HIDRELLEZ
“Hıdrellez”, Firuze
Engin’in ilk oyunu. Daha önce Ankara Değişim Atölyesi Oyuncuları (ADO)
tarafından sahnelenen eser, bu sezon İBB Şehir Tiyatroları’nın repertuarında. Yazılarımı
okuyanlar bilirler, genelde yazara ait çok detaylı bilgiler vermem. Fakat
tiyatro dünyasının kazandığı ve bu kazanımın daha sonraki yıllarda da devam
edeceğini düşündüğüm Firuze Engin’nden biraz bahsetmek istiyorum. 1984, Edirne
doğumlu ve Ankara Üniversitesi, Dil-Tarih-Coğrafya fakültesi, Tiyatro
bölümünden mezun. Hıdrellez’i, öğrencilik yıllarında yazmış. Net bir tarih
belirtilmese de 2003 gibi yazdığını tahmin ediyorum. “Çöplük” ve Kayıp Eşya
Bürosu” adında iki oyunu daha var. Tiyatro BeReZe’nin kurucuları arasında. “Memleketimden
İnsan Manzaraları”, “Hadi Öldürsene Canikom”, “Mikado’nun Çöpleri” ve “Ferhan
Şensoy Kabare” oyunlarında yer almış. Yazar ve oyuncu kimliklerinin haricinde,
kostüm, kukla ve maske konusunda da uzman. (Kaynak: Oyun broşürü) Bu
girizgahdan sonra oyuna bir bakalım…
Oyun, romanların
gündelik yaşamlarını ve geçmişlerini mercek altına alırken, geleceğin de
tasvirini yapıyor. Üstelik sadece yaşadıkları yer bazında değil. Tüm yurda
yayılacak olan bir geleceğin izlerini taşıyarak. Hıdrellez, 1980 darbesiyle birlikte
değişen hayatları ve bu değişme ayak uyduramayanların, ismi bile belli olmayan
bir yere, oyundaki tabiriyle “Allah’ın unuttuğu yer”e gelmek zorunda
kalışlarıyla, yerli halkın olaylara siyasi bir pencereden bakışını anlatıyor. Aslında
bu bakış pek de yerli halk için sayılmaz. Çünkü İstanbul’u sadece fotoğraflarda
gören yöre halkı, durumdan bihaber. Kendi hayatlarını kuran ve kapılarını sıkı
sıkıya kapatanların hikayesiyle, dışarıdan gelen bir ‘yabancı’nın bu hayata
müdahil oluşunu özünde taşıyan eser, “siz” ile “biz” sorununu ele alıyor. Hala
kendinden farklı olanları kabullenmeyenlerin ‘ben’liğiyle, günümüze de dikkat
çeken eser, ne yazık ki değişmezliğin kanıtı olarak yerinde duruyor.
Oyun, bahsi geçen sorunu
ele alırken, romanların birlik oluşlarına (para sahnesiyle), tek bellekte
toplanışlarına ve namus kavramını öne çıkarışlarına dikkat çekiyor. Kültür
penceresinin yeni bir boyut oluşturduğu oyunda, okumuş ve cahil insan arasındaki
gözetim farkı vurgulanırken, kitap ve gazete gibi hayal gücünü geliştiren/bilgi
sağlayan unsurların değeri biçimleniyor. Yaşadıkları yere gelişleri, atalarının
maceraları ve göç gibi olaylar üzerinde duran eser, hem romanlara dair bir
yaşam fonu oluşturuyor, hem de bu fonun, gücü elinde bulunduranlar ile siyasi
erkler tarafından nasıl algılandığını çözümlüyor. Bu çözümlemeyi yaparken, bir
ideal uğruna, başkası için ya da ülkesi için kendini feda eden insanlarla, “düşünce”nin
suç sayıldığı bir dünyada iyi bir yaşamın mümkün olup olmadığının altını
çiziyor. Bu arada “Yaratıcılık” romanların en önemli özelliği haline geliyor.
(Beste yapımı sahnesi)
Oyuna ismini veren
Hıdrellez ise, onlar için bir umut ve bekleyiş kaynağı. Bu bekleyişin boşa
olduğunu bilen ve İstanbul’un her zaman kitaplarda kalacağının farkında olan
insanlar, yaşama dört elle sarılıp, kimsenin cesaret edemediği güçlerle
savaşmaları, esas güçlünün, esas meselenin ve de esas ‘İNSAN’ın ne/kim olduğuna
yakın bir perspektiften bakarak cevap arıyor. Firuze Engin’in bu ilk oyunu, tıpkı
herkesin hayatı gibi, kimi zaman hüzünlü kimi zaman neşeli, ama daha çok hayatın
acılı yanıyla konuşuyor. Metin, karakter arasındaki derin uyum, olayların
bağlanış şekli, kelimelerin seçilişi (romanların sıkça kullandığı kelimeler),
roman yaşamının incelikleri, örf, adet, gelenekleri ve dramatik yapının
sağlamlığıyla alkışı hak ediyor. Ana temayı belirleyen cümle ise: “Bıçak Bursa’da
bilenir, buradakinin canına uzanır. Bıçağa kinlenmek olmaz, çekene kinlenmek
hiç olmaz.” Şeklinde durumu özetliyor. Tabii bunda en büyük pay Firuze Engin’in.
Kutlarım… Bundan sonra yaşayacağımız hayatın 9/8’lik olması dileğiyle…
REJİ
Hıdrellez’in rejisini
tanımlamak gerekirse; zengin birinin karnında (aklında) dünyaya gelen bebeğin,
yavaş yavaş parçalanarak, bazı ihtiyaçlarından mahrum bırakılarak, hamlığına
hamlık, acemiliğine acemilik (taytay) katılarak, baştan savılarak, ve istenmeyen
bir bebeğin yanlış ellerde büyütülüp, topluma (seyirciye) kazandırılması /
kaybettirilmesi diyebiliriz. Tüm bu sözlerimin muhattabı, ilk kez rejisör
koltuğunda gördüğüm Ali Yaylı’dır. Bir oyunu ortaya çıkaran sadece metin
değildir. Sadece rejisör de değildir. Bütün teknik ve yapıcı unsurlar bir bütün
oluşturarak ‘bebeğini’ doğurur. Yazar, metne gebe kalır, rejisör de doktor
kimliğine bürünüp, elde ettiği ürünü ince eleyip sık dokuyarak sahneye aktarır.
Burada koyu yazılı kelimeler ne yazık ki işlevini yerine getir(e)memiş. Getir(e)memekle
kalmayıp, bebeği, anne karnında kordonla boğmuş.
Oyunda reji yok! ‘Yine’
muhakkak ben yanılıyorumdur. Vardır da ben görememişimdir. Ödül de alır, övgü
de. Kim tutabilir ki jüriyi! Peki madem reji yok, olsaydı nasıl olurdu? Ya da
nasıl olmalıydı? Buna bir bakalım… Öncelikle aynı sahnede, ışığın kararmasıyla
farklı aksiyonların meydana gelişleri, “donma” şeklinde, kaldığı yerden devam
eden bir his yaratılarak yapılmalıydı. Orkestra çukuru kapatılmış fakat yine de
kullanılmamış. Peki ne amaçla kapatıldı? Benim amacım şu olurdu: Nehir
sahnelerini, sahne önü yerine, orkestra çukurunu kullanarak kotarırdım. Arkadan
yine su efekti gelirdi ama çukurda da biraz su olurdu. Oyuncu, elini daldırıp,
çıkardığında, parmaklarından akan suyu görürdüm. Görürlerdi. Ayaklar ise yine
çukurun içerisinde kalırdı. Potansiyeli olan sahnelerin, bu potansiyellerinin,
bazı rejisörler tarafından heba edilmesine aklım ‘ermiyor’!
Oyun boyunca bahsi
geçen “ateş”, temsili olarak ya sahne üzerinde ya da yine orkestra çukurunda
(çok dipte olmama şartıyla) bulunmalıydı. Eğer çukur da bulunsaydı, oyuncular,
ateş üzerinden atlayabilir ve ateşin sadece alevleri (uç kısımları)
gözükebilirdi. Bütün bunlara rağmen çok ufak bir ayrıntının unutulmaması beni
mutlu etti. Tabii ben doğru anladıysam. Kapı gıcırdaması, “Biz romanlar, kapı
gıcırtısına dayanamaz oynarız.”cümlesini aklıma getirirken, keşke bunun
izlenimini de görseydim dedirtti. Bu gıcırdama meselesi umarım böyle bir amaç
için yapılmıştır. Son olarak gül fırlatımına değinecek olursam; bir hoşluk
yaratmanın haricinde, hıdrellez temasına uym sağlamış. Madalyonun öbür yüzüne
baktığım da ise, “ağıza bir parmak bal çalma”nın ötesinde bir şey yok! Olmayan bir reji için ne kadar da çok şey
yazdım değil mi?
Not:
Ali Yaylı, Kasımpaşa / Hacıhüsrev doğumludur. Keşke Broşürde, hıdrellez ile nasıl tanıştığını, önceden ne sandığını,
sonradan ne olduğunu öğrendiğini söyleyen Ali Yaylı’ya, önümüzdeki hıdrellez
zamanında bir gözlem daha yapmasını temenni ediyorum. Bu temennim Hatice
Yurtduru için de geçerli. Hatice Yurtduru’nun üstlendiği dramaturjiyi
beğenmiyorum. Temel olmadan, bina inşa edilmeye çalışılıyor. Evet, dramaturji…
Belki de oyunun en önemli öğesi.
DEKOR
– KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK
Barış Dinçel imzalı
dekor, ilk görünüşte kalbi çalıp, detaylı incelendiğinde kalbi kıran bir
tasarım. Beğendiğim detaylar da çok, beğenmediklerimde… Sağ taraftaki gül, ve gülün kelepçe ile bağlı
oluşu, hem hıdrellezin olmazsa olmaz sembolünü nitelerken, hem de “gül, romanın
rozetidir.” Anlayışına uyum sağlamış. Toprakların az ve çamurlu durumu,
kimsenin umursamadığı bir yerleşim yerinin “topraksızlığı” ile metnin
düşüncesine sıkı sıkıya bağlı kalmış. Evlerin (dış kısımlar) kir ve paslı
betimlenişleri, bakımsızlığı vurgularken, renklerinin sönük oluşu bunu
dengelemiş. Yine de biraz daha ‘civcivli’ rekler olsun isterdim. Saksıların
üzerindeki markalar, olayın geçtiği dönemi yansıtarak, inanırlılığı arttırmış.
Enstrümanların büyüklüğü ve mekanda göze çarpması hem grostesk yapıyı güçlendirmiş
hem de bunun önemini (“çalgısız yaşayamaz ölürler”) anlatmaya yetmiş. Fonda
davulu tutan ipler gözüküyor. Gözükmemeli. Ampuller ise fazla küçük ve
gereksiz. Sadece düğün sahnesinde olmalıydı. Diğer sahnelerde yukarı
çekimeliydi. Barış Dinçel sadece Şehir Tiyatroları’nın değil, tiyatro
camiasının bir numaralı dekoristidir. En azından benim için öyle…
Kostümler beni hayal
kırıklığına uğrattı. Canan Göknil’i ilk kez böyle gördüm. Herhalde bu oyun
ilklerin oyunu olacak. Kostümleri daha renkli (sadece kırmızı yetmemiş) ve ayakkabıları daha parlak (cilalı) isterdim.
Yakalara gül takılsa fena olmazdı. Hani rozet misali… Kadın oyuncularda hal hal
ve daha çok bilezik olmalıydı. Giysilerden sarkan çaputlar durumu özetlemiş.
Işık tasarımında Murat Özdemir karşımıza çıkıyor. Teknik unsurları anlattığım
bölüm “öneri” bölümü olarak tarihe geçti! Açılış için tercih edilen ışık, pek
de bir şey ifade etmiyor. Önce davulun, sonra kemanın, ardından klarnetin
(isteğe göre gülün) ve en son oyuncuların tek tek ve yavaş yavaş aydınlatılması
iyi olurdu. Karanlıkta başlayıp, bir dakika sonra aydınlığa geçilmesi algıda
bozukluk yaratmış. Zühre karakterini gördüğümüz ilk sahne ‘kabak’ aydınlatma
türünden. Halbuki geceydi. Ya da ben öyle sandım…
Aksiyonun geçtiği kısma
göre bölümsel aydınlatma klasik olmuş. Aslına bakılırsa çok da farklı ol(a)mazdı.
Sahnenin her iki yanından aydınlatılan ve beş farklı renkten oluşan ışık
kaynakları etkisini göstermemiş. Çünkü sahne, sahne değil stadyum! Fon
karartılıp, farklı renklere yoğunlaşılabilirdi. Fon demişken, oyunun en ince
düşünülmüş noktası desem yalan olmaz. Kararmadan açılmaya (geceden gündüze) ya
da açılmadan kararmaya (gündüzden geceye) ton ton ayarlanması, tasarımı kısmen
kurtarmış. Gece sahnelerinde ise kaynak doğallığı yakalamış ve nesneden gelmiş.
Müzikler, (Balık Ayhan) “an”a göre bestelenmiş / çalınmış. Canlı ve bestelenmiş
müziğin iç içe oluşu, romanların yaşamından bir kesit sunarken, gerilimvari
beste, oyuna mana katmış. Su, telefondaki ses ve silah efektleri ölçülü
tutumuyla istenileni yapmış. Ve can yakan en önemli nokta: “Koreografi.”
Koreograf (Ahmet Öğren) var ama koreografi yok! Koreografi “hareket düzeni”
demektir. Nerede hareket, nerede düzen?
OYUNCULUKLAR
Elçin Atamgüç’ü (Tinke),
gerçek yaşından çok daha büyük bir karakteri, gerek ses tonu gerek beden
diliyle başarıyla canlandırdığı için kutluyorum. Gürol Güngör (Ender), değişim sürecini çok iyi
yansıtmış. Nergis Çorakçı (Zühre) az rolüne rağmen özlüğünü yakalamış ve
duygusunu seyirciye net olarak geçirmiş. Engin Akpınar (Hüseyin), Reha Kadak (Kıpti),
ve Emrah Can Yaylı’nın (Vasfi) gerçekten roman olduğuna hiç şüphe yok. Rolünü
bu kadar özümseyen ve içten oynayan çok değerli, nadir oyuncular. Tebrik
ediyorum. Ozan Tura (Dilsiz), klarnetiyle dilini konuşturdu ve beni mest etti.
Güçlü yorumun için nefesine sağlık. (“Çingene Ağıtı” için de) Radife Baltaoğlu
(Nurhayat), Melahat Abbasova (Fatma), Melike Altınbaran (Ayşen) için de aynı
şeyleri söylemek mümkün. Fazlası var eksiği yok. Şive inanılmaz! Ve genç
yetenek Şenay Bağ (Seyyal). Bu oyuncuya çok dikkat! Geleceğin yıldızı…
Emeği geçen herkesi kutlar,
alkışlarının bol olmasını dilerim. Bu dileklerimden sonra da bazı
serzenişlerimi dile getirmeyi bir borç bilirim.
İstanbul
Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları yönetimine;
Yalnızca (!) Harbiye
Muhsin Ertuğrul sahnesinde uyguladığınız, “işitme engelliler için üst yazı” yansıtımı,
2. Perdede yok oldu! Yani işitme engelli vatandaşlarımız 2. Perdeden mahrum
kaldılar. Bir diğer husus, fona kocaman bir bilgisayar yazısı, dosya görünümü
geldi, gitti. Bence bir daha geri gelmemek üzere gitsin! Bu aksilikler ne zaman
bitecek? 100 yıllık bir kuruma yakışmıyor!
Gençlere kapı açıp,
oyunlarına repertuarınızda yer verdiğiniz için teşekkürlerimi sunarım.
MERAKLISINA
Hıdrellez
tarihi: http://tr.wikipedia.org/wiki/H%C4%B1d%C4%B1rellez
Not:
Oyun 2 perde / 3 saattir.
Ayrıntılı
bilgi için: http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Anasayfa.aspx
OYUNA
DAİR FOTOĞRAFLAR
EGE KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder