24 Eylül 2013 Salı

Dün ile Bugünün Anlatısı: "Surname 2010" (İBBŞT)



SURNAME 2010

Öncelikle, "surname"nin ne anlama geldiğini açıklamakta fayda var. 

Surname: Divan edebiyatında şehzadelerin sünnet düğünlerini, kadın sultanların evlenme törenlerinin anlatıldığı manzum ya da mensur biçimindeki yapıt. 

Oyunun yazarı Yiğit Sertdemir. Surnameler, yazanın ismiyle anıldıkları için, bu surnameye de "Surname-i Yiğit" diyebiliriz. Şimdi bir şenliğe çıkıyoruz hazır mısınız? Sühendan Hanım'ın kocası Ziya Bey'in, eşine yazdığı fakat tamamlayamadan bu dünyadan göçüp gittiği için, beş yıl sonra Sühendan Hanım'ın eline geçen surname vesile oluyor bizlerin bu şenliği görmesine. Neler yok ki bu şenlikte? Karagöz'ünden Hacivat'ına, Pişekar’ından, Kavuklu’suna, meddahından, kuklasına, kısacası unutulmuş ya da unutulmaya yüz tutmuş, geleneksel değerlerimiz çıkıyor karşımıza. Hatta sadece bizim karşımıza değil, birbirlerinin de karşısına çıkıyorlar. Aynı ortamda buluşarak, “neydi? Ne oldu? yu” tartışıyorlar.

Osmanlı Devleti zamanlarına uzandığımız bu şenliğin en özel tarafı, sadece geçmişi değil, günümüzüde ironik bir dille anlatması. Yiğit Sertdemir, “eski” ile “yeni”yi harmanlayarak tadına doyum olmayan bir gösteri sunmuş. “İstanbulbazlar” adı altında günümüz insanının dertlerini, sıkıntılarını, korkularını, meraklarını bir başka deyişle başına gelebilecek her türlü zorluk ve felaketi betimlemekte oldukça başarılı. Aslında bu yaşananlar sadece İstanbul’da değil, tüm büyük şehirlerde baş gösteriyor. Fakat yazar, İstanbulbazlar adı altında bir sunum tecih etmiş. Ayrıca İstanbulbazlar adı da eski ile yeniyi biraraya getirmiş durumda. (“İstanbul” – “baz”)

İroni yalnızca bu yazdıklarımla sınırlı değil. Birtakım güncelleştirmelerle, günümüze göndermelerde yapılmış. İktidar, makam, statü gibi kavramlar bu gösteride kendine yer bulurken, gönderininde ana kaynağı olmuş. 2010 yılında yazılmış bir metnin içerisine “Gezi” etkisini yerleştirmek ne kadar doğru? Şahsen, “yeni metin – yeni oyun” anlayışı içerisinde gezinin etkisini görmeyi ve bu etkiyi koklamayı daha yerinde bulurum.

Bu gösteride, (gösteri demek daha doğru olur) özlem var, umut var, beklenti var, hasret var, çocukça bir ruh var. Bu duyguların yalnızca yaşı ileri olan insanların hissettiklerini sanmıyorum. Benim yaşım, geleneksel Türk Tiyatrosuna aşina olmaya yetmedi. Bu eksikliği de her zaman taşıdım. Fakat, bu gösteri, aşinalığımı arttırarak, yukarıda belirttiğim duyguları yaşamamı sağladı. Bence oyunun en önemli işlevi burası. Genç jenerasyonu da hedef kitleye sokabilmek ve bu güzelliklerin varlığını bir nebze olsun hatırlatarak, sevdirebilmek. Ve İstanbul! Gösterinin geçtiği mekan. Kişilerin üzerlerinde ki "İstanbul teması"na uygun (Kız Kulesi, Haydarpaşa Tren İst., Galata Kulesi vs.) süngerden yapılmış simgesel nesneler, etkiyi arttırmada işlevsel konumda. 

Kuşkusuz, gösterinin başrolleri kuklalar ve masklar. Candan Seda Balaban harikalar yaratmış. Gösterinin olmazsa olmazı. Her maskın, ayrı bir duygusu var. İzlerken, “ne çok duygu varmış” dedim. Maskın içindeki kişinin söylemleri ve ruh hali ne ise, maskın ifadeside o! Bu çok özel ve ayrıntı isteyen bir iş. Tek tek kafa yorulmuş ve iyi bir biçimde hayata geçirilmiş. Toplamda kaç farklı mask, kukla, kostüm vardı sayamadım. Böylesine büyük bir projenin İBBŞT’da “heba” olduğuna inanıyorum. Yurtdışında sahnelense efsane olabilecek türden! Her ne kadar gösterinin yıldızları olmasalarda, geleneksel tiyatronun büyük emekçileri İsmail Dümbüllü ve Kel Hasan’ı görmek bana keyif verdi. Onlar da olmadan olmazdı.

Müzik, hem canlı hem de kayıt olarak kullanılmış. Canlı kısımda davul bizlere eşlik ediyor. Dönemsel olarak düşünüldüğünde doğru ve etkili bir karar. Günümüz davulcuları (sahur vakti çalınan davullar) “rastgele” diye bir tarz yarattıkları için, davuldan soğumuştum. Fakat gösteri, kulaklarımın pasını silmeyi ve beni geleneksele yakınlaştırmayı başardı. Bir enstrümanın ezgisi ve çalış biçimi nasıl değişebilir? Değişmiş…  Kayıttan gelen müzikler ise hem yereli, hem evrenseli ortak bir paydada buluşturmuş. Dinlerken, “ben bu müziği bir yerden hatırlıyorum” hissine kapılıyorsunuz. Müzikler, gösterinin geneline uyan bir formda yaratılmış.              

Sahnenin boş oluşu dikkati dağıtmamış ve gösterinin “büyük”lüğünü, seyirciye göstermekte imkan sağlamış. Sahaf dükkanı ise şık ve estetik. İstanbulbazların kostümlerinin siyah oluşu, karamsarlık ve sıkıntıyı yoğunlaştırır nitelikte. Işık ise, genele yayılarak, her türlü ayrıntının görülmesinde bir numara. Mahmut Özdemir’e teşekkürler. Son olarak Özgür Tanık, başarılı bir kareografi yaratmış. Gösterinin coşkusunu ve ritmini yakalayabilmiş. Oyuncular, kuklaları konuşturmakta, gerek ses tonları gerek hareketleriyle son derece uyumlu. Ekip çalışması kendini göstermekte.

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Böylesine dünya çapında projeleri daha sık görmek dileğiyle... (Tıpkı son sahnede gökyüzüne yollanan umut balonları gibi, benim hala umudum var. )

Not: Oyun 90 dakika / Tek perdedir.




OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR





YİĞİT SERTDEMİR
(1979 -     )


EGE KÜÇÜKKİPER


21 Eylül 2013 Cumartesi

Mutluluğa Ulaşmanın Yolu: "Aşka 103 Adım" (Tiyatrokare)




AŞKA 103 ADIM

Usta senarist ve oyun yazarı Neil Simon’un, 1963 yılında “Parkta Çıplak Ayak” adıyla yazdığı ve 1967’de aynı adla Gene Saks tarafından beyazperdeye uyarlanan oyun, geçtiğimiz sezon Tiyatrokare tarafından yukarıda gördüğünüz isimle sahneye taşındı. Ana eksende dört karakteri içeren oyun, yüksek temposu, zekice diyalogları ve özellikle güncelleştirmeleriyle seyirciyi dinamik tutmakta oldukça başarılı. Bu arada Neil Simon’un “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum” adlı oyunu üç sezondur Şehir Tiyatrolarında sahnelenmekte.

Evliliğin aşkı öldürüp, öldürmeyeceğini tartışan bu keyifli oyunun konusuna değinecek olursak; altınıncı katta ki kiralık evlerinde, eşyalarının gelmesini bekleyen yeni evli Mutlu ve Melda çifti, görünürde “birbirileri için yaratılmışlar” hissi verse de ilerleyen zamanlarda “zıt kutupların çekiciliğinden” kaynaklanan bir aşkın egemen olduğunu anlıyorsunuz. Melda, özgürlüğüne düşkün, rahat, uçarı ve sanatkar (ressam),  Mutlu ise titiz, disiplinli, ve “normal” kalmayı başarabilmiş başarılı bir avukat. Hatta bu zıtlık, sevdikleri yemeklere kadar uzanıyor desem abartmış olmam. Böylesine zıtlıklardan doğmuş bir evlilik hiç tuzsuz, bibersiz olur mu? İşte tüm  bunlara bir de kayınvalide Saadet eklenince, tuz-biber ihtiyacı da giderilmiş oluyor.

Durun daha bitmedi! Bir de her olayın olmazsa olmazı “Bay Kamber” vardır bilirsiniz. Bu oyunun kamberi, çatı katında yaşayan emekli Kaptan Hulki. Saadet, eşini kaybetmiş, yalnızlıktan bunalmış, çalacak bir kapı arayan tipik kayınvalide örneği. Haliyle bu çalacağı kapı da bizimkilerin mutlu yuvasından başka bir yer değil. Hulki ise dairesinin kirasını ödeyemediği için, evine bir alt kattan yani Mutlu ve Melda çiftinin yatak odalarından çıkmak zorunda kalan babacan ve tıpkı Saadet gibi yalnız biri.  Anlayacağınız Saadet ve Hulki, oyunun ikinci çiftini oluşturmakta.

Yalnızlık, hoşgörü, aşk ve sevgi gibi kavramlar üzerine temellendirilen metin, aynı zamanda kuşaklar arası farkı da gözler önüne sermekte. “Değer” sözcüğünün kendine değerli bir yer edindiği, aşkın yaşının olmadığı, ilişkilerde mutlaka orta oyun bulunacağını ve en önemlisi pes etmek yerine mücadele edip zafer kazanmayı anlatan oyun, özünde bu mücadeleyi evlerine yani mutluluğa ulaşmaları için aşmaları gereken 103 basamaklık bir engel üzerine kurgulamış. Ucundan kıyısından da olsa sanatın kendisine yer bulabildiği oyun, herkesin sanattan anlayamacağını, kültür düzeyine göre sanatsal ürünlere verilen değerin ve yapılan yorumun farklı olabileceğini göstermekte ders verir durumda. (Özellikle resim sanatı) Bu arada “Sarı Işık” bölümü oyunun öz noktası.

REJİ

Oyunun konusuyla yeni ismi, birbirine büyük uyum sağlayarak, hem oyunu daha ilgi çekici hale getirmeye hem de metni daha anlamlı kılmaya yaramış. Güncelleştirmeler ise oyunun içerisine sırıtmadan yerleştirilmiş ve oyunun dinamizmini arttıran baş faktör konumuna gelmiş. Ayrıca erkek karakterin adının “Mutlu” olmasıda oyunun ironisini arttırmış. “Kar” ise oyunun en güçlü metaforu. Kar yağmadan önceki o buz gibi hava, ikiliye nüfuz ettiğinde bozulan ilişkileri, tıpkı kar yağdıktan sonra ortalığı kaplayan sıcaklık ile aralarındaki buzların erimesi ve mutluluğa ulaşmalarında etken bir rol oynamış. Uyarlama bir senaryoda müziklerin, türk kültürünün özünü yansıtması takdire şayan bir olay. Tabii bu pastanın bu önemli dilimi Nedim Saban’a ait. Geçtiğimiz sezonlarda “Leyla’nın Evi” (hala devam etmekte), “Çelik Manolyalar” ve “Onca Yoksulluk Varken” adlı eserleride başarıyla uyarlayan Saban, ustalığını burada da göstermiş.

DEKOR – KOSTÜM – IŞIK - MÜZİK

İzbe, yıkık – dökük, ufak ve pis bir ev görüntüsü veren dekor, oyunun ana temasına son derece katkı sağlamış. Yerlerin siyah - beyaz oluşu görsel zıtlığı vurgulamakta ve dekor içerisinde de basamakların oluşu ironiyi sağlayan başka bir unsur olmakta başarılı. Ayrıca zıtlıklardan doğan ilişkinin, yine zıtlıklardan oluşan bir dekorla sağlamlaştırılması oyunun anlatım gücünü arttırmış. İlk perdede, biraz evvel saydığım özelliklere sahip dekor, ikinci perdede yerini temiz, eli yüzü düzgün, yaşanılabilir bir halde sergiliyor. Fakat görüntü düzeldiğinde ilişkiler bozuluyor.

Bu ilişki yalnıza iki kişinin birbirilerine duydukları aşktan öte insan ilişkilerini de kapsıyor. Kısacası sadece ön yüzeyin güzelleşmesinin hiçbir işe yaramadığını, biraz daha derine inilmesi gerektiğini, ve aksine kötü şartlarda bile mutluluğun ele geçirilebileceğini yüzümüze çarpan oyun, bu mesajını dekor aracılığıyla betimleyerek alkışı hak ediyor. Tabii bu alkış Erinç Gürses’e.

Kostümler Yeliz Buyruk imzalı. Kış aylarında geçen oyun, kürk, palto, şemsiye gibi kostüm ve aksesuarlarla atmosferi yaratır nitelikte. Fakat bütün karakterlerin kostümleri bu amaca hizmet ederken, Melda’nın bahar aylarındaymışcasına giyinişi beni yadırgattı. Oyunda özel bir ışık göremedim. Işık konusunda beni memnun eden şey, devamlı kararıp, açılma olmaması idi. Bu sayede dikkat dağılımı önlenmiş ve seyirci boş boş beklemekten kurtulmuş. Müzik ise diğer oyunlardan oldukça farklı. Çoğu müzik iç öyküsel olarak sunulmuş. Müzik, oyunun içerisine yedirilerek daha samimi bir hava yaratılmış. Bu da oyunun içinden süzülüp gelen müziğin içinizi ısıtmasına yetmiş.

OYUNCULUKLAR

Öncelikle, tüm ekip uyum içerisinde ve birbirilerini tamamlar vaziyette olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.  Özge Özberk (Melda) umduğumdan çok daha iyi bir performans gösterdi. Karakter anlatımında belirttiğim tüm kişilik özelliklerini ruhuna yedirebilmiş. Oldukça doğal ve ölçülü. Bülent Seyran (Mutlu), oyunculuğunu, oyun boyunca üzgünüm ama bana bir türlü geçiremedi. Jest ve mimiklerini fazla abartmış. O kadar sahici ve doğal olan bir oyunun konseptine uymamış. Umran Ertok (Hulki), tecrübesiyle göz doldurarak, örnek bir oyunculuk teşkil etmiş. Yalnız iki sahnesi olan fakat rolünün hakkını fazlasıyla veren Koray Kurt bence ümit vaadediyor. Ve Suna Keskin (Saadet) yorum yapmak haddim bile olamaz. Oyunun yıldızı, ustası, bir numarası… 

Tiyatrokare seçtiği oyunlarla kalitesinden ödün vermeden son gaz ilerlemekte. “Aşka 103 Adım” önümüzdeki sezon da tiyatroseverler ile buluşacak. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim.


Not: Oyun 2 saat / 2 perdedir. 

Ayrıntılı bilgi için: http://www.tiyatrokare.com.tr/


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR






NEİL SİMON
(1927 -     )


EGE KÜÇÜKKİPER


11 Eylül 2013 Çarşamba

Adı Gibi Bir Oyun: "Yaşamaya Dair" (Dostlar Tiyatrosu)





YAŞAMAYA DAİR (BURSA CEZAEVİ'NDEN MEKTUPLAR)

Genco Erkal, bu sezon da Nazım Hikmet’ten vazgeçmiyor, geçemiyor. Nazım ustanın şiirlerinden oyunlaştırdığı ve yoğun ilgi sebebiyle hala devam eden “Kerem Gibi” ve “İnsanlarım” adlı oyunlarının yanına yine Nazım Hikmet’in en sevilen şiirlerinden “Yaşamaya Dair”i sahneye taşıyarak seyirciyi selamlıyor. Böylece üç Nazım şiiri uyarlamasıyla, 68’in torunlarına, Nazım sevgisini aşılamaya devam ediyor. Dostlar Tiyatrosu kırk yılı aşkın bir süredir perdesini açmakta. Her ne kadar geçersiz sebeplerle Muammer Karaca Tiyatrosundan tabir-i caizse atılmış olsalar da, oynadığı oyunlar ve kişiliğiyle muhalif duruşunu bozmayan Genco Erkal, 18. yy’dan kalma dede yadigarı, Eminönü’ndeki Ali Paşa Hanı’nı devreye sokarak, hem tiyatronun her yerde yapılabileceğini göstermiş hem de tiyatroların bir bir kapandığı şu günlerde, İstanbul halkına 150 kişilik bir açıkhava sahnesi kazandırmıştır. Dostlar Tiyatrosu adı gibi dosttur, candır ve dimdik ayaktadır… 

Yaşamaya dair sözü olan oyun, özünde, Nazım Hikmet’in, eşi Piraye’ye duyduğu büyük aşkı, Bursa Cezaevi hayatını, çok sevdiği oğlu Mehmet’e olan hasretini, ve en önemlisi dünya görüşünü dile getirmekte. Tabii isim Nazım Hikmet olunca, bu dile getiriliş de şiirsel bir bütünlük içerisinde olmakta. “Seni Düşünmek”, “Memleketim”, “Bulutlar Adam Öldürmesin”, “Ellerinize ve Yalana Dair”, “Dünyayı Verelim Çocuklara”, “Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni”, “Bir Cezaevi Adamının Mektupları”, “Kerem Gibi”, “Ceviz Ağacı”, “Akrep Gibisin Kardeşim”, “Onlar Ki” ve daha birçok Nazım şiiri, oyunun gidişatına göre Genco Erkal’ın sesinde hayat bulmakta.

Nazım Hikmet’in “Bursa Cezaevi’nden Mektuplar” adlı kitabından uyarlanan oyuna, “şiirsel gösteri” demek daha uygun olur. (Zaten afişte de bu şekilde yazmakta) Nazım’ın, 2. Dünya savaşının hüküm sürdüğü yıllarda, Bursa cezaevine girişi (2.kez), bir milat, bir değişim ve başkalaşım olarak sunulmuş. Dünyada olan biten olaylar ve kaçınılmaz farklılaşım, Nazım Hikmet’in, içeriye girmesinden öncesi ve sonrası olarak iki dönemde ele alınmış. Zaten, şiirler yeteri kadar anlam yüklü ve gösterinin temelini oluşturmakta. Kulaklarınıza yineleyerek çarpan “Saat 21.00”, Nazım’ın en özel ve duygularını en yoğun yaşadığı saat. Çünkü saat 21.00, Piraye’ye şiir yazma vakti…


Nazım’ın sadece “insanlarına” duyduğu aşkı değil, “vatanı” ve “milleti”ne beslediği aşkını da en doğal şekilde aktaran gösteri, Nazım’ın, Dr. Faust’un evinin önündeki konuşmasıyla son bulmakta. "Kapıyı çalıyorum… / Bu evde ben de senet vereceğim şeytana / Ben de kanımla imzaladım senedi... / Ne altın istiyorum ondan / Ne bilim, ne gençlik! / Hasretlik canıma yetti! / PES! / Beni İstanbul'uma götürsün bir saatlik..."


REJİ

Gösteri adının, “Yaşamaya Dair” oluşu, ana ekseninde barındırdığı konu itibariyle, gösteriyi uyumlu kılmış ve anlatımı güçlendirmiş. Tabii bu güce Nazım’ın diğer şiirleri de destek vermiş. Genco Erkal’ın, gösteriye uygun olan şiirleri özenle seçtiği çok açık. Konsept olarak bakıldığında, Nazım ve Piraye’nin, birbirlerine uzak oluşlarına rağmen, sanki aynı ortamdaymışcasına izlenimi vermesi, aşkın, şiirin, sanatın ve düşüncelerin, mesafe ve engel tanımadığına örnek teşkil etmiş. Hanın iki katlı kullanılışı, hem balkon seyircisine yaramış, hem de şarkıların, Piraye’den Nazım’a giden bir yol olarak betimlenmesine olanak vermiş. Ayrıca şiirlerin ve oyunculuğun haricinde gösteriyi etkin hale getiren faktörlerden biri de her iki katın aynı anda oynamıyor oluşu. Bu sayede dikkat dağılımı önlenmiş ve seyirci tek bir noktaya kilitlenmiş. Bir org ve viyolonselden meydana gelen orkestranın kör noktada duruşu da, bu duruma katkı sağlamış. Kar yağdırılışı ise, mevsim geçişini vurgulamakta başarılı ve estetik.


DEKOR - KOSTÜM - IŞIK - MÜZİK

Daha önce belirttiğim gibi, gösteri, Ali Paşa Hanı’nda yani “doğal” dekorda oynanmakta. Bu doğallık, avlunun ufak oluşuyla, Nazım’ın dünyalara sığmayan yaşama sevincinin zıtlığını yakalayabilmiş. Kemer kısımlarında bulunan çitler, olmayan duvarı, var gibi göstererek, içeriyle dışarısı arasındaki bağlantıyı kurmakta ve Nazım’ın derinliğini vermekte ustaca. Kostümler ise, Genco Erkal’ın Nazım, Tülay Günal’ın Piraye olduğunu anlamaya yetecek cinsten. Özlem Kaya’ya teşekkürler. Işık tasarımı Yüksel Aymaz’a ait. Tasarım, gösterinin insanda yarattığı duygu gibi karışık. Karışıklıktan kastım, sarı ve mavi ışığın birleşiminden doğal yeşil ışık. Yeşil ışık, tek tarafa ait olamamadır. Arada kalmışlıktır. Tıpkı Nazım gibi… Tıpkı içerisiyle dışarısı gibi… Ek olarak kararma ve açılmanın fazla olmaması, gösterinin duraksayarak temposunun düşmesini engellemiş. Akıllıca yerlerde duraksayarak, seyirciye nefes aldırmayı bilmiş.

Müzik, gösterinin en önemli öğesi diyebilirim. Fazıl Say, Zülfü Livaneli, Cem Karaca, Edip Akbayram, Timur Selçuk, Tolga Çebi, Nadir Göktürk ve Tarık Öcal gibi isimler, Nazım şiirlerinden oluşan besteleriyle, gösteriye “ruh” katmaktalar. Bu şarkılara, o muhteşem sesiyle hayat veren kişi ise Tülay Günal. Bu arada Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, Nazım Hikmet için yazdığı, “Yiğidim Aslanım Burada Yatıyor” türküsü, Nazım’a verilen değerin esaslığıyla gösteriye mana katıyor. Oyunculuklara fazla söylenecek söz yok. MUHTEŞEM!  

Ali Paşa Hanı’ından, dolu dolu yaşam sevgisi ve şiire doymuş bir şekilde çıkıp, belki de en yakın kitapçıdan bir Nazım Hikmet şiir kitabı satın alacaksınız. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Nice nice Nazım oyunlarına…


Not: Oyun 90 dakika / Tek perdedir.

Not 2: Sezon içerisinde oynayacak olan Nazım oyunları:

“Jokond ile Si-Ya-U” (Zeliha Berksoy-şiir),

“Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” (İst. DT-oyun),

“Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni”, (İst. DT-şiir), 

“Onlar Ki”, (Nazım Oyuncuları-şiir)


Ayrıntılı bilgi için: www.dostlartiyatrosu.com



----------------------------------------------------------------------------

YAŞAMAYA DAİR

Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                     bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                      yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 

Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                     beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                               insanlar için ölebileceksin, 
                     hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                     hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                     hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                  yaşamak olduğunu bildiğin halde. 

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
         hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
         ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                yaşamak yanı ağır bastığından.

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
             bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                             en son ajans haberlerini. 

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için, 
                        diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                        yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                 fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                 belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 

Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                         yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
         hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                      hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                      yani bu koskocaman dünyamız. 

Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                      zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 

Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için...


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR








NAZIM HİKMET

(1902 - 1963)


EGE KÜÇÜKKİPER