28 Mart 2013 Perşembe

Kara - Kedi - Arap: "Inishmorelu Yüzbaşı" (İstanbul DT)



INİSHMORELU YÜZBAŞI


Martin Mcdonagh'ın, 2001 yılında yazdığı, kara komedi ve absürd mizah türündeki eser, günümüzde ne yazık ki hüküm süren ve bitmek bilmeyen terörün, arap adında ki bir kedinin üzerinden, çeşitli nedenlerden dolayı, suçsuz oldukları halde, sebepsiz yere can veren insanların yani bizlerin hikayesini ironik bir dille anlatıyor. Oyunda verilmek istenen mesaj bazı sahnelerde ince ince örülerek, seyircinin gözüne sokulmadan, oyunun dinamizmi içine yedirilerek, bazı sahnelerde ise bariz sırıtan mesaj kaygılarıyla verilmiş. İlk kısım kara komedi türüne, ikinci kısım ise absürd komedi türüne uyum sağlayarak, başarılı bir iş ortaya çıkmış. Yabancılaştırmadan yararlanılarak "tez - antitez - sentez" şeklinde bir kurguya yer verilmiş. Kedi miyavlaması efektiyle bu diyalektik daha da güçlenmiş. Karakteri merkeze alıp bölme tekniği kullanılarak Brecht'ci bir tiyatro örneği var olmuş. Bu arada oyun, ilk kez 2003 yılında "Kent Oyuncuları" tarafından sahnelenmiştir. 

IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) terör örgütü lideri Delir Padraic'in kedisi arap öldürülmüştür. Öldürenler, Padraic'in en yakın arkadaşları, öldürme nedenleri ise, Padraic'in, arkadaşlarıyla birlikte bağlı bulunduğu örgütten ayrılıp, kendisine yeni bir örgüt kurmasıdır. Tabii tek neden bu değildir. Padraic, astığı astık, kestiği kestik biridir fakat uyuşturucu satıcılarına göz açtırmaz, yakaladığı yerde işkenceye başlar. Padraic'in, diğer üç arkadaşı uyuşturucu satıcılığından nasiplenmektedir. Ve bu yüzden Padraic'e karşı daha da bilenirler. Kuzey İrlanda'dan, Inismore'a dönen Padraic, kedisini kimin öldürdüğünü bilmemekte ve babasına emanet ettiği için onun öldürdüğünü sanmaktadır. Kendi babasını bile gözünü kırpmadan öldürmeye teşebbüs eden Padraic, arkadaşlarının evine baskın vermesiyle hakikati anlamıştır. 

Büyük bir mücadele sonucunda arkadaşlarını öldürmüş ve sevgilisi Mairead ile sadece ikisinin üyesi olduğu başka bir terör örgütü kurmaya gitmiştir. Yani bu işte (terörde) kadın, erkek, ana, baba fark etmemektedir. Mairead'ın kedisi cabbar ise daha önce Padraic tarafından, sebepsizce öldürülmüştür. Bunu öğrenen Mairead, Padraic'in sonunu getirecektir. İşin tuhafı, bütün bunlar özgürlük, hak, hukuk için yapılmıştır. Vurucu darbe ise en sondadır. Arap aslında ölmemiş, çiftleşmek için evden kaçmıştır. Ölü bulunan kedi bir başkasıdır. Bunca cana, sebepsiz yere kıyılmıştır...

REJİ - DEKOR - KOSTÜM - IŞIK - MÜZİK - MAKYAJ

Murat Karasu, sahneyi altlı üstlü kullanarak, olayı tek mekana sığdırmamış. Ayrıca her iki kısımda oyun yaratımına gitmeyip, seyircinin dikkatini bölmemeyi başarmış. Herhangi bir senkron kayması yok. Yönetim açısından kusurlu olan tek şey, bütün bu konsantirasyona rağmen, her şeyi yerle bir edecek kuru sıkı silah kullanımı. Üstelik bir - iki de değil, defalarca... Bu kadarına gerek var mıydı? Dikkatin toplanmasında elinden geleni yapan Karasu, dikkatin dağılması konusunda da elinden geleni yapmış...  Mekan kullanımıyla ilgili dekor tasarım ise, katliamlara, teröre, silaha, kana uyum sağlayacak, hatta bununla yetinmeyip "teksas" görünümü verecek bir tasarım olmuş. Ayrıca bazı dekorların çift taraflı oluşu pratiklik sağlamış. Kapı ve pencerelerin çarpık oluşu ise absürd komedi türüne bağlı kalındığının kanıtı olmuş. Klozet ise çalışan sifonuyla birlikte gerçekçiliği vurgulayarak, diyalektik bir bütün oluşturmuş. Kısacası dekor, oyuna gerekli ve anlamlı görselliği verebilmiş. Ethem Özbora'ya bir alkış da benden... 

Kostüm tasarımı Yıldız İpeklioğlu'na ait. Pis, salaş, bakımsız insan görüntüsü kostümler sayesinde başarıyla canlandırılmış. Özellikle Padriac'ın kostümünün beyaz oluşu, ironiyi daha da sağlamlaştırmış. Işık tasarımı ne yazık ki affedilmeyecek türden. Beyaz fon geceleri mavi, gündüzleri ise beyaz kalıyor fakat sahne kararmıyor. Karardığı zaman ise geç kalınıyor. Ayrıca bazı sahnelerde fonun renk değişimi de atlanmış durumda. Sahne ışığının verilmesi ise oyuna hiçbir farklılık katmayacak türden. Yine de Akın Yılmaz'a, emeğinden ötürü teşekkürler. Müzikler, Enes Kuzu'nun elinden çıkmış. Çokta başarılı olmuş. Terör sözcüğü ile bağdaşlaşan türden. Kara komedinin içerisine, adaptasyon sorunu olmadan yerleştirilebilmiş. Yabancılaştırmanın olduğu bir oyunda, müziğin sadece bu işlevinin eksik kaldığını düşünüyorum. Makyaj ise süper. Gerçeklik öğesi ön plana çıkarılmış. "Bu olay tamamen gerçektir." cümlesini ifade eden cinsten. Tercih doğru yapılmış. Terör de bu ülkenin bir gerçeği!

OYUNCULUKLAR

Cengiz Baykal, Engin Şahin, Can Öztopçu, İlkay Akdağlı, Hakan Şahin ve Orkun Gülşen üzerlerine düşen görevleri fazlasıyla yerine getirmişler. Deniz Elmaz, erkek karakterli kız tiplemesini başarıyla canlandırırken, Reha Özcan ise Deli Padraic rolünün hakkını vermiş, karakterle özdeşleşmiş. 

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim... Terörün, akan ve akıtılan kanın son bulması dileğiyle... Devlet Tiyatrolarına, bu güzel oyunu seyirciyle buluşturmaya imkan verdiği için ayrıca teşekkürler...

Not: Oyunda kuru - sıkı silah patlamaktadır. Oyun süresi 2 saat / 2 perdedir.
Ayrıntılı bilgi için: http://www.devtiyatro.gov.tr/


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR










MARTİN MCDONAGH
(1970 -     )


EGE KÜÇÜKKİPER

25 Mart 2013 Pazartesi

Anti-Emperyalist Bir Oyun: "Jokond ile Si-Ya-U" (SBOV)




JOKOND İLE Si-Ya-U

Şimdi anlatacaklarım, gerçek hayattan alınmış olup, Sovyetler Birliğinde Nazım Hikmet'in üniversiteden arkadaşı olan Si-Ya-U'nun yaşamına dairdir. Jokond ile Si-Ya-U, Nazım Hikmet'in anti-emperyalist tarzda yazılmış bir şiiridir. Bir şiirden, nasıl olur da tiyatro oyunu çıkar demeyin! Dönemin içler acısı halini ve de kırık bir aşk hikayesini gelin bir de benden dinleyin. Peki kim bu Jokond? Öncelikle buradan başlayalım. Jokond, Leonardo Da Vinci'nin tebessümüyle meşhur tablosu "Mona Lisa"dan başkası değildir. Si-Ya-U, bir dönem Paris'te kalmış ve hayatının aşkının, Mona Lisa yani Jokond olduğunu, onu görebilmek için sürekli Louvre müzesine gittiğini Nazım Hikmet'e defalarca söylemiştir. Si-Ya-U, Şanghaylı, devrimci bir çinli ademdir. Çan Kay Şek tarafından başı kesilmiştir. Nazım Hikmet'te duyduğu derin acı üzerine, 1929 yılında bu şiiri yazmıştır.

Jokond, bulunduğu Louvre müzesinde çok sıkılmaktadır. Sıkıntısını giderebilmek için, bir hatıra defteri tutmayı ister. Bunun içinde, müzeyi gezmeye gelen Amerikalı bir turistin kalemini çalar. Çalar çalmasına ama yazacak yeri yoktur. Çareyi muşambasının tersine yazmakta bulur. Günlerden bir gün (1 Nisan), Si-Ya-U ilk kez Jokond'u görmeye gelir. Bundan sonra da hep gelecektir. Çünkü aşık olmuştur bir kere... Aşkı karşılıksız değildir bin kere... Aradan günler geçmiştir fakat Si-Ya-U yoktur. Jokond, çıktığı gibi çerçevesinden, kaçar Louvre müzesinden. Çıkar sarkıtılan iple dama. Biner bir uçağa, gider Afrika'ya. Devam eder yola. Geçer  Singapur'la Avusturalya'yı, gelir Madagaskar'a. Muşamba halinde atladığı gibi bir denizcinin teknesine, rotasını çizer Çin Denizine ve savrularak oradan oraya, varır nihayet Şanghay'a... Arar badem gözlü Çinlisini. Bulduğunda ise anlar işin geçmişini. Ayaklarının dibindedir Si-Ya-U'nun kellesi... Ve Jokond kaybetmiştir, Floransa'dan daha meşhur olan tebessümünü... Jokond, artık devrimcidir. Emperyalizme karşı savaş açmıştır. Düşman ülkelerinin kapılarında, dağda, bayırda açar bayrağını. Bir Britanya zabitinin gırtlağını sıkarken görülür. Doğruca çıkarılır mahkemeye. Fransız Divan-ı Harbindedir. Karar verilir, yakılacaktır Jokond. Öyle de olur...

Şiirin tamamını okuduğunuzda, yalnızca bir emperyalizm karşıtlığı değil, aynı zamanda sanatçıya ve ürettiği birbirinden değerli eserlere - Mona Lisa dahil olmak üzere - saygı duyulmamakla birlikte, değer verilmeyip, bir hiç gibi yakıldığını görüyoruz. Yönetimi elinde bulunduran erkler, her zaman için sanattan ve sanat eserlerinden korkmuşlar, iktidarlarının sarsılmaması için çareyi, onları yok etmekte bulmuşlardır. Ayrıca Nazım Hikmet, dönemin (1928) hem siyasi hem de sosyal yapısını derinlemesine incelenmiş ve şu cümleleriyle ırk, renk, milliyet gibi kavramları sorgulatmıştır.  "Beyazların" gemileri kocamandır, "sarıların" ise küçücük..." Fransa, o dönemde özgür bir şehir değildir. Si-Ya-U, siyasi sebeplerden ötürü sınır dışı edilmiştir. Telsizden gelen haberler, düzenin hiçte yerinde olmadığına işaret eder. "Paris'i yine mavi gömlekli Parisliler, kırmızı renklerle dolduruyor." Cümlesi buna kanıt niteliğindedir. Ayrıca Fransa, emperyalizmin kalesi durumundaydı. Çan-Kay-Şek, Milliyetçi Çin Hükümeti'nin Başkanlığını ve Cumhurbaşkanlığını yapmıştır. Takma adı ise "Kızıl General"dir. Şanghay darbesini yapan kişidir. Şiirde, "Şanghay, kızıl saçlı bir çocuğa gebe" cümlesi durumu özetlemiştir. 

REJİ - DEKOR - IŞIK - MÜZİK - AFİŞ VE OYUNCULUK

Zeliha Berksoy, Nazım Hikmet'i çok iyi özümsemiş sanatçılardan biri. Hatta belkide en özümseyeni. Şiiri, sahneye uyarlayan, yöneten ve oynayan da kendisi. Salona girdiğiniz an, tül perdeye yansıtılmış Mona Lisa'yı görüyorsunuz. Tek kişilik bir oyun olduğu için yönetimde kusur yok. Beni en çok etkileyen sahne, Jokond'un, gemide fırtınaya yakalanması ve savrulması anı oldu. Fon, beyaz perdelerle kaplı. Bir vantilatör yardımıyla, savrulma anı başarıyla canlandırılmış. Oyunda dekorun olmamasının daha iyi olduğunu düşünüyorum. (Tabii bu oyun için) İlk kez dekorsuz bir oyunun bu denli iyi kotarıldığını, seyircinin sıkılmadığını ve tam olarak şiire konsantre olduğunu görüyorum. Tabii bunda en büyük pay başta Nazım Hikmet gibi dev bir şairin oluşu. Böyle bir şairi de Zeliha Berksoy gibi usta bir isim yorumlayınca, ortaya böylesi güzel bir oyun çıkıyor. Eğer şaaşalı bir dekor olsaydı, böyle bir etki yaratılamazdı. 

Fon görevi gören beyaz perdelere yansıtılan mavi ışıklar geceyi, kırmızı ışıklar ise gündüzü vermekte yeterli olmuş. Yani fon, çift katmanlı bir görev taşımış. Ayrıca Jokond'un uçarak gittiği yerler, fona yansıtılarak gerçekçiliği arttırmış. Şiir, gerçek öğeleri barındırmakla birlikte (karakterler, tarihler, dönemsel olaylar), fantastik boyuta da ulaşıyor. Jokond'un yakıldığını, sanatçının üzerine doladığı kırmızı bir ağdan anlıyoruz. Si-Ya-U'nun kellesini ise yine birbirine dolanmış kıpkırmızı bir yuvarlaktan. Oyunun sonunda Jokond, Si-Ya-U ile bütünleşiyor. Burada kullanılan kırmızı yani alev metaforu bütün döngünün anlatılmasında başarılı olmuş. Jokond'un yakıldığı anda ise, Beethoven'ın 9. Senfonisi çalıyor. Buram buram sanat kokan bir oyuna da bu yakışırdı. Zeliha Berksoy, şekilden şekle girip, şiveden şiveye geçiyor. Yerinde duramayan, bitmek bilmeyen bir enerjisi var. Afiş tasarımı ise Zeliha Hanımın annesi olan Semiha Berksoy'a ait. Dışavurumcu (Ekspresyonizm) bir resim çalışmasıyla karşı karşıyayız. Semiha Hanım, Nazım için hissettiklerini gönülden aktarmış...   

Not: Oyun 50 dakika / Tek perdedir.



-------------------------------------------------------------------------------------------------------

ŞİİRİN TAMAMI
Şang-hay’da kafası kesilen arkadaşım Si-Ya-U’nun hatırasına...


Rönesans devrinin italyan ressamlarından leonardo da vinci’nin meşhur eserlerinden birinin ismi jokond’dur. jokond tebessümüyle meşhurdur. bu kitaptaki acayip sergüzeşt işte bu jokond ile si-ya-u isminde bir çinlinin macerasına dairdir.


-bir iddia-
leonardo nam
nakkaşı dehrin
meşhur jokond’u
basmıştır kadem
rahı firare
ve firariden
boşalan yere
taklidi kondu.
işbu risaleyi
tastir eden şair
çok şeyler biliyor
hakiki jokond’un
encamına dair.
ol fettan ahu
bir yar severdi:
bir çinli adem
ismiii si-ya-u
gözleriiii badem
sözleriiii şirin.
bu yarin peşine
takılmıştır jokond
bir çin beldesinde
yakılmıştır jokond.
ben nazım hikmet
rakımülhuruf
işbu hususta
düşmanaaa dosta
çekip yürekten
günde beş növbet
yuf üstüne yuf
iddia ediyorum,
isbat edeceğim;
isbat edemezsem
sahni suhanden
yıkılıp gideceğim.
jokondun hatıra defterinden parçalar
15 mart 1924 paris luvur müzesinden
luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
can sıkıntısından çok çabuk bıkılıyor.
bıktım artık canımın sıkıntısından.
içimdeki bu ruh yıkıntısından
aldı fikrim şu hisseyi:
müzeyi
gezmek iyi
müzelik olmak fena.
ben bu maziyi hapseden saraya
öyle ağır bir hükümle kondum ki,
çatlarken sıkıntıdan yüzümde yağlıboya
mecburum durup dinlenmeden sırıtmaya:
çünki:
ben o floransalı jokond’um ki
floransadan daha meşhurdur tebessümüm.
luvur müzesinde artık canım sıkılıyor.
ve madem ki maziyle konuşmaktan
çabuk bıkılıyor
ben
karar verdim bugünden itibaren
bir hatıra defteri tutmaya.
belki dahli olur bugünü yazmanın
dünü unutmaya…
lakin acayip bir yerdir luvur.
burda belki bulunur
iskenderi kebirin
kronometrolu lonjin saatı,
fakat
bulunmaz yüz paralık bir kurşunkalem
ve bir tabaka temiz defter kaadı.
lanet olsun luvruna, parisine.
yazarım ben de hatıratı
muşambamın tersine.
ve işte:
kırmızı burnunu eteklerime sokan,
saçları şarap kokan
miyop bir amerikalının
aşırınca cebinden mürekkepli kalemini
başladım hatıratıma.
yazıyorum sırtıma:
tebessümü meşhur olmanın elemini…
18 mart gece
luvur uyudu.
zulmette venüs’ün kolsuz vücudu
benziyor harbiumumi neferine.
parlıyor bir şövalyenin altın miğferi:
vurdukça “gece bekçilerinin” feneri
karanlık bir resmin üzerine.
burda
luvurda
benziyor günlerim birbirine
tahta bir mi’kabın dört tarafı gibi.
başım keskin kokularla dolu
bir ecza dolabının rafı gibi.
20 mart
hayranım felemenk ressamlarına:
süt ve sucuk tacirlerinin
tombul madamlarına
kolay mı üryan bir ilahe edası vermek?
lakin
isterse ipekli don giyinsin
inek+ ipekli don = inek.
dün gece
bir pencere
açık kalmış
felemenkli üryan ilaheler soğuk almış.
bugün
bütün gün
ziyaretçilere
çevirip dağ gibi pembe çıplak gerilerini
aksırıp öksürdüler…
tutulmuşum ben de nezleye.
nezleli bir tebessümle gülünç olmayayım diye,
ziyaretçilerden gizleye gizleye
burnumu çekip durdum.
1 nisan
bugün bir çinli gördüm;
başı perçemli çinlilere benzer yeri yok.
ne de çok
baktı bana.
bilirim ki ben
fildişini ipek gibi işliyen
çinlilerin teveccühü
atılamaz yabana…
11 nisan
ismini öğrendim her gün gelen çinlinin:
si-ya-u
16 nisan
bugün gözlerin sesiyle
konuştuk kendisiyle.
gündüzleri kumaş dokuyormuş,
gece okuyormuş.
işte çoktandır ki gece
kara gömlekli bir faşist ordusu gibi geldi.
kendini sen nehrine atan bir işsizin
karanlık sudan sesi yükseldi.
ve ey yumruk kadar başında
dağ gibi rüzgarlar esen
ben eminim ki bu anda sen
cevap almak için yıldızlara sorduğun
cevaplardan,
kuleler kuruyorsun kalın meşin kaplı
kitaplardan,
oku
si-ya-u
oku..
ve gözlerin satırlarda isteneni bulunca
gözlerin yorulunca
bırak yorgun başını
siyah sarı bir japon krizantemi gibi
kitapların üstüne…
uyu
si-ya-u
uyu….
18 nisan
başladım unutmaya
tombul rönesans üstatlarının isimlerini.
görmek istiyorum
çekik gözlü çin nakkaşlarının
ince uzun kamış fırçalarından
damlıyan
siyah suluboya kuş ve çiçek
resimlerini…
paris telsizinin haberleri
allo
allo
allo
paris
paris
paris…
havada sesler
ateş tazılar gibi koşuyor.
eyfel kulesinin telsizi konuşuyor:
allo
allo
allo
paris
paris
paris…
biz de şarklıyız bu ses bizedir
bizim de kulaklarımız bir ahizedir
biz de eyfeli dinlemeliyiz-
çinden haber
çinden haber
çinden haber:
kaf dağınan gelen ejder
altın semasında çinimaçin yurdunun
gerdi kanat.
fakat
bu işte sade britanya lordunun
tüyleri yolunmuş
kalın boyunlu bir kuş
gibi matruş
gırtlağı değil,
kesilecek
konfuçyusun
uzun
seyrek
sakalı da!…
jokondun hatıra defterinden
21 nisan
bugün çinlim
gözbebeklerimin
içinde durdu;
ve sordu:
“tanklarının kırk ayaklı tekerleriyle
pirinç tarlalarımızı ezenler,
şehirlerimizde
cehennem imparatorları gibi gezenler:
senin
seni yaratanin nesli mi?”
az kaldı “hayır” diye haykırarak
kaldıracaktım elimi…
27 nisan
bu gece bir amerikan zurnasıyla
12 beygirlik bir fordun kornasıyla
bir rüyadan uyandım,
ve bir lahza gördüğüm
bir lahzada öldü.
gördüğüm durgun mavi bir göldü.
bu gölde canımın çekik gözlü canı
yaldızlı bir balığın sarılmıştı boynuna.
ben gidiyordum ona
sandalım çinişi bir cay fincanı;
açtığım yelken
kamış bir japon
şemsiyesinin
nakışlı ipeğinden…
paris telsizinin haberleri
allo
allo
allo
paris
paris
paris
radyo-stasyon duruyor.
parisi yine
mavi gömlekli parisliler
kırmızı sesler
ve kırmızı renklerle dolduruyor..
jokond’un hatıra defterinden
2 mayıs
bugün çinlim gelmedi.
5 mayıs
bugün de yok…
8 mayıs
benziyor günlerim
bir istasyonun
bekleme salonuna.
gözlerim dikili
demiryoluna….
10 mayıs
yunan heykeltıraşları,
selçuk elinin çini nakkaşları,
cemşide ateşle halı dokuyanlar,
çölde hecinlere kaside okuyanlar,
vücudunun raksı rüzgar gibi esen,
bir kırat mücevheri 36 köşeli kesen,
ve sen
beş parmağında beş hüner taşıyan
mikel anj  usta!
haykırın, ilan edin düşmana dosta:
pariste fazla bağırmış diye,
mandarin sefirinin
camını kırmış diye,
sevgilisi jokond’un
fransa hududunun
atılmış haricine….
çinden gelen sevgilim gitti çine…
ve ben artık
bilemem kimlere derler leyla ile mecnun,
o pantolonlu leyla
ben etekli mecnun değilsem…
ağlayabilsem… ah….
ağlayabilsem…
12 mayıs
bugün
önümde
kanlı ağzının
boyasını tazeleyen
bir ev kızının
elindeki aynaya ilişince gözüm
parçalandı kafamda şöhretimin teneke tacı.
içimde kıvranırken ağlamak ihtiyacı
dudaklarım kırıtıyor,
pişmiş bir domuz kellesi gibi
suratım sırıtıyor.
dilerim ki
kübist bir ressama fırça olsun kemikleri
leonar da vinçinin,*
boyalı elleriyle sarılıp boğazıma
altın kaplama bir diş gibi ağzıma
bu mel’un tebessümü taktığı için…..
birinci kısmın sonu.
ikinci kısım
firar
muharririn not defterinden
a dostlar hali berbat jokond’un..
siz emin olun ki onun
çok uzaklardan haber
almak ümidi olmasaydı eğer
ölümün rengini vermek için
dudaklarındaki mel’un tebessüme,
bir müze bekçisinin tabancasını çalar
boşaltırdı muşamba göğsüne
jokondun not defterinden
ne olurdu fırçası leonar da vinçinin
yaratsaydı beni
yaldızlı güneşinde çinin.
arkamdaki dağ resmi
şeker kellesi şeklindeki bir çin dağı olsaydı,
pembe beyaz rengi uzun yüzümün
solsaydı,
alsaydı gözlerim bir badem biçimini.
ve tebessümüm
gösterseydi göğsümün içini!
o zaman uzaklardakinin kolunda
dolaşabilirdim çin’i..
muharririn hatıra defterinden
jokondla bugün başbaşa verdik.
meraklı bir kitabın
yapraklarını çevirir gibi
birbiri ardınca saatleri çevirdik.
ve öyle bir karara geldik ki,
bu karar
bölecek bir bıçak gibi ikiye
jokondun hayatını…
yarın gece görürsünüz tatbikatını…
muharririn not defterinden
notr dam dö parinin saatı
çaldı gece yarısını.
gece yarısı
gece yarısı
kim bilir tam bu anda:
hangi sarhoş öldürüyor karısını?
kim bilir tam bu anda:
hangi hortlak
bir şatonun
dehliinde dolaşıyor?
kim bilir tam bu anda:
hangi hırsız
en aşılmaz
bir duvarı aşıyor?
gece yarısı…gece yarısı …
kim bilir tam bu anda…
bilirim ki her romanda
en karanlık saat budur.
gece yarısı
her kariin yüreğinde bir korkudur…
fakat neyleyim?
tek satıhlı tayyarem
luvurun damına konduğu anda,
notr dam dö parinin saatı
çaldı gece yarısını.
ve ben
tuhaftır ki hiçbir korku hissetmeden
okşıyarak tayyaremin alüminyum sağrısını
damın üstüne indim…
çözerek belime sardığım 50 kulaç ipi
şakuli bir sırat köprüsü gibi
sarkıttım jokondun penceresine.
üç keskin düdük çaldım.
ve derhal cevap aldım
bu üç düdük sesine.
açtı ardına kadar jokond penceresini.
meryam ana kılığına sokulan
bu fakir bahçıvan kızı
sıyırdı sırtından yaldızlı çerçevesini
ve ipe sarılarak tırmandı yukarıya…
dostum si-ya-u
talihin varmış doğrusu
düşmüşsün aslan gibi karıya…
jokondun hatıra defterinden
bu tayyare dedikleri
kanatlı demir bir at.
altımızda paris
eyfel kulesiyle
sivri burunlu, çopur ablak bir surat.
yükseliyoruz
yükseliyoruz
karanlığı
ateş bir ok
gibi deliyoruz..
gökler üstümüze
yaklaşır gibi,
gökyüzü çiçekli bir çayır gibi.
yükseliyoruz yükseliyoruz…
uyumuşum
uyandım.
sabahın şafak demi.
gökler durgun bir deniz,
tayyaremiz bir gemi.
tereyağından kıl çeker gibi gidiyoruz.
kalıyor arkamızda bir duman yolu.
pırıltılı yuvarlaklarla dolu
mavi boşlukları seyrediyoruz..
altımızda benziyor dünya
güneşte yaldızlanan
bir yafa portakalına..
fakat ne hikmettir ki ben
yükselmişim de yerden
yüzlerce minare boyu,
yine dünyaya bakıp
aktı ağzımın suyu….
muharririn not defterinden
şimdi tayyaremiz
afrikanın üstünde gezen
sıcak rüzgarların içindedir.
yukardan bakınca afrikabir
kocaman keman biçimindedir.
bana öyle geldi ki
çeloyla çalıyorlar çaykovskiyi
kızgın karanlık ada
afrikada.
ve sallıyarak tüylü uzun kollarını
bir goril ağlamada…
muharririn not defterinden
bahri muhiti hindiyi geçiyoruz.
havaları, baygın kokulu
koyu bir şurup gibi içiyoruz…
ve singapurun sarı fenerine bakarak
avustralyayı sağda
madagaskarı solda bırakarak,
ve güvenerek depodaki benzine
rotayı çizdik çin denizine..
`çin denizinde sefer eden bir ingiliz
gemisindeki` `con isimli güverte neferinin
hatıratından`
o akşam
birdenbire fırtına çıktı.
ama ne fırtınababam
ama ne fırtına…
isanın anası binmiş sarı bir şeytanın sırtına
havaları karıştırıp fır dönüyor.
ben de aksi gibi
pruva çanaklığında vardiyadayım.
koskocaman gemi
altımda nah şu kadar görünüyor.
esiyor rüzgar
rüzgar üstüne
rüzgar
rüzgar üstüne
rüzgar…
bir yay gibi vınlıyarak yaylanıyor direk.
hayda bir çıkıyoruz yukarıya
kafam bulutları yarıyor.
hayda bir aşağı iniyoruz
parmaklarım denizin dibini tarıyor.
sola yatıyoruz, sağa yatıyoruz.
yani iskeleye sancağa yatıyoruz.
ha şimdi battık aman
, ha şimdi batıyoruz.
dalgalar:
bengale kaplanları gibi
sıçrayıp başımdan aşıyor.
karşımda dolaşıyor
cavalı melez bir orospu
gibi korku.
şaka mı bu be çin denizi bu…..
neysa lafı uzatmıyalım.
küt..
o ne?
havadan mustatil bir muşamba düştü.
çanaklığın içine.
bu muşamba
hoşur bir kadındı.
düşündüm ki bu göklerden gelen madam
bizim gemici dilinden usulünden
çakmazdı anam.
hemen önünde belirtilmiştir kırıp öptüm elindemn
bir şair ağzı kullanarak dedim ona ki:
- sen ey bana göklerden gelen muşamba kadın!
- söyle hangi ilahi vasfa benziyor adın?
- niye indin buraya nedir büyük maksadın?
dedi bana ki:
- motoru 550 beygirlik
bir tayyareden düştüm.
ismim jokond,
floransalıyım.
şang-hay limanına bir an evvel
varmalıyım.
jokondun hatıra defterinden
rüzgar düştü
deniz duruldu.
yürüyor gemi şang-haya doğru.
gemiciler sallanarak rüya görüyor
yelken bezinden hamaklarında.
bahri muhiti hindi türküsü
etli kalın dudaklarında:
“malaka şarabı gibi kızdırı kanı
ateşi koşinşin
güneşinin.
çeker yaldızlı yıldızlara doğru gemicileri
koşinşin geceleri
koşinşin geceleri.
boyadı al kana demir kuşaklı fıçıları
singapur meyhanelerinde bıçaklanan
çekik gözlü sarı borneo muçoları.
koşinşin geceleri, koşinşin geceleri.
bir gemi gider kantona
tam 55.000 tona
koşinşin geceleri…
bordadan atılan
mavi gözlü bir gemici ölüsü gibi
güklere yüzerken ay,
dirseğine dayanıp seyreder bombay…
bombay ay…
bahri ummanı.
malaka şarabı gibi kızdırır kanı
ateşi koşinşin
güneşinin.
çeker yaldızlı yıldızlara doğru gemicileri
koşinşin geceleri
koşinşin geceleri…”
ikinci kısmın sonu.
üçüncü kısım
jokondun encamı
şang hay şehrişang- hay büyük bir limandır,
mükemmel bir liman.
gemileri daha kocamandır
boynuzlu bir mandarin konağından.
vay vaaay!
ne acayip yer be şang-hay…
mavi nehirde akar
hasır yelkenli kayıklar.
hasır yelkenli kayıklarda
çıplak kuliler pirinç ayıklar
pirinç sayıklar..
vay vaaaay!..
ne acayip yer be şang-hay…
şang-hay büyük bir limandır.
beyazların gmileri kocamandır,
sarıların kayıkları küçücük.
kızıl saçlı bir çocuğa gebe şang-hay.
vay vaaaay!..
ne acayip yer be şang-hay…
muharririn not defterinden
dün gece
limana girince gemi
jokond kğağı atto karaya.
şang-hay kazan o kepçe
hal oldu si-ya-u’sunu arıya arıya.
muharririn not defterinden
“çin işi japon işi
bunu yapan iki kişi
biri erkek biri dişi.
çin işi japon işi
seyrediniz ne hünerdir
li-li-fu’nun bu son işi.”
bağırıyor avaz avaz
çinli hokkabaz
li.
sarı sıska bir örümceğe benziyen eli
fırlatıyor havalara ince uzun bıçakları:
işte bir
bir daha
bir daha
bir daha
beş
bir daha.
havlarda şimşekli daireler çizerek
bıçaklar birbiri ardınca fırlayıp akıyor.
jokond bakıyor,
daha da bakacak
bakacak fakat:
kocaman renkli bir çin feneri gibi
sallanıp karıştı ortalık:
“- yol verin varda
çan-kay-şi’nin celladı
yeni bir kelle kovalıyor.
yol verin varda..”
biri önde biri arkada
iki çinli fırladı köşe başından.
öndeki koşuyor jokonda doğru.
bu ona doğru koşan oydu, oydu, o.
si-ya-u’su onun
kumrusu onun.
si-ya-u’m benim
si-ya-u..
etrafı sardı bir stadyum uğultusu.
ve sarı asyanın al kanıyla
boyanmış olan
nemrut ingiliz lisanıyla
atıldı naralar:
“- yakalıyor
yakalıyor
yakaladı
yakala…”
jokondun kollarına üç adım kala
yetişti çan-kay-şi’nin celladı.
parladı
pala..
kesilen bir et kırılan bir kemik sesi.
yuvarlandı ayağının dibine
kana bulanmış sarı bir güneş gibi
si-ya-u’nun kellesi..
ve işte böyle bir ölüm günü
şang-hayda kaybetti floransalı jokond
floransadan daha meşhur olan tebessümünü.
muharririn not defterinden
çin kemışından bir çerçeve.
çerçevede resim.
resmin altında isim:
jokond..
çerçevede resim:
çerçevede resmin gözleri yanıyor
yanıyor.
çerçevede resim:
çerçevede resim canlanıyor
canlanıyro.
ve birden
atlıyormuş gibi boşluğa bir pencereden
fırlayıp çıktı resim çerçeveden;
ayakları yere vurdu.
daha ben haykırırken adını
karşıma dikilip durdu:
muazzam bir kavganın dev kadını.
o yürüdü
ben peşinden
kızgın kızıl tibet güneşinden
çin denizine kadar
gidip geldik
gelip gittik.
jokondu
düşman elinde
bir şehrin kapısından
gece gizlice çıkarken gördüm;
onu, süngülerin çatıştığı bir kapışmada
bir britanya zabitinin
gırtlağını sıkarken gördüm.
onu:
içinde yıldızlar yüzen mavi bir su başında
bitli kirli gömleğini yıkarken gördüm….
ocağında odun yanan bir lokomotif
üfliyerek, püfliyerek sürüklüyor peşinden
beheri kırk kişilik kırk kırmızı vagonu.
vagonlar geçti birer birer.
son vagonda gördüm onu:
başında tüyleri yoluk bir kuzu kalpak
ayaklarında çizmeler
sırtında meşin ceket
bekliyor nöbet…
muharririn not defterinden
ey benim sabırlı okuyucularım!
şimdi sizinle biz
şang-hayda fransız divanı harbindeyiz.
hakimler:
dört jeneral, on dört miralay
ve süngü takmış kongolu zenci bir alay.
maznun:
jokond.
dava vekili:
fazla miktarda deli
yani fazla miktarda sanatkar
fransalı bir ressam.
sahne tamam.
başlıyoruz:
dava vekili müdafaasını yapar:
- efendiler
huzurunuzda
maznun sıfatıyla bulunan bu eser
büyük bir üstadın en manalı kızıdır.
efendiler.
bu eser…
efendiler…
alev dolu bir tas gibi yanıyor beynimin içi…
efendiler
leonar da vinçi…
efendiler…
rönesans…
efendiler…
bu eser
bu eserin bir misli daha…
efendiler üniformalı efendiler…….
-eees!
yeter.
dırlanma bozuk bir mitralyöz gibi.
zabıt katibi,
kararı oku.
zabıt katibi kararı okur:
- ihlal edilmiştir çinde
fransız tabasının hukuku
mezbure jokond binti leonardo tarafından.
binaen
aleyh
münasip gördük maznunenin
ihrakı binnarını.
ve yarın gece doğarken ay
senegalli bir alay
infaz edecektir divanı harbimizn
bu kararını…
ihrakı binnar
şang-hay büyük bir limandır.
beyazların gemileri kocamandır.
sarıların kayıkları küçücük.
kalın bir düdük.
ince bir çinli çığlığı.
limana giren bir gemi
devirdi hasır yelkenli bir kayığı…
ay ışığı.
gece.
bilkelerinde kelepçe
jokond bekliyor.
es rüzgar es..
bir ses:
- haydi çakmağı çakın.
yakın jokondu yakın…
ilerliyen bir karaltı
bir parıltı…
çakmağı çaktılar
jokondu yaktılar.
kıpkırmızı bir alevle boyandı jokond.
güldü içten gelen bir tebessümle
gülerek yandı jokond……….
sanat, manat, eser, meser, filan, falan, ezel, ebet
eeeeeeeeeeeeeyt,,,
“işte o kadardir ol hikayet
“bakisi duruğu bi nihayet….
temmet….”
1929
Mandarin: Çinlilerin lehçesi.
OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR









 NAZIM HİKMET
(1902 - 1963)

EGE KÜÇÜKKİPER

12 Mart 2013 Salı

Bir Toplum Yarası: "Kurban" (İstanbul DT)



KURBAN

Mario Fratti'nin yazdığı, son derece ustaca kurgulanmış, oyunun içerisinde oyun olan, hatta ikinci oyunun içerisinde de bir başka oyun çıkabilen, derin bir anlam gücünün bulunduğu "Kurban", yüzeysel olarak gördüğümüz birtakım olayların, tabuların, duyguların, hislerin, maddeleşmenin (örneğin cinsellik veya şiddet gibi) aslında hiçte öyle olmadığını, yüzeysellikten kurtulup, ayrıntılara inildiğinde yani gerçeğe farklı bir yerden bakıldığında, gerçeğin değişebileceğini gözler önüne seriyor. "Kedi - fare" oyunu genellikle fars türü komedilerin vazgeçilmez unsurudur. Bu sefer bir dramada karşımıza çıkıyor. Yukarıda gördüğünüz afiş de, psikolojik öğelerin senteziyle, tam bu türe uygun yapılmış. 

Oyun, sahne arkasında işlenen bir cinayetle başlıyor. İzleyici, katilin kim olduğunu biliyor. Öldürülen kişi Bayan Diana'nın bozulan kombisi için gelen tamirci. Katilden önce geldiği ve işlerin berbat olmaması için ortadan kalkması gereken bir tamirci. Ölen tamircinin kılığına giren katil Kirk, gizlice eve sızar. Kısa bir süre sonra Kirk'ün aslında tamirci olmadığı, defalarca akıl hastahanesine yattığı, ve de hastahaneden kaçtığı anlaşılır. Kirk'ün amacı, Diana ile yatmaktır. Diana ise evli, kocasını seven ama aynı zamanda bir aşığı olan, karşısındaki delinin elinden kurtulabilmek için, dediklerine boyun eğmek zorunda olan biridir. Her gün aynı saatte arayan, eve aynı saatte dönen kocası Warren ise, o gece eve geç geleceğini bildirir.

Kirk, akıl hastahanesinde, iyileşeceğine çok daha kötüye gitmiştir. Bunun tek sorumlusu doktorudur. Çünkü doktoru, yaşlıdır ve yatakta karısını memnun edememektedir. Hastalarına, zorla daha önce seviştikleri kız arkadaşlarını anlattırarak, daha iyi nasıl olunabileceğinin peşindedir. Ayrıca hastalarına psikolojik şiddet uygulamakta ve bunu kendi çıkarları için yapmaktadır. Kirk'ün hastahaneden devamlı kaçmasına sebep olan da budur. Diana'yı ve Kirk'ü birbirine bağlayan ortak noktaları ise, Diana'nın kocası Warren'in, Kirk'ün doktoru oluşudur. Doktor, karısının sadakatinden şüphe ettiği için, Kirk'ün hastahaneden kaçmasına yardımcı olmuştur. Ve ona evinin anahtarını vermiştir. Warren, eve döndüğünde, karısını bağlı halde bulur. Diana'nın bir aşığı olduğu, Kirk ile seviştiği ve de kendisini hiçbir zaman sevmediğini öğrenen Warren, Kirk ile yaptığı ikinci anlaşmayı devreye sokar. Diana'nın ölmesi... 

Kirk, hiç çekinmeden, tamirciyi öldürdüğü gibi Diana'yı da öldürmüştür. (Her ikisi de bıçakla) Öldürdüğü tamirciyi, sakladığı dolaptan çıkarıp, Diana'nın ölüsünü dolaba sokan Kirk, doktorla anlaştığı para ve arabayı alarak uzaklaşır. Telefona sarılan doktor, Kirk'ü polise ihbar eder. Fakat o da aldatılmıştır. Diana, saklandığı dolaptan, elinde bıçağıyla canlı bir şekilde çıkar. Kirk ise kapıda beklemektedir. Kaçmak için uğraşan doktor, alnına dayanmış tabancayı görünce, korkudan kalp krizi geçirerek ölür. Daha önceden planlarını yapan Kirk ile Diana, amaçlarına ulaşmışlardır. Tamircinin cesedinden kurtulmak için giden Kirk, tıpkı doktor gibi tuzağa düşmüştür. Çünkü Diana'da, Kirk'ü, polise ihbar etmiştir. Eşinden miras kalan tüm parayla, esas sevdiği aşığına gidecektir...  

Doktor ile Kirk'ün konuşmaları, oyunun ana hatlarını ve derinliğini ortaya çıkarıyor. Kirk, giderken şöyle söylüyor: "Onlara iyi davran (hastalarına), onlar da bu toplumun birer kurbanı." Bu cümle her şeyi özetliyor. En başta söylediğim gibi, gerçek baktığımız yöne göre değişiyor. Peki bu durumda kurban kim? Ya katil? İkisinin cevabı da "toplum"... Ayakları sağlam şekilde yere basan, söyleyecek bir sözü olan, toplumun yarasını kaşıyan bu oyunu kaçırmayın. Özellikle gerilim sevenler...

REJİ - DEKOR - KOSTÜM - IŞIK - MÜZİK

Saydam Yeniay, oyunu iki perde yerine, tek perde yapsaymış, dikkatin dağılmaması açısından daha iyi olurmuş. Temposu yüksek olan bir metni, sahneye aktarırken aynı dinamizmle vermeyi başarabilmiş. Tabii bunda oyuncuların da büyük bir payı var. Sahne arkasında gelişen olaylar ise havada kalmayıp, sahneyi çeşitli alanlara bölerek, dikkatin farklı merkezlerde toplanmasını sağlamış. Dekor gerçekten çok iyi. Arka fon en dikkat çekici yer. Fonda gözüken ağaçlar, derinliği vermekte başarılı. Bir de sallanmasaydı çok daha iyi olurdu. Gereksiz bir dekor veya aksesuar kullanılmamış. Her nesnenin bir amacı var. Kapının ortada bulunması, seyircinin hakimiyet duygusuna yaramış. Göz göz pencereler, gerçeğe bakış olgusunu geniş bir perspektifle yansıtmış. Ayrıca modern bir hava yakalanmış. Işın Mumcu'ya teşekkürler.

Kostüm tasarımı, Medine Yavuz Almaç'a ait. Doğal ve "an"a uygun kostümler tercih edilmiş. Oyunda en beğendiğim unsur ışık. Ayhan Güldağları'nı kutlarım. Sadece nesneye ya da kişiye odaklanan ışık, daha sonra tüm sahneye yayılıyor. Sadece görünenin olduğu bir dünya yaratılmış.. Aynı zamanda, paralellik oluşturulmuş. Işık, kişi ile nesneyi aynı anda, amacına uygun bir şekilde aydınlatmakta. Akşamdan geceye akan süre, abajurlarla verilmiş. Müzik ise insanı oldukça geren bir havada. Konsantirasyonun sağlanmasına yardımcı olmuş. Nurettin Özcuşa, duyguyu geçirebilmiş. Beni rahatsız eden tek şey telefonun çalışı oldu. Telefon modern ve telsiz. Ama eskiden kullanılan çevirmeli, geniş ahizeli telefonların çıkardığı sesi çıkarıyor. "Zaaaaarrrrrrrrr!!!!!" 

OYUNCULUKLAR

Aydın Şentürk (Kirk) deli bir adamı başarıyla canlandırmış. Çok çok iyi bir performansla karşılaştım. Karaktere bürünmüş ve duygu geçişlerini gösterebilmiş. Şebnem Dokurel (Diana), hem itaatkar hem de davetkar pozlarıyla rolünün üstesinden gelebilmiş. Erdoğan Aydemir (Warren) ise oyunun ilk perdesinde olmamasına rağmen, ikinci perdeyi sürükleyerek, hayran olunası bir ses tonuyla, iniş ve çıkışları ustaca kurgulayabilmiş. Tamirci rolündeki Nurullah Kalkan ise, oyunun çatısını oluşturmada, ekibe yardımcı olmuş. 

Not: Oyun 110 dakika / 2 perdedir. Kuru - sıkı silah patlamaktadır.
Ayrıntılı bilgi için: http://www.devtiyatro.gov.tr/


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR









MARİO FRATTİ
(1927 -      )


EGE KÜÇÜKKİPER