MÜZİKSİZ EVİN KONUKLARI
Tanıtım kısmına
geçmeden önce yazar hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Bu oyunla birlikte “Neil
Simon üçlemesi”ni tamamlamış bulunuyorum. Yanlış anlaşılmasın, “Müziksiz Evin
Konukları” Neil Simon’ın diğer oyunlarının devamı değil. Üçleme dememin sebebi
tamamen benimle alakalı. Önce “Aşka 103 Adım” (Yine Tiyatrokare’de, geçtiğimiz
sezon başladı, devam etmekte) sonra Ankara Devlet Tiyatrosu’nda bu sezon
izlediğim “Aklımdaki Kadınlar” ve şimdi Müziksiz Evin Konukları. Üç oyunu
birden toplu olarak değerlendirmemin sebebi, ortak bir yönün varlığı. Önce
yazardan bahsedişimin nedeni de bu. İlk iki oyunda farketmemiştim ama üçüncü de
görünce “tesadüf” olamayacağına inandım.
“Aşka 103 Adım”da
(Orijinal adıyla “Parkta Çıplak Ayak”) başrolde ki erkek karakter, obsesif
kompulsif yani titizlik hastası. “Aklımdaki Kadınlar”da, yine başrolde ki erkek
karakter nevrotik yani kişilik bölünmesi yaşayan biri. “Müziksiz Evin Konukları”nda
ise, 35 yaşında olmasına rağmen çocuk zekası taşıyan bir “kadın” karakter karşımızda
duruyor. Yazarın neden böyle bir tutum içerisinde olduğunu bilmiyorum ama ben,
Neil Simon’ı çok sevdim. Her oyununda aynı lezzeti aldım. Komedi ile dramı aynı
potada başarıyla eritebilen bir yazar olduğunu düşünüyorum. Umarım başka
oyunlarını da seyretme fırsatı bulurum. Şimdi Tiyatrokare’nin yorumuna bir
bakalım…
Tiyatrokare, 22 yıl
önce açılış oyunu olarak seçtiği Müziksiz Evin Konukları’nı, bu yıl kaybettiğimiz
Macide Tanır’ın anısına sahneliyor. Macide Hanım bu oyun ile 50. Sanat yılını
kutlamış. Tesadüfe bakın ki, 22 yıl sonra Macide Hanım’ın üstlendiği rolü
oynayan değerli sanatçı Serpil Tamur’da 50. Sanat yılını kutluyor. Ne bereketli
oyun. Oyun demişken, 1990’da yazılmış ve ertesi yıl “Pulitzer Ödülü” almış. Hal
böyle olunca, oynayan sanatçıları da görünce, beklentimi yüksek tuttum. İyi ki
de tutmuşum, sezon başından beri aradığım iyi oyuna, seneyi bitirmeden kavuştum.
Çok şükür…
Oyunda, konudan ziyade,
konunun işleniş biçiminin ve barındırdığı mesajların daha etkili olduğuna şüphe
yok. Fakat adettendir, konudan da biraz bahsedeyim. 2. Dünya Savaşı’nın hüküm
sürdüğü yıllarda, babalarının, ekonomik olarak çöküşü nedeniyle, bir babaanne
ve çocuk ruhlu bir hala ile yaşamak zorunda kalan iki gencin, hem acıklı hem
komik hem de sıcacık yaşam öyküsü anlatılıyor. Bu yazımda karakterler üzerinden
gidip, analiz yapmayı daha uygun buldum. Önce “Babaanne”den başlayalım. Bu
karakter bende çeşitli sebeplerden ötürü “diktatör” izlenimi yarattı. Hatta
günümüz Türkiye’si ile fazlasıyla bağdaşlaştırdım. Berlin’de acılar çekmiş,
sevgiden yoksun büyümüş, hayatta kalmak için dirayetin önemli olduğuna inanan,
çelik gibi sinirlere sahip karakteri, çevresindekiler: “Babaanne’den bütün
memleket korkuyor” diyerek anlamlandırıyor. Farkındaysanız hep “karakter”
diyorum. Çünkü adı yok! Aslında bu ayrıntı her şeyi fazlasıyla açıklıyor. Adın
ne önemi var ki…
“Sevgi” ve “aile” oyuna
şeklini veren en önemli iki kavram. Sevgisiz bir birey, etrafındakilere de
sevgisizliği aşılar. Onlar da başkalarına. Özelden genele gitmek gerekirse,
bireyden yola çıkarak topluma ulaşır ve bunun neticesinde “hastalıklı toplum” ortaya
çıkar. (Bunu ben değil Neil Simon söylüyor, en azından ben bu şekilde anladım) “Kaos”un
oluştuğu sahne bunun en güzel örneği. Sevgi yoksa, birlik-beraberlik de yok.
Sevgi yoksa, anlayış-hoşgörü de yok. Sevgi yoksa huzur ve barış da yok.
Kısacası sevgi yoksa hiçbir şey yok… Hele ki bunu savaş döneminin içerisine
yedirerek anlatan bir yapı olunca, oyun daha da anlam kazanıyor.
“Kuşak çatışması”,
oyunun bir başka boyutu. Bu fark, “değişen toplum” yapısını baz alarak
sunuluyor. Bu oyundan sonra “şey” kelimesini kullanmamaya gayret göstereceğim.
Ne kadar başarılı olurum, bilemem. Bu cümlemden kastettiğim, oyunun, “dilin
kullanımı ve önemi” hakkında ders verici nitelikte olması. Taa o zamanlarda
bile böyle ise, şimdiyi düşünmek bile istemiyorum. “Yozlaşma”nın kendine yer
bulduğu eserde, “hırsızlık” da bir ölçüt olarak ön plana çıkıyor. Bu ölçüt, “Karınlarını
doyurmak zorundalar” repliğiyle kendisine bir dayanak noktası arıyor. İşte
savaşın getirileri. (?) Götürüleri desek daha doğru olur… Bu kadar karamsar bir
havanın hüküm sürdüğü oyunda öyle bir ruh var ki, her şeye iyimser baktırıyor: “Müzik.”
Oyunda da söylendiği gibi: “İşte buna müzik derler.”
Hayal ile gerçek
arasındaki ayrım, gerçeği görenle, hayali kuran kişilerin zıtlıklarından
doğuyor. Burada durup, “Bella” (hala) karakterine biraz daha yakından bakalım. Yazımın
başında da bahsettiğim gibi, 35 yaşında ve bir çocuğun zekasına sahip. Aynı
zamanda kadınsal dürtüleri de başrolde. Bella’nın karakteri en baştan itibaren
göze çarpsa da, içinde yaşadığı derin duygular, oyunun sonunda netleşiyor.
Annesi ile olan tartışmasında, annesi, dünyanın kirliliğinden ve kötülüğünden
dolayı, Bella’nın her zaman “çocuk” kalmasını istiyor. Fakat Bella bu durumdan
son derece rahatsız. Rahatsızlığını dile getirirken, annesini de dize
getiriyor. Yani çocuk, “baş”a ders veriyor. Bu ülkenin umudu da
çocuklar/gençler değil mi?
REJİ
Sezon başından beri
izlediğim hemen hemen her oyunda “Gezi”ye bir gönderme vardı. Ama fazla
abartılı ve süslü püslüydü. Oyunun özüne müdahale edilmiş ve güncellemeler /göndermeler,
diyalogların arasına zekice yerleştirilmemişti. Müziksiz Evin Konukları, tam da
istediğim gibi bir yapıda kugulanmış. Gezi Parkı olayları sanki metnin
içerisinde. Tabii sonradan eklendiğinin farkına varıyorsunuz fakat göze
batmıyor. Milim milim hesaplandığı çok belli. Öncelikle bu hassasiyet için
teşekkür ederim. İzlerken düşüncelerime engel olamadığım bir başka konu, Nedim
Saban’ın rejisinin bir “uyarlama” (sanki) olduğu. Karakterler, türk aile
yapısına çok benziyor. Koltukların üzerinde duran danteller de cabası. Yazarı
bilmesem, oyunu türk bir yazarın yazdığını sanırım. Güncellemeler de olduğu
gibi, bu kısımda da hava bozulmamış. Aksine daha sıcak ve samimi olmuş. “Sen
banka müdürü müsün ki 2 saat paydos yapıyorsun?” cümlesi de son yaşanan
olayları getirdi aklıma.
Bu paragraf biraz daha
farklı. Bu sefer olan ile olmalıydı (bana göre) arasındaki ayrımları
vurgulayacağım. Bunun için pervaneden başlayalım. Oyun, mevsim olarak yazın
geçtiği için sürekli pervane dönüyor. Dönüş hızı ise sabit. Ben olsam doruk
sahnelerde daha hızlı döndürür, temponun düştüğü, sakin sahnelerde daha yavaşa
indirgerdim. Bir süre sonra pervane tamamen duruyor. Çünkü evde soğuk hava
(tartışma) esiyor. Haliyle pervaneye gerek kalmıyor. Bu kısmı çok beğendim.
(Detay olduğu için) Yine bir detay aklıma takıldı. Babaanne çok titiz ama evde
herkes ayakkabı ile dolaşıyor. Terlik olsa daha iyi olurdu. Hem yukarıda
bahsettiğim türk aile yapısına da uyum sağlardı. (Eğer amaç oysa) Hani
bahsetmiştim ya hayal ile gerçek arasındaki farktan, işte arka planda duran rengarenk
şeker kavanozları bunu betimleme de çok başarılı. Tabii bu dekoristin payı
fakat fonun önünde siyah bir tül olup, sadece hayal ya da özlem sahnelerinde gözüktüğü
için, o renkli dünyayı anlatma da başarıya ulaşmış.
DEKOR
– KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK
Dekor, Barış Dinçel
imzalı. Eşyaların eskiliği, klasik oluşu, kısacası Babaanne’nin zevkine göre
döşenmesi, evin hakiminin o olduğu yönünde ipuçları vermiş. Film afişleri,
artistlerin fotoğrafları, olayın hangi dönemde geçtiğini bildirirken, yerden
başlayıp, tavana kadar uzanan büyük büfenin bir kanadının açık oluşu, “pandoranın
kutusu”nu görmemizi sağlamış. Reji bölümünde bahsettiğim renki şeker
kavanozlarının olduğu bölüm, iyiliği, hayali, güzelliği ve de en önemlisi
oyunun çocuk ruhunu betimlemiş.
Babanın takım elbisesi
kahverengi. İki çocuktan, büyük olanın ki de kahverengi. Küçük olanın ki ise
yeşil. Burada renkler baz alınarak, yaş ilerledikçe, babaya benzeme motifi göze
çarpmış. Bu da bir detay. Bella’nın kostüm renkliliği, çocuk zekasına uyarken,
Babaannenin koyu renk giyinişi, karakterize özelliklerini dışa vurgulamış. Serpil
Tezcan’a teşekkürler…
Mustafa Türkoğlu, ışığı
klasik bir biçimde dizayn etmiş. Dramatik sahnelerde karartmış, diğer
sahnelerde normal bir aydınlatmaya gerek duymuş. Gece sahnelerinde ise kaynağı,
dekordan (abajur) getirmiş. Hatta abajur söndüğünde daha da karartmış. Ton ton
ayarlamış. (Bu da bir detay) Saatin tiktaklarında, o karanlık sahneye, zamanın
geçtiğini vurgulayan bir ışık yakışırdı. Müzik ise oyunun adına cuk oturmuş. Son
sahne hariç, sadece dekor değişiminde kullanılmış. Ve olayların gidişatına göre
ritmini farklılaştırmış. Genel olarak, bende değişiklik ve bekleyiş hislerini
uyandırdı. Dram yönü daha ağırdı.
OYUNCULUKLAR
Abdül Süsler, ses tonundaki
duygu değişimleri ve vakurluğuyla rolünün hakkını verdi. Abdullah Semercioğlu, daha
rahat ve umursamaz halleriyle, ruh halini başarıyla canlandırdı. Emrah Düzkaya
ve Selim Tezin çok çok başarılı. Bir ara Selim Bey gerçekten 14 yaşında sandım.
Beden dilini ve sesini kullanımı dörtdörtlük. Gözlem yaptığı belli. Asuman
Çakır, az rolüne rağmen öz oyunculuğunu verdi. Oyunun komedi yönünün ağırlığına
dikkat çekti. Özge Özder, beklentimin çok üstünde bir performans sergiledi. Röportajını
okudum, neler yapmış neler. İşte oyuncu! dedirtiyor insana. Büyüsünü fazla
bozmak istemediğimden burada kesiyorum. Ve Serpil Tamur. Söze gerek yok. 50. Yıl…
Emeği geçen herkesi
kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Çok keyif aldım. Sizlerinde alması
dileğimle…
İlk kez bir oyunun
eleştirisini, izledikten bir gün sonra yapıyorum. Bu hazzı bana aldıran herkese
çok teşekkürler. Yazarken de çok keyif aldım. Umarım sizler de okurken
alırsınız…
Macide Tanır'ın anısına saygıyla...
Macide Tanır'ın anısına saygıyla...
Not: Oyun 2 saat 40 dakika / 2 perdedir.
OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR
NEİL SİMON
(1927 - )
EGE KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder