte) sonra Ankara Devlet Tiyatrosu’nda bu sezon izlediğim “Aklımdaki Kadınlar” ve şimdi Müziksiz Evin Konukları. Üç oyunu birden toplu olarak değerlendirmemin sebebi, ortak bir yönün varlığı. Önce yazardan bahsedişimin nedeni de bu. İlk iki oyunda farketmemiştim ama üçüncü de görünce “tesadüf” olamayacağına inandım.

“Aşka 103 Adım”da (Orijinal adıyla “Parkta Çıplak Ayak”) başrolde ki erkek karakter, obsesif kompulsif yani titizlik hastası. “Aklımdaki Kadınlar”da, yine başrolde ki erkek karakter nevrotik yani kişilik bölünmesi yaşayan biri. “Müziksiz Evin Konukları”nda ise, 35 yaşında olmasına rağmen çocuk zekası taşıyan bir “kadın” karakter karşımızda duruyor. Yazarın neden böyle bir tutum içerisinde olduğunu bilmiyorum ama ben, Neil Simon’ı çok sevdim. Her oyununda aynı lezzeti aldım. Komedi ile dramı aynı potada başarıyla eritebilen bir yazar olduğunu düşünüyorum. Umarım başka oyunlarını da seyretme fırsatı bulurum. Şimdi Tiyatrokare’nin yorumuna bir bakalım…

Tiyatrokare, 22 yıl önce açılış oyunu olarak seçtiği Müziksiz Evin Konukları’nı, bu yıl kaybettiğimiz Macide Tanır’ın anısına sahneliyor. Macide Hanım bu oyun ile 50. Sanat yılını kutlamış. Tesadüfe bakın ki, 22 yıl sonra Macide Hanım’ın üstlendiği rolü oynayan değerli sanatçı Serpil Tamur’da 50. Sanat yılını kutluyor. Ne bereketli oyun. Oyun demişken, 1990’da yazılmış ve ertesi yıl “Pulitzer Ödülü” almış. Hal böyle olunca, oynayan sanatçıları da görünce, beklentimi yüksek tuttum. İyi ki de tutmuşum, sezon başından beri aradığım iyi oyuna, seneyi bitirmeden kavuştum. Çok şükür… 
  
Oyunda, konudan ziyade, konunun işleniş biçiminin ve barındırdığı mesajların daha etkili olduğuna şüphe yok. Fakat adettendir, konudan da biraz bahsedeyim. 2. Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü yıllarda, babalarının, ekonomik olarak çöküşü nedeniyle, bir babaanne ve çocuk ruhlu bir hala ile yaşamak zorunda kalan iki gencin, hem acıklı hem komik hem de sıcacık yaşam öyküsü anlatılıyor. Bu yazımda karakterler üzerinden gidip, analiz yapmayı daha uygun buldum. Önce “Babaanne”den başlayalım. Bu karakter bende çeşitli sebeplerden ötürü “diktatör” izlenimi yarattı. Hatta günümüz Türkiye’si ile fazlasıyla bağdaşlaştırdım. Berlin’de acılar çekmiş, sevgiden yoksun büyümüş, hayatta kalmak için dirayetin önemli olduğuna inanan, çelik gibi sinirlere sahip karakteri, çevresindekiler: “Babaanne’den bütün memleket korkuyor” diyerek anlamlandırıyor. Farkındaysanız hep “karakter” diyorum. Çünkü adı yok! Aslında bu ayrıntı her şeyi fazlasıyla açıklıyor. Adın ne önemi var ki…

“Sevgi” ve “aile” oyuna şeklini veren en önemli iki kavram. Sevgisiz bir birey, etrafındakilere de sevgisizliği aşılar. Onlar da başkalarına. Özelden genele gitmek gerekirse, bireyden yola çıkarak topluma ulaşır ve bunun neticesinde “hastalıklı toplum” ortaya çıkar. (Bunu ben değil Neil Simon söylüyor, en azından ben bu şekilde anladım) “Kaos”un oluştuğu sahne bunun en güzel örneği. Sevgi yoksa, birlik-beraberlik de yok. Sevgi yoksa, anlayış-hoşgörü de yok. Sevgi yoksa huzur ve barış da yok. Kısacası sevgi yoksa hiçbir şey yok… Hele ki bunu savaş döneminin içerisine yedirerek anlatan bir yapı olunca, oyun daha da anlam kazanıyor.

“Kuşak çatışması”, oyunun bir başka boyutu. Bu fark, “değişen toplum” yapısını baz alarak sunuluyor. Bu oyundan sonra “şey” kelimesini kullanmamaya gayret göstereceğim. Ne kadar başarılı olurum, bilemem. Bu cümlemden kastettiğim, oyunun, “dilin kullanımı ve önemi” hakkında ders verici nitelikte olması. Taa o zamanlarda bile böyle ise, şimdiyi düşünmek bile istemiyorum. “Yozlaşma”nın kendine yer bulduğu eserde, “hırsızlık” da bir ölçüt olarak ön plana çıkıyor. Bu ölçüt, “Karınlarını doyurmak zorundalar” repliğiyle kendisine bir dayanak noktası arıyor. İşte savaşın getirileri. (?) Götürüleri desek daha doğru olur… Bu kadar karamsar bir havanın hüküm sürdüğü oyunda öyle bir ruh var ki, her şeye iyimser baktırıyor: “Müzik.” Oyunda da söylendiği gibi: “İşte buna müzik derler.”

Hayal ile gerçek arasındaki ayrım, gerçeği görenle, hayali kuran kişilerin zıtlıklarından doğuyor. Burada durup, “Bella” (hala) karakterine biraz daha yakından bakalım. Yazımın başında da bahsettiğim gibi, 35 yaşında ve bir çocuğun zekasına sahip. Aynı zamanda kadınsal dürtüleri de başrolde. Bella’nın karakteri en baştan itibaren göze çarpsa da, içinde yaşadığı derin duygular, oyunun sonunda netleşiyor. Annesi ile olan tartışmasında, annesi, dünyanın kirliliğinden ve kötülüğünden dolayı, Bella’nın her zaman “çocuk” kalmasını istiyor. Fakat Bella bu durumdan son derece rahatsız. Rahatsızlığını dile getirirken, annesini de dize getiriyor. Yani çocuk, “baş”a ders veriyor. Bu ülkenin umudu da çocuklar/gençler değil mi?

REJİ

Sezon başından beri izlediğim hemen hemen her oyunda “Gezi”ye bir gönderme vardı. Ama fazla abartılı ve süslü püslüydü. Oyunun özüne müdahale edilmiş ve güncellemeler /göndermeler, diyalogların arasına zekice yerleştirilmemişti. Müziksiz Evin Konukları, tam da istediğim gibi bir yapıda kugulanmış. Gezi Parkı olayları sanki metnin içerisinde. Tabii sonradan eklendiğinin farkına varıyorsunuz fakat göze batmıyor. Milim milim hesaplandığı çok belli. Öncelikle bu hassasiyet için teşekkür ederim. İzlerken düşüncelerime engel olamadığım bir başka konu, Nedim Saban’ın rejisinin bir “uyarlama” (sanki) olduğu. Karakterler, türk aile yapısına çok benziyor. Koltukların üzerinde duran danteller de cabası. Yazarı bilmesem, oyunu türk bir yazarın yazdığını sanırım. Güncellemeler de olduğu gibi, bu kısımda da hava bozulmamış. Aksine daha sıcak ve samimi olmuş. “Sen banka müdürü müsün ki 2 saat paydos yapıyorsun?” cümlesi de son yaşanan olayları getirdi aklıma.

Bu paragraf biraz daha farklı. Bu sefer olan ile olmalıydı (bana göre) arasındaki ayrımları vurgulayacağım. Bunun için pervaneden başlayalım. Oyun, mevsim olarak yazın geçtiği için sürekli pervane dönüyor. Dönüş hızı ise sabit. Ben olsam doruk sahnelerde daha hızlı döndürür, temponun düştüğü, sakin sahnelerde daha yavaşa indirgerdim. Bir süre sonra pervane tamamen duruyor. Çünkü evde soğuk hava (tartışma) esiyor. Haliyle pervaneye gerek kalmıyor. Bu kısmı çok beğendim. (Detay olduğu için) Yine bir detay aklıma takıldı. Babaanne çok titiz ama evde herkes ayakkabı ile dolaşıyor. Terlik olsa daha iyi olurdu. Hem yukarıda bahsettiğim türk aile yapısına da uyum sağlardı. (Eğer amaç oysa) Hani bahsetmiştim ya hayal ile gerçek arasındaki farktan, işte arka planda duran rengarenk şeker kavanozları bunu betimleme de çok başarılı. Tabii bu dekoristin payı fakat fonun önünde siyah bir tül olup, sadece hayal ya da özlem sahnelerinde gözüktüğü için, o renkli dünyayı anlatma da başarıya ulaşmış.

DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK

Dekor, Barış Dinçel imzalı. Eşyaların eskiliği, klasik oluşu, kısacası Babaanne’nin zevkine göre döşenmesi, evin hakiminin o olduğu yönünde ipuçları vermiş. Film afişleri, artistlerin fotoğrafları, olayın hangi dönemde geçtiğini bildirirken, yerden başlayıp, tavana kadar uzanan büyük büfenin bir kanadının açık oluşu, “pandoranın kutusu”nu görmemizi sağlamış. Reji bölümünde bahsettiğim renki şeker kavanozlarının olduğu bölüm, iyiliği, hayali, güzelliği ve de en önemlisi oyunun çocuk ruhunu betimlemiş.

Babanın takım elbisesi kahverengi. İki çocuktan, büyük olanın ki de kahverengi. Küçük olanın ki ise yeşil. Burada renkler baz alınarak, yaş ilerledikçe, babaya benzeme motifi göze çarpmış. Bu da bir detay. Bella’nın kostüm renkliliği, çocuk zekasına uyarken, Babaannenin koyu renk giyinişi, karakterize özelliklerini dışa vurgulamış. Serpil Tezcan’a teşekkürler…

Mustafa Türkoğlu, ışığı klasik bir biçimde dizayn etmiş. Dramatik sahnelerde karartmış, diğer sahnelerde normal bir aydınlatmaya gerek duymuş. Gece sahnelerinde ise kaynağı, dekordan (abajur) getirmiş. Hatta abajur söndüğünde daha da karartmış. Ton ton ayarlamış. (Bu da bir detay) Saatin tiktaklarında, o karanlık sahneye, zamanın geçtiğini vurgulayan bir ışık yakışırdı. Müzik ise oyunun adına cuk oturmuş. Son sahne hariç, sadece dekor değişiminde kullanılmış. Ve olayların gidişatına göre ritmini farklılaştırmış. Genel olarak, bende değişiklik ve bekleyiş hislerini uyandırdı. Dram yönü daha ağırdı.   
  
OYUNCULUKLAR

Abdül Süsler, ses tonundaki duygu değişimleri ve vakurluğuyla rolünün hakkını verdi. Abdullah Semercioğlu, daha rahat ve umursamaz halleriyle, ruh halini başarıyla canlandırdı. Emrah Düzkaya ve Selim Tezin çok çok başarılı. Bir ara Selim Bey gerçekten 14 yaşında sandım. Beden dilini ve sesini kullanımı dörtdörtlük. Gözlem yaptığı belli. Asuman Çakır, az rolüne rağmen öz oyunculuğunu verdi. Oyunun komedi yönünün ağırlığına dikkat çekti. Özge Özder, beklentimin çok üstünde bir performans sergiledi. Röportajını okudum, neler yapmış neler. İşte oyuncu! dedirtiyor insana. Büyüsünü fazla bozmak istemediğimden burada kesiyorum. Ve Serpil Tamur. Söze gerek yok. 50. Yıl…

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Çok keyif aldım. Sizlerinde alması dileğimle…

İlk kez bir oyunun eleştirisini, izledikten bir gün sonra yapıyorum. Bu hazzı bana aldıran herkese çok teşekkürler. Yazarken de çok keyif aldım. Umarım sizler de okurken alırsınız…



Macide Tanır'ın anısına saygıyla...


Not: Oyun 2 saat 40 dakika / 2 perdedir.

Ayrıntılı bilgi için: www.tiyatrokare.com.tr


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR






NEİL SİMON
(1927 -     )


EGE KÜÇÜKKİPER

20 Aralık 2013 Cuma

Shakespeare Boyut Değiştiriyor: "İyi Geceler Desdemona Günaydın Juliet" (Kenter Tiyatrosu)




ÖNCE YAZAR VE OYUN…

Anne-Marie MacDonald’ın, 1998’de yazdığı “İyi Geceler Desdemona Günaydın Juliet”, Türkiye’de ilk kez, Shakespeare’in 450. Doğum yılı nedeniyle Kenter Tiyatrosu tarafından sahneleniyor. Shakespeare’in Othello’su ve Romeo ile Juliet’ini “komedi” formunda sunup, farklı bir bakış açısıyla ele alan eser, bu formu yakalarken, tipik Shakespeare komedilerine sığınıyor. Belirtmekte fayda var ki, Shakespeare’in oyunları Verdi’nin Othello operasına, “Kiss Me Kate” müzikaline, çeşitli Romeo-Juliet balelerine ve birçok sinema/televizyona konu olmuştur. Önceki yazılarımda hiç yapmadığım bir şeyi yaparak, oyunun konusunu direkt olarak, oyunun sitesinden veriyorum ve ekliyorum: “Shakespeare’e aşina olmalısınız!”

KONU VE ÖNEMLİ BİR NOT

Constance, Shakespeare üzerine bir doktora tezi yazmaktadır. Shakespeare'in hem “Othello” hem de “Romeo ve Juliet” için kullandığı ana kaynak olduğu düşünülen bir el yazmasını çözümlemeye çalışmaktadır. Birdenbire kendini Shakespeare'in dünyasında bulur. Oyunlarda komedinin tragedyaya dönüştüğü anlara müdahale ederek felaketi önlemeye çalışır. Peki her şey bu kadar basit midir?

Romeo ve Juliet, İtalyan Natleo Bandello’nun öyküsünden, İngiliz şair Arthur Broke’un yazdığı (1562) ve Shakespeare’in kalemiyle en güzel şeklini bulan bir “trajedidir.”

BİRAZ SHAKESPEARE…

Yaşamı ile ilgili bilgilere internet üzerinden kolayca erişilebileceği için burada daha çok sanat anlayışı ve eserlerinin inceliklerinden bahsedeceğim. Shakespeare’in etkin olduğu dönemlerde (1589-1613) toplu provalara çok az zaman ayrılabildiğinden, hemen hemen her oyununda önemli sahneler iki üç karakter arasında geçiyor ya da kalabalık bir sahnede bütün yükü bir karakter taşıyordu.  Karakterler ise çeşitli insani duygularla bezeliydi. En göze çarpan duygular ise aşk ve kıskançlıktı. Shakespeare’e göre durum şöyleydi:  “Dayanılmaz tutkular insanları korkunç olaylara sürükler. Ne var ki tutkuların yola çıktığı olayların sonucuna yalnızca birey değil toplumda katlanır. Baş kahramanın ayağı sürçünce, toplum da sürçer, onun kötülüğü, yaşadığı çevrenin de kötülüğü olur."

Başka bir deyişle Shakespeare’in trajedi anlayışında dram, yalnızca, insanlığın değil doğanın kucağında ortaya çıkar ve insan, yaşadığı toplumun dramını sergiler. Temel de iyi olan doğada da, insanda da bir kötülük göze çarpar: Çok yetenki, soylu ve iyi olan baş kahramanlarının bile bazı kusurları vardır. Bu kusurlar kahramanın kişiliğini kemirir ve yıkılmasına neden olur. Kötülükten kurtulmak, yeniden sağlıklı olmak için, doğa en soylu ve en yüce öğeleri feda etmelidir. Esas trajedi de budur!


Yukarıdaki iki paragrafın kaynağı: "Antik Batı Klasikleri Yayınevi" ("Romeo ve Juliet" adlı eserin ön bölümü)

TÜRLERDE SHAKESPEARE…

İsim isim yazmadan önce, türlerin kendi içlerindeki özelliklerini belirtmek daha faydalı olacaktır. Oyunları kategorize etmek gerekirse, tarihsel, komedi, dram, intikam ve romantik trajedi ayrımını yapabiliriz. Fakat ben, eleştireceğim metni baz alacağım için “komedi” ve “trajedi” türlerine ağırlık vereceğim. Komedileri zekayla yüklüdür ve fantezi kimi zaman aşırılığa kaçar. Genellikle büyü öğeleri, olay akışını tersine çeviren beklenmedik sahne dışı gelişmeler, mucizevi dönüşümler, cinsiyeti gizlenen karakterler, birbirine tıpatıp benzeyen ikizler üzerine kuruludur. Aşk ve evlilik gibi insan yaşamının daha özel yanlarına ilişkindir. Bazı önemli karakterler dışta bırakılmıştır.

Shakespeare, trajedilerinde, rönesans döneminde sarsılan inanç dünyasının yaratığı karanlıkta, bireyin kendi içindeki Tanrı’yı arayışının bunalımlarını sergiler. Yine bu trajedilerinde, dehşete vardıran bir güç vardır ama buna komik öğeler katılmıştır. Ve bu öğeler, karşıtlıkların harekete geçirilmesiyle, en heyecanlı durumu ortaya çıkarır. Öc alma teması ahlakın yanı sıra duygusal gerekçelere yüklenmiştir. Örneğin; Othello’daki Iago, dürüst adam rolünü oynamaktan haz duyan kötü karakterdir. Daha önce birçok komedisinde, görünüşe aldanıp mantığı yerine tutkularıyla davranma temasını işleyen Shakespeare, Othello’da bu tür davranışların gülünç değil, acıklı sonuçlar doğurabileceğini gösterir.


Bu bölümün de kaynağı: "Antik Batı Klasikleri Yayınevi"dir. ("Romeo ve Juliet" adlı eserin ön bölümü)

SHAKESPEARE’İN DESDEMONA’SI

Desdemona, kırılgan, naif, dışadönük, sevecen, iyiliksever, aşk dolu, ürkek, anaç, bahtsız ve eşine bağlı bir karakterdir. Öyle bağlıdır ki, Othello’nun başı ağrıdığında, mendiliyle başını sarar. (Mendil daha sonra, Desdemona’nın ölümüne sebep olacak simge haline gelir.) Onun hastalanmasını ve üşümesini istemez. Dostları için de (Cassio) elinden gelen her şeyi yapar. Aslına bakılırsa tipik bir ev kadınından farksızdır diyebiliriz. El işleriyle uğraşması ve yukarıda saydığım özellikleri buna örnek gösterilebilir. Shakespeare’in diğer kadınlarının aksine yükselme tutkusuyla yanıp tutuşmaz ve kimseden öc almaya kalkışmaz.

Shakespeare, oyunlarında kadını yer yer cehennem kadar kara, yalancı ve çirkin olarak gösterirken, yer yer de masum, melek ve çıldırtan bir sevgili gibi gösterir. (Bahsi geçen eser de her iki türden de özellikler bulunmakta, fakat ilk kısım daha ağır basmaktadır) Ve tüm bunları betimlerken, kadın karakterlerini son derece “insani” bir çerçevede kullanıp, güzellik, aşk, sevgi, adalet, onur ve gerçeklik kavramlarından yola çıkarak “döneminin kadınına” olan bakış açısını dramatize etmeye çalışmıştır. Kadını “birey”den çok “mülk” gibi görerek erkek iktidarın denetimine sıkıştırmıştır. Ayrıca insan psikolojisi konusunda derin sunumlar yer almıştır.



ANNE-MARİE MACDONALD’IN DESDEMONA’SI

Oyunun yazarı Anne,Marie MacDonald, Shakespeare’in kadınlarını “tek boyutlu” olarak nitelendirmiş. Bence Shakespeare’in çoğu oyunun da durumu kurtaran kişi ya da kişiler “kadın” karakter(ler)dir. Desdemona her ne kadar duruma müdahale edemeyip, ölüme mahkum olmuşsa da, bu, karakterin tek boyutluluğundan ziyade, diğer karakterlerin baskın oluşundandır. Bu oyunda Desdemona, Shakespeare’in ona bahşetmiş olduğu özelliklerinin tersine, deli gibi savaşmak isteyen, eli kılıç tutan, erkeksi, baskın, kıskanç, sert ama özünde yine iyiliksever bir karakterdir. Kıskançlık ve aldatılma duygusu, Shakespeare’in Othello’sunda, erkek karakter etrafında dönerken, (Othello, Desdemona’nın onu aldattığını düşünür) “İyi Geceler Desdemona Günaydın Juliet” adlı eserde, aynı durum kadın karakter etrafında şekillenmiştir. Ölüm teması ise; Othello’da, Desdemona’nın kaçınılmaz sonu olurken, İGDGJ’de, Othello’nun sonu olmuştur.

Tersiliklerin baz alınarak temellendirildiği oyun, kadın karakteri baskın ve -yazarın tabiriyle tek boyutludan, çok boyutluya geçirmiş-, ölümü erkeğe mal ederek, şüpheyi asıl sahibi olan kadına vermiş. Tüm bunları yaparken, trajedinin yaşanacağı anı engelleyerek, metni komedi formunda sunmuş. (Sözü edilen eserlerin aslında tragedya değil, komedi olduğunu düşündüğü için)

ROMEO’NUN JULİET’İ

Oyun genel olarak Othello üzerine yoğunlaştığı için burada fazla detay veremeyeceğim. Shakespeare’in Juliet’inden çok da farklı olmayan Anne-Marie MacDonald’ın Juliet’i, Desdemona’da olduğu gibi daha baskın ve aşk dolu. Cinsellik yönünden ele alındığında ise sadece Romeo ile değil diğer erkeklerle de birliktelik yaşamayı arzulayan, orijinalindeki saflığının aksine uyanık ve hırçın. Shakespeare’in kadınlarını tek boyutludan çok boyutluya geçirmede, tek düzelikten aşırılığa vardırılış bu şekilde olmamalıydı…  Shakespeare, Juliet’i, aşkı için “ölmesi gereken” bir boyutta yaratmış, aynı zaman da iktidara, aileye, güce, karşı çıkanın sonunu trajik olarak betimlemiştir.

BİRAZ DAHA OYUN…

Yazımın başında belirttiğim gibi tipik Shakespeare komedilerindeki kılık değiştirmeler ve maske kullanımlarının kendini gösterdiği oyun, Shakespeare’den esintiler taşısa da, tam manasıyla atmosferi yakalamış değil. Komedi ile absürd komedinin farklı kavramlar olduğunu yineliyorum. Bu konuya reji bölümünde daha fazla değineceğim. Yazar, farklı olarak, sırf kılık değiştirmelerle kalmamış, Desdemona ile Juliet’i de buluşturmuş. Bence iyi yapmış. Acaba kadın dayanışması mı? Shakespeare eserlerinin olmazsa olmazı “soytarı” burada farklı bir biçimde karşımıza çıkıyor. Çığlık maskesiyle! Dolaştığı yer ise mezarlık. (Burada da “Hamlet” çağırışım yaptı) Bir gönderme sanki. Yine bilgiç olmasına bilgiç fakat “sulu” bilgiç.

REJİ

Birçok defa başka kurumlarda rejisörlüğünü yaptığı oyunları seyretme fırsatı bulduğum Mehmet Birkiye’yi, Kenter Tiyatrosu’nda görmeyi özledim! İnşallah bir sonraki sezon bu dileğim gerçekleşir. Neyse.. Hal böyle olunca rejisör koltuğunda Kadriye Kenter’i görüyoruz. Öncelikle yine yazımda bahsettiğim, (Hani Shakespeare’in etkin olduğu yıllarda toplu provaların yapılamaması olayı) aynı oyuncunun birden fazla karakteri oynaması durumunu ele alalım. Shakespeare’e bir atıf ya da bir Shakespeare havası estirmek için çok akıllıca fakat, tiyatronun sitesinde, oyuncu kadrosu sekiz kişiden oluşurken, oyunda beş kişinin yer almasına ne demeli? Bu durumda aklıma atıf ya da hava gelmiyor. Şimdi soruyorum. Provalara katılacak zamanınız mı azdı? Yoksa bu bir tür kandırmaca mı? 

Önemli Not: Şimdi yazacaklarım, bu yazıya sonradan dahil edilmiştir. Oyunun sitesinde, kadro ve rol dağılımıyla ilgili bir bilgiye ulaşamamıştım. Oyunun oyuncularından Tuğçe Şartekin ve Ozan Ayhan, rollerin dönüşümlü oynandığını bu nedenle sayıların birbirini tutmadığını açıkladılar. Açıklamalarından ötürü teşekkür ederim. Daha sonra kurumun sitesi de gerekli açıklamayı yaptı. Tabii oyunu izlemeden evvel bilseydim tüm bu yazılara gerek duymazdım. (25.12.2013) Devam edelim...

Öte yandan, oyunu izlerken bazı beklentilerim oldu. Bunları söylemeden geçemeyeceğim. Araştırma görevlisi Constance’in evine girip çıkanlar, hayal dünyasında da Constance’e çeşitli Shakespeare karakterleri olarak görünüyor. Keşke buna bir bağlam bulunabilseydi. Bulunamayınca havada kalmış.

Evet, şimdi komedi-absürd komedi ayrımına bir varalım. Anne-Marie MacDonald, trajedileri komediye döndürmek istemiş fakat Kadriye Hanım işin içerisine absürdlük katmış. O zaman bütün Shakespeare komedileri absürd müydü? Demek ki öyleymiş, ben bilmiyormuşum.. Yastığın devamlı sahneye fırlatılması bu yazdıklarımın baş örneği. (Aklıma “Sessizlik” geldi-DT) Ayrıca oyun “fantastik” öğeler taşıması da absürdlük kavramına bizi yakınlaştırmaz. Sahneleyişte çok fazla kararma-açılma var. Bir an için söndürün ve bir daha yakmayın dedim. Şimdi bir öneri. Madem işin içerisine absürdlük katmak istediniz. Dekor değişimini ışık açıkken, seyircinin gözü önünde yapsanıza! Hem amaca hizmet hem dinamizme. Son olarak “çöp kovası” olayın başlangıcı ve bitişi olduğundan, her sahnede var olmalıydı. Ona da “çöp” muamelesi yapılmış.

DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – AKSESUAR - MÜZİK

Dekor, üçlü bir yapıda tutularak pratiklik sağlanmış. Ona rağmen kararma çok uzun ama neyse. Üçlü dekor, sadece mekan tanıtımına yarıyor. Ben olsam içini boş bırakır ve dekorun renginde bir tülle kaplardım. Oyuncular içinden geçerdi. Böylece yine sizin amaca hizmet ederdi. Sadece bir öneriydi, takmayın. Arka plan hem Constance’in çalışma masası hem de Juliet’in yatak odası + balkonu olarak yine çok amaçlı kullanılmış. Madem absürd pardon fantastik, yine ben olsam, balkonu zemine yapıp, yukarıdan merdivenle balkona inerdim. 

Kostümler, Sadık Kızılağaç imzalı ve dönemi yansıtır cinsten. Bir absürdlük görmedim. Constance’in hem günümüzde hem de geçmişte yaşaması, ve böylece kostümünün hem modern hem klasik izler taşıması yerinde olmuş. Oyuncuların birinin kostümünün eteğinde tavus kuşunun tüylerine benzer (belki de öyle) tüyler vardı. Tam da “tarla kuşu” konuşulurken. O tüyler, tarla kuşu tüyleri olsaya. ("Romeo ve Juliet" eserinde, Bülbül-Tarla kuşu tartışması dolayısıyla) Işık ise kararmaların haricinde eksik ve hantal. Gece sahnesinde aydınlık. Dönemden döneme geçerken verilen efektin yanında kararıp açılan ışık keşke renkte değiştirseymiş. Lafların kesilip bağlandığı sahneler, klasik olarak sağı karart, solu aç şeklinde bir aydınlatma görevi görmüş. Ben, oyuncuyu hareket ettirmeyip, donan kareyi farklı bir renge büründürürdüm. Hatta birden fazla renge. Gözetleme sahnesinde, sadece gözetleyenler aydınlıkta, sahnenin geri kalanı karanlıkta kalmalıydı. Stadyum ışığı altı durumu kurtarmaya yetmemiş. Gölgelerin oluşmasından bahsetmiyorum bile. (Işık: Cemal Baykal) 

Aksesuarlar çok hoşuma gitti. (Biri hariç) Constance’in apandisiti, baykuş tokaları ve kırmızı kukiletasının, gittiği dönemde, çeşitli nesnelerden çıkması hoş olmuş. Sigara kullanımı için de aynı şeyleri söyleyebilirim. Sevmediğim nokta kutu kola mı yoksa bira mı olduğunu tam çözemediğim üzeri beyazla kaplanmış içkiler. Maskenin fare şeklinde oluşu harika! (Constance’e “fare” derlermiş) Ve tabii maske kullanımı beni Shakespeare’e yakınlaştıran bir unsur. “Mendil”i de bu unsurlara katabilirim.  Müzikler, oyunda kendine yer bulamıyor. Çoğu sahne geçişlerinde kullanılmış. Madem absürdlük istiyorsunuz bir öneri daha: “Müzik çalarken, tak diye durup, oyuncular şaşırıp, müziğe laf atıp, hop diye tekrar çalması.” Çok mu basit oldu? Ahh nerede o “söğüt.” (Shakespeare'in Othello'sunda, Desdemona "söğüt" adlı bir şarkı söylemektedir) Finalde çalan müzik ise (Beyonce /"All the Single Ladies") absürdlükten çok anlamsız. Oyuna dinamizm katmış, tamam. Ama giderayak…

OYUNCULUKLAR

Oyunun en önemli halkası. Önce kadroyu sayayım. Kadriye Kenter, Tuğçe Şartekin, Ebru Soyuerden, Serkan Altınaş ve Osman Kot. (15.12.2013 tarihli oyunda bu cast oynuyordu) Teker teker değerlendirme yapmayacağım. Keza oyunculuk değerlendirmekten hoşlanmıyorum. O başka bir iş. "GENEL" olarak umduğumu bulamadım. Tam oturmamıştı.  

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…

Bir başka önemli not: Kaynak taraması yaparken, her cümleyi kelimesi kelimesine almadım. İçlerinden kendi aklımla görüp, kani olduklarımı paylaştım. (Daha detaylı bilgi isteyene mail yoluyla yanıt verilecektir. Mail adresim yazı sonunda bulunmaktadır) Shakespeare karakterlerini herkes farklı yorumluyor. Örneğin; "Hamlet"in "yeni" yorumlanışı bu sene İDT'nda sahneleniyor. Bu da, Anne-Marie MacDonald'ın yorumu...

ŞİKAYET

Kenter Tiyatrosu’na;
Broşür yoktu!
Salon buz gibiydi! + Havalandırma açıktı!
Oyuncu kadrosunu zaten açıkladım.
Kapıda bilet kesici yoktu! Salla elini gir.

Dünyadan örnekler. Bakın bakalım ne gibi benzerlikler (!) var.

http://www.youtube.com/watch?v=slPLv0-1uRU
http://www.youtube.com/watch?v=uY25I_zeD04
http://www.youtube.com/watch?v=96v6dtfl2n4

Not: Oyun 2 saat 15 dakika / 2 perdedir.

Ayrıntılı bilgi için: www.kentertiyatrosu.org

“Othello” ve “Romeo ile Juliet” eserleri okunarak yazılmıştır. 

Tuğçe Şartekin'e, final şarkısını hatırlattığı için teşekkürler.

Yazıma vakit ayırıp değerlendirdiği ve değerli yorumlarını esirgemediği için Melih Anık'a teşekkürler. 

Toplu kaynaklar

Antik Batı Klasikleri Yayınevi / "Romeo ve Juliet" adlı eserin ön bölümü.

http://www.yenimakale.com/william-shakespeare-othello.html (Özdemir Nutku)



EGE KÜÇÜKKİPER / ege0692@hotmail.com

3 Aralık 2013 Salı

Umut, Dilek ve Bekleyiş: "Hıdrellez" (İBBŞT)




HIDRELLEZ

“Hıdrellez”, Firuze Engin’in ilk oyunu. Daha önce Ankara Değişim Atölyesi Oyuncuları (ADO) tarafından sahnelenen eser, bu sezon İBB Şehir Tiyatroları’nın repertuarında. Yazılarımı okuyanlar bilirler, genelde yazara ait çok detaylı bilgiler vermem. Fakat tiyatro dünyasının kazandığı ve bu kazanımın daha sonraki yıllarda da devam edeceğini düşündüğüm Firuze Engin’nden biraz bahsetmek istiyorum. 1984, Edirne doğumlu ve Ankara Üniversitesi, Dil-Tarih-Coğrafya fakültesi, Tiyatro bölümünden mezun. Hıdrellez’i, öğrencilik yıllarında yazmış. Net bir tarih belirtilmese de 2003 gibi yazdığını tahmin ediyorum. “Çöplük” ve Kayıp Eşya Bürosu” adında iki oyunu daha var. Tiyatro BeReZe’nin kurucuları arasında. “Memleketimden İnsan Manzaraları”, “Hadi Öldürsene Canikom”, “Mikado’nun Çöpleri” ve “Ferhan Şensoy Kabare” oyunlarında yer almış. Yazar ve oyuncu kimliklerinin haricinde, kostüm, kukla ve maske konusunda da uzman. (Kaynak: Oyun broşürü) Bu girizgahdan sonra oyuna bir bakalım…

Oyun, romanların gündelik yaşamlarını ve geçmişlerini mercek altına alırken, geleceğin de tasvirini yapıyor. Üstelik sadece yaşadıkları yer bazında değil. Tüm yurda yayılacak olan bir geleceğin izlerini taşıyarak. Hıdrellez, 1980 darbesiyle birlikte değişen hayatları ve bu değişme ayak uyduramayanların, ismi bile belli olmayan bir yere, oyundaki tabiriyle “Allah’ın unuttuğu yer”e gelmek zorunda kalışlarıyla, yerli halkın olaylara siyasi bir pencereden bakışını anlatıyor. Aslında bu bakış pek de yerli halk için sayılmaz. Çünkü İstanbul’u sadece fotoğraflarda gören yöre halkı, durumdan bihaber. Kendi hayatlarını kuran ve kapılarını sıkı sıkıya kapatanların hikayesiyle, dışarıdan gelen bir ‘yabancı’nın bu hayata müdahil oluşunu özünde taşıyan eser, “siz” ile “biz” sorununu ele alıyor. Hala kendinden farklı olanları kabullenmeyenlerin ‘ben’liğiyle, günümüze de dikkat çeken eser, ne yazık ki değişmezliğin kanıtı olarak yerinde duruyor.    

Oyun, bahsi geçen sorunu ele alırken, romanların birlik oluşlarına (para sahnesiyle), tek bellekte toplanışlarına ve namus kavramını öne çıkarışlarına dikkat çekiyor. Kültür penceresinin yeni bir boyut oluşturduğu oyunda, okumuş ve cahil insan arasındaki gözetim farkı vurgulanırken, kitap ve gazete gibi hayal gücünü geliştiren/bilgi sağlayan unsurların değeri biçimleniyor. Yaşadıkları yere gelişleri, atalarının maceraları ve göç gibi olaylar üzerinde duran eser, hem romanlara dair bir yaşam fonu oluşturuyor, hem de bu fonun, gücü elinde bulunduranlar ile siyasi erkler tarafından nasıl algılandığını çözümlüyor. Bu çözümlemeyi yaparken, bir ideal uğruna, başkası için ya da ülkesi için kendini feda eden insanlarla, “düşünce”nin suç sayıldığı bir dünyada iyi bir yaşamın mümkün olup olmadığının altını çiziyor. Bu arada “Yaratıcılık”  romanların en önemli özelliği haline geliyor. (Beste yapımı sahnesi)

Oyuna ismini veren Hıdrellez ise, onlar için bir umut ve bekleyiş kaynağı. Bu bekleyişin boşa olduğunu bilen ve İstanbul’un her zaman kitaplarda kalacağının farkında olan insanlar, yaşama dört elle sarılıp, kimsenin cesaret edemediği güçlerle savaşmaları, esas güçlünün, esas meselenin ve de esas ‘İNSAN’ın ne/kim olduğuna yakın bir perspektiften bakarak cevap arıyor. Firuze Engin’in bu ilk oyunu, tıpkı herkesin hayatı gibi, kimi zaman hüzünlü kimi zaman neşeli, ama daha çok hayatın acılı yanıyla konuşuyor. Metin, karakter arasındaki derin uyum, olayların bağlanış şekli, kelimelerin seçilişi (romanların sıkça kullandığı kelimeler), roman yaşamının incelikleri, örf, adet, gelenekleri ve dramatik yapının sağlamlığıyla alkışı hak ediyor. Ana temayı belirleyen cümle ise: “Bıçak Bursa’da bilenir, buradakinin canına uzanır. Bıçağa kinlenmek olmaz, çekene kinlenmek hiç olmaz.” Şeklinde durumu özetliyor. Tabii bunda en büyük pay Firuze Engin’in. Kutlarım… Bundan sonra yaşayacağımız hayatın 9/8’lik olması dileğiyle…

REJİ

Hıdrellez’in rejisini tanımlamak gerekirse; zengin birinin karnında (aklında) dünyaya gelen bebeğin, yavaş yavaş parçalanarak, bazı ihtiyaçlarından mahrum bırakılarak, hamlığına hamlık, acemiliğine acemilik (taytay) katılarak, baştan savılarak, ve istenmeyen bir bebeğin yanlış ellerde büyütülüp, topluma (seyirciye) kazandırılması / kaybettirilmesi diyebiliriz. Tüm bu sözlerimin muhattabı, ilk kez rejisör koltuğunda gördüğüm Ali Yaylı’dır. Bir oyunu ortaya çıkaran sadece metin değildir. Sadece rejisör de değildir. Bütün teknik ve yapıcı unsurlar bir bütün oluşturarak ‘bebeğini’ doğurur. Yazar, metne gebe kalır, rejisör de doktor kimliğine bürünüp, elde ettiği ürünü ince eleyip sık dokuyarak sahneye aktarır. Burada koyu yazılı kelimeler ne yazık ki işlevini yerine getir(e)memiş. Getir(e)memekle kalmayıp, bebeği, anne karnında kordonla boğmuş.

Oyunda reji yok! ‘Yine’ muhakkak ben yanılıyorumdur. Vardır da ben görememişimdir. Ödül de alır, övgü de. Kim tutabilir ki jüriyi! Peki madem reji yok, olsaydı nasıl olurdu? Ya da nasıl olmalıydı? Buna bir bakalım… Öncelikle aynı sahnede, ışığın kararmasıyla farklı aksiyonların meydana gelişleri, “donma” şeklinde, kaldığı yerden devam eden bir his yaratılarak yapılmalıydı. Orkestra çukuru kapatılmış fakat yine de kullanılmamış. Peki ne amaçla kapatıldı? Benim amacım şu olurdu: Nehir sahnelerini, sahne önü yerine, orkestra çukurunu kullanarak kotarırdım. Arkadan yine su efekti gelirdi ama çukurda da biraz su olurdu. Oyuncu, elini daldırıp, çıkardığında, parmaklarından akan suyu görürdüm. Görürlerdi. Ayaklar ise yine çukurun içerisinde kalırdı. Potansiyeli olan sahnelerin, bu potansiyellerinin, bazı rejisörler tarafından heba edilmesine aklım ‘ermiyor’!

Oyun boyunca bahsi geçen “ateş”, temsili olarak ya sahne üzerinde ya da yine orkestra çukurunda (çok dipte olmama şartıyla) bulunmalıydı. Eğer çukur da bulunsaydı, oyuncular, ateş üzerinden atlayabilir ve ateşin sadece alevleri (uç kısımları) gözükebilirdi. Bütün bunlara rağmen çok ufak bir ayrıntının unutulmaması beni mutlu etti. Tabii ben doğru anladıysam. Kapı gıcırdaması, “Biz romanlar, kapı gıcırtısına dayanamaz oynarız.”cümlesini aklıma getirirken, keşke bunun izlenimini de görseydim dedirtti. Bu gıcırdama meselesi umarım böyle bir amaç için yapılmıştır. Son olarak gül fırlatımına değinecek olursam; bir hoşluk yaratmanın haricinde, hıdrellez temasına uym sağlamış. Madalyonun öbür yüzüne baktığım da ise, “ağıza bir parmak bal çalma”nın ötesinde bir şey yok!  Olmayan bir reji için ne kadar da çok şey yazdım değil mi?

Not: Ali Yaylı, Kasımpaşa / Hacıhüsrev doğumludur. Keşke Broşürde, hıdrellez ile nasıl tanıştığını, önceden ne sandığını, sonradan ne olduğunu öğrendiğini söyleyen Ali Yaylı’ya, önümüzdeki hıdrellez zamanında bir gözlem daha yapmasını temenni ediyorum. Bu temennim Hatice Yurtduru için de geçerli. Hatice Yurtduru’nun üstlendiği dramaturjiyi beğenmiyorum. Temel olmadan, bina inşa edilmeye çalışılıyor. Evet, dramaturji… Belki de oyunun en önemli öğesi.

DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK

Barış Dinçel imzalı dekor, ilk görünüşte kalbi çalıp, detaylı incelendiğinde kalbi kıran bir tasarım. Beğendiğim detaylar da çok, beğenmediklerimde…  Sağ taraftaki gül, ve gülün kelepçe ile bağlı oluşu, hem hıdrellezin olmazsa olmaz sembolünü nitelerken, hem de “gül, romanın rozetidir.” Anlayışına uyum sağlamış. Toprakların az ve çamurlu durumu, kimsenin umursamadığı bir yerleşim yerinin “topraksızlığı” ile metnin düşüncesine sıkı sıkıya bağlı kalmış. Evlerin (dış kısımlar) kir ve paslı betimlenişleri, bakımsızlığı vurgularken, renklerinin sönük oluşu bunu dengelemiş. Yine de biraz daha ‘civcivli’ rekler olsun isterdim. Saksıların üzerindeki markalar, olayın geçtiği dönemi yansıtarak, inanırlılığı arttırmış. Enstrümanların büyüklüğü ve mekanda göze çarpması hem grostesk yapıyı güçlendirmiş hem de bunun önemini (“çalgısız yaşayamaz ölürler”) anlatmaya yetmiş. Fonda davulu tutan ipler gözüküyor. Gözükmemeli. Ampuller ise fazla küçük ve gereksiz. Sadece düğün sahnesinde olmalıydı. Diğer sahnelerde yukarı çekimeliydi. Barış Dinçel sadece Şehir Tiyatroları’nın değil, tiyatro camiasının bir numaralı dekoristidir. En azından benim için öyle…

Kostümler beni hayal kırıklığına uğrattı. Canan Göknil’i ilk kez böyle gördüm. Herhalde bu oyun ilklerin oyunu olacak. Kostümleri daha renkli (sadece kırmızı yetmemiş)  ve ayakkabıları daha parlak (cilalı) isterdim. Yakalara gül takılsa fena olmazdı. Hani rozet misali… Kadın oyuncularda hal hal ve daha çok bilezik olmalıydı. Giysilerden sarkan çaputlar durumu özetlemiş. Işık tasarımında Murat Özdemir karşımıza çıkıyor. Teknik unsurları anlattığım bölüm “öneri” bölümü olarak tarihe geçti! Açılış için tercih edilen ışık, pek de bir şey ifade etmiyor. Önce davulun, sonra kemanın, ardından klarnetin (isteğe göre gülün) ve en son oyuncuların tek tek ve yavaş yavaş aydınlatılması iyi olurdu. Karanlıkta başlayıp, bir dakika sonra aydınlığa geçilmesi algıda bozukluk yaratmış. Zühre karakterini gördüğümüz ilk sahne ‘kabak’ aydınlatma türünden. Halbuki geceydi. Ya da ben öyle sandım…  

Aksiyonun geçtiği kısma göre bölümsel aydınlatma klasik olmuş. Aslına bakılırsa çok da farklı ol(a)mazdı. Sahnenin her iki yanından aydınlatılan ve beş farklı renkten oluşan ışık kaynakları etkisini göstermemiş. Çünkü sahne, sahne değil stadyum! Fon karartılıp, farklı renklere yoğunlaşılabilirdi. Fon demişken, oyunun en ince düşünülmüş noktası desem yalan olmaz. Kararmadan açılmaya (geceden gündüze) ya da açılmadan kararmaya (gündüzden geceye) ton ton ayarlanması, tasarımı kısmen kurtarmış. Gece sahnelerinde ise kaynak doğallığı yakalamış ve nesneden gelmiş. Müzikler, (Balık Ayhan) “an”a göre bestelenmiş / çalınmış. Canlı ve bestelenmiş müziğin iç içe oluşu, romanların yaşamından bir kesit sunarken, gerilimvari beste, oyuna mana katmış. Su, telefondaki ses ve silah efektleri ölçülü tutumuyla istenileni yapmış. Ve can yakan en önemli nokta: “Koreografi.” Koreograf (Ahmet Öğren) var ama koreografi yok! Koreografi “hareket düzeni” demektir. Nerede hareket, nerede düzen?   

OYUNCULUKLAR

Elçin Atamgüç’ü (Tinke), gerçek yaşından çok daha büyük bir karakteri, gerek ses tonu gerek beden diliyle başarıyla canlandırdığı için kutluyorum.  Gürol Güngör (Ender), değişim sürecini çok iyi yansıtmış. Nergis Çorakçı (Zühre) az rolüne rağmen özlüğünü yakalamış ve duygusunu seyirciye net olarak geçirmiş. Engin Akpınar (Hüseyin), Reha Kadak (Kıpti), ve Emrah Can Yaylı’nın (Vasfi) gerçekten roman olduğuna hiç şüphe yok. Rolünü bu kadar özümseyen ve içten oynayan çok değerli, nadir oyuncular. Tebrik ediyorum. Ozan Tura (Dilsiz), klarnetiyle dilini konuşturdu ve beni mest etti. Güçlü yorumun için nefesine sağlık. (“Çingene Ağıtı” için de) Radife Baltaoğlu (Nurhayat), Melahat Abbasova (Fatma), Melike Altınbaran (Ayşen) için de aynı şeyleri söylemek mümkün. Fazlası var eksiği yok. Şive inanılmaz! Ve genç yetenek Şenay Bağ (Seyyal). Bu oyuncuya çok dikkat! Geleceğin yıldızı…

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Bu dileklerimden sonra da bazı serzenişlerimi dile getirmeyi bir borç bilirim.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yönetimine;
Yalnızca (!) Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde uyguladığınız, “işitme engelliler için üst yazı” yansıtımı, 2. Perdede yok oldu! Yani işitme engelli vatandaşlarımız 2. Perdeden mahrum kaldılar. Bir diğer husus, fona kocaman bir bilgisayar yazısı, dosya görünümü geldi, gitti. Bence bir daha geri gelmemek üzere gitsin! Bu aksilikler ne zaman bitecek? 100 yıllık bir kuruma yakışmıyor!

Gençlere kapı açıp, oyunlarına repertuarınızda yer verdiğiniz için teşekkürlerimi sunarım.

MERAKLISINA

Not: Oyun 2 perde / 3 saattir.


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR







EGE KÜÇÜKKİPER