1 Haziran 2014 Pazar

Gördüklerimi Değil Gör(e)mediklerimi Anlattığım Oyun: “Hayvan Çiftliği” (Ankara DT)




HAYVAN ÇİFTLİĞİ

“Siz de tıpkı adi bir politikacı gibi görmediklerinizi görmüş gibi yapın.” (W. Shakespeare – Kral Lear)


George Orwell’ın 1944 yılında yazdığı, “Retro Hugo Ödüllü” Hayvan Çiftliği, ilk olarak 1954’de, İngiltere’de (animasyon), 1999’da ise ABD’nde beyazperdeye uyarlanmış. İngiliz yapımı olan versiyonunda, CIA içeriğe müdahale edip, bütçenin bir bölümünü karşılayarak, eseri biraz daha “İngilizleştirmiş”. Eserin çevirisini üstlenen Celal Üster, dediklerime pay biçen önsözünde şunları dile getirmiş: “George Orwell tüm Avrupa ve Amerika’nın kulak kesildiği BBC radyosunda, Hitler’i konu edinen bir izlence sunar. Ne var ki izlence boyunca, Hitler’in düşüncelerini örneklemek amacıyla, ‘Kavgam’dan alıntılara yer verdiğinden, kitabın yazarına telif ücreti ödemek gerekiyordur! Oysa İngiltere ile Almanya savaşmakta oldukları için iki ülke arasındaki diplomatik ve tecimsel ilişkiler kesiktir. Parayı ödemeye kararlı olan BBC yöneticileri, günlerce bir çözüm ararlar ve sonunda bulurlar: Hitler’in telif ücreti, Norveç hükümeti aracılığıyla ödenir! Bu öykü bana her zaman, çok “İngilizce” gelmiştir…”

Yazımda Hayvan Çiftliği’nin kitap halinin analizini yapmayacağım. Çünkü benim alakadar olduğum kısım, romanın sahneye uyarlanışı sırasında, romana ne derece sadık kalındığı, nasıl bir bütünlük oluşturulduğu ve hangi amaçlar doğrultusunda hareket edildiği ile ilgili. Fakat yapıtın ele aldığı konudan bahsetmemek olmaz. Bir çiftlikte yaşayan hayvanların, kendilerini sömüren insanlara başkaldırıp, çiftliğin yönetimini ele geçirmeleriyle, eşitlikçi bir topluluk yaratma amacı güttüklerini anlatan eser, domuzların kısa sürede önder bir takım meydana getirip, devrimi yolundan saptırarak, insanlardan daha baskıcı bir diktatörlük kurmalarının kaçınılmaz sonuçlarından dem vuruyor.   

Yukarıda CIA’nın, romanın içeriğine müdahale etmesinden bahsetmiştim. Ben, burada Barış Erdenk’in uyarlamasındaki olumlu ve olumsuz müdahalelerinden söz edeceğim. Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, aynı rejisörün aynı oyunu, birden fazla kez yönetmesinden çok sıkıldım. Devlet Tiyatroları rejisör sıkıntısı çekiyorsa, ben hazırım. (Şaka tabii) Daha önce Barış Erdenk’in, Kafkas Tebeşir Dairesi adlı oyunu üç kez yönetmesine sitem etmiştim. (Yazının linki sayfa sonunda mevcuttur) Üzerinden fazla zaman geçmeden, yine aynı kişinin, aynı tutumu ile karşılaştım. Belli ki kendisi de bunu yapmaktan hoşlanıyor. Belli ki Devlet Tiyatrosu bunu adet haline getirmiş ve durumdan son derece memnun. Bana, “aynı oyunu ikinci kez yönetir misin?” şeklinde bir teklif gelse, “siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?” derim. Ayşe Emel Mesçi için de aynı şeyi (Bernarda Alba’nın Evi) söylemiştim. Dinleyen var mı(ydı)?..

Aslında bütün mesele, oyunun/kitabın ana temasını belirleyen şu cümlede gizli: “Bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar daha eşittir”. Ben, “hayvanlar” kelimesini çıkarıp, çıkardığım yerlere “rejisörler” kelimesini eklersem (yanlış anlaşılmasın hayvan diyerek hakaret etmiyorum. Lütfen cümlenin anlamını, metne göre yorumlayın) sanırım durumu izah etmiş olurum. Rejisörün ve Devlet Tiyatrosu’nun tutumunun tam da bu eleştiriye denk gelmesi ve oyunla yakın bir bağ kurması, yazıyı konu ile uyumlu kıldı. 2008-09 sezonunda Sivas Devlet Tiyatrosu için yapılan rejinin, dekorun ve kostümün “aynılığını” fotoğraflarla ifşa etmek istemiyorum. Merak edenler DT’nun resmi sitesine girip, arşiv kısmına oyunun adını yazarak, hem teknik ekibe hem de fotoğraflara ulaşabilirler.

Genelde böyle durumları yazımın sonunda dipnot olarak geçerim. Fakat anladığım kadarıyla kimse yazılarımı sonuna kadar okumuyor ve haberdar olmuyor. Bu nedenle sitemime “okunan bir bölümde” (?) yer verdim. Bu arada ilave etmek isterim ki, Barış Erdenk, “kendi kuvvetinden haberdar olmayan, çalışkan ve DT’nun tutumunu haklı bulan biri”. George Orwell’da, romanındaki Boxer adlı atı bu şekilde tanımlıyor. Gördüklerimi değil, gör(e)mediklerimi anlatacağım bu SON yazımda, daha önce sıraladığım, amaç, bütünlük ve sadıklık başlıklarına değineceğim. Yiğidi öldür ama hakkını yeme demişler. Baş taraf tamam. Şimdi sıra hak kısmında…

Köpekler

Oyunda, köpekleri çok geç sahnede gördüğümüz kanısındayım. Köpeklerin nereden çıktıkları ve neden o kadar vahşi olduklarının altının çizilmediği düşüncesindeyim. İktidar yalakası oldukları, sergiledikleri tavırlarıyla elbette aşikar lakin, köpeklerin tıpkı romandaki gibi yavru iken annelerinden alındığını görmek, “iktidar, çeşitli vaadler karşılığında yavrularınızı elinizden alıp işte böyle eğitiyor” cümlesine kanıt oluşturabilirdi. Oysa ben, neden?, nereden? ve nasıl? sorularını soramıyor ve GÖREMEDİĞİM olgu için yanıt bulmakta güçlük çekiyorum…

Domuz Snowball

Oyunda Koca Reis’i GÖREMEDİM. Barış Erdenk, sanki Snowball’a Koca Reis’in postunu (kişiliğini) giydirmiş. Sadece kişiliğinin değil yaşadıklarının da bir sentezini yapmış. Onun ölümünü Snowball’a vererek, vuku bulan ihanetin dozunu azaltmış. Bir nevi “Koca Snowball” yaratmış. Rejisör, herhalde Koca Reis’i oyundan çıkardığı için üzülmüş. Ben bir üzüntü duymadım. Fakat sonuç farklı olduğu için, domuzların söylentileri yani iktidarın yalanlarını azınlıkta algıladım…

Güzel At Molly ve Kuzgun Moses

Neden kaçıp gitmediğini ve kalmakla ne kazandığını anlayamadım? Ata mücadeleci bir ruh katarak, her zoru gördüğünde (pek zorluk yaşadığını GÖREMEDİM) kaçmayıp, mücadele etmesi gerektiği mesajını vermek için mi? Öyleyse başarılı. Fakat dayanıksızların erken ölümlerini hesaba katarsam, böyle bir atın oyun sonuna kadar yaşaması bir mucize. Moses’in gidip gelmeleri tam netlik kazanmasa da “her devrin uşağı” sıfatını taşımasına engel oluşturmamış…

Eşek Benjamin ve At Boxer

Oyunda hem Benjamin’i hem de Boxer’ı fazla etkin buldum. Boxer, yazarın daha önce bahsettiğim tanımına uymayan, son derece dik başlı ve sorgulayan bir profille karşıma çıktı. Benjamin için de bu geçerli. Her iki karakterde yaşlı. Bugünün yaşlılarında ben bu bilinci GÖREMİYORUM. O yüzden oyun karakterlerinin bugüne taşındığı konusunda soru işaretlerim var. Bu oyunun, 2013 Ekim’de prömiyer yapmasından ve  yazın provalara girmesinden ötürü Gezi Olayları etkisini taşıdığını düşünüyorum. Evet duruma çok uygun bir eser. Karakterlerin değişiminin de buna uygun olduğunu umuyorum…

İnsanlar (Bay Jones, Bay Frederick, Bay Pilkington)

Belki de oyunun en önemli özelliği, insan olan karakterlerin hiçbirinin gözükmemesi. Ben yine GÖREMEMEKTEN yanayım fakat seslerinin olması gerektiği taraftarıyım. Sadece içeri gidip gelmekle bu iş olmaz. İçeride ne var? Kim biliyor? Kümes ya da ahır girişi olarak gördüğümüz kapının ardında neler yaşanıyor? Cevaplar muamma. Ağıl savaşı metinden çıkarıldığı için silah sesleri efekt olarak gelebilirdi diyemiyorum. Benim gözümde savaşı görmek, sadece adını duyduğumuz korkunun vücut bulmuş halini görmek demektir. Aksi halde konuşulanlar sadece “taktik” olara kalır…

Şarkı

Hayvanların sonradan değişen şarkılarını oyunda GÖREMEDİM. İlk şarkıda “yapacakları şeyleri” anlatan hayvanların, ikinci şarkıda “yaptım oldu” diyerek kabuk değiştirmeleri bence bugün için önemli bir mizansen. Bu iki şarkının ilkinde başkaları adına yazılmışlık hissi var. İkincisinde ise kendi adına yazdırılmışlık. Başbakan’ın son seçim şarkısını hatırlayın. Başkasının adına yazılan bir şarkıyı, gücüne (!) güç katmak için kendi adına yazdırdı. Şimdi aklımda daha çok soru işareti var…  

Hafıza – Oylama – Bayrak - Çiftlik ve Diğer Hayvanlar

Seçim sürecinde oylamanın sıkça tekrarlanmaması, “bunlar da her seferinde halkın oyuyla başa geliyor” mantığını GÖSTEREMEMİŞ. Sanki hata bir kez yapıldı gibi bir durum baş göstermiş. Hazır hatırlamama sorunu varken ve hafıza kaybı yaşanıyorken olayın biraz daha üstüne gidilmesini bekle(r)dim. Bayraktan toynak ve boynuzun kaldırılmamasını, insanların oyunda yer almayışa yordum. Çiftliğin finalde isim değiştirmeyişinide. Diğer hayvanların metinde saf dışı bırakılmasında bir bozukluk ya da çarpıklık hissetmedim…

Açıklama Gereği Duydum

Hani demiştim ya yiğidi öldür hakkını yeme diye. Bu cümleyi, bazı sorularla biraz açmak niyetindeyim. 1)Oyunda bir bütünlük var mıydı? c1)Evet. 2)Belli başlı amaçlar gözetimiş miydi? c2)Evet. 3)Romana sadık kalınmış mıydı? c3)Kısmen evet. 4)Mesaj aktarılabilmiş miydi? c4)Evet. Başlık halinde yazdığım bölümler okuyanlarda olumsuz yönde bir tesir bırakabilir. Benim bu oyunu yermek gibi bir kaygım, oyunu izlediğim dakikalardan, yazıyı yazdığım ana kadar hiç olmadı. Salondan tatmin olmuş bir şekilde çıktım. Yani oyun gayet başarılı idi. Demek istediğim, GÖRMEDİĞİM bölümleri GÖRMÜŞ olsaydım çok daha iyi olurdu. Romanı okumuş biri olarak “kendimce” önemli bulduğum bazı bölümlerin ve karakterin metinden çıkarılmasını hoş karşılamadım. Barış Erdenk, oyunu Sivas DT için sahnelediğinde üç tavuk, bir de horoz ilave ederek yola koyulmuş. Her sahneleyişinde, sadece farklılık yaratmak için karakter çıkarımı yapmadığını diliyorum. Aksi halde sadece Benjamin ile kalmaktan korkuyorum…

Dekor - Kostüm - Işık - Müzik - Koreografi

Dekor tasarımına imza atan Seyhan Kırca, çiftlik konseptinde oldukça iyi. Her iki yanda bulunan tünekler pek işlev görmese de inandırıcı. Kostümler (Hakan Dündar), karakterlerin yapıları ve cinsleriyle doğru orantılı. (Özellikle Molly’nin kostümü) Kabarık hayvan kostümleri giymeyip (AVM önlerinde broşür dağıtıp, şirinlik yapanlar gibi), hareket ve beden dili ile bürünülen karakteri simgeleme takdire şayan. Işık (Kerem Çetinel), gece – gündüz ayrımını yapmakla birlikte, atmosferi etkin kılmış. Müzikler olağanüstü. Her biri sahnenin ruhunu veren cinsten. Koreografi oyunun baştacı. Sibel Erdenk’i ayakta alkışlıyorum. Çok çok iyi çalışılmış. Bravo!

Oyunculuk

Her oyuncuyu ayrı ayrı tebrik ederim. Bir buçuk saat boyunca kambur durup, parmak ucunda yürümek hiç kolay değil. Her oyuncunun rolü eşit olduğu için bir başrolden söz edemiyorum. Özgür Öztürk, Deniz Keyf, Gülin Ersoy, Şivan Binici, Cengiz Uzun, Ulaş Ersoy, Berna Konur, Ufuk Şener, Muzffer Saygı, Engin Bostancı, Emre Güven ve Nahide Aynı’dan oluşan kadronun emeğine sağlık. Herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…

Teşekkür

Şimdiye kadar beni takip eden ve destek olan herkese teşekkürü bir borç bilirim... Sağolun, varolun! Hoşçakalın... Tiyatrosuz kalmayın...


Not: Oyun 1 saat 30 dakika / Tek perdedir.

Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr




EGE KÜÇÜKKİPER


14 Mayıs 2014 Çarşamba

Ege’nin Şarkısı - Bir Anımın Hikayesi: “Kuğunun Şarkısı - Bir Evlenme Teklifi” (Ankara DT)




KUĞUNUN ŞARKISI (BİR EVLENME TEKLİFİ)

Çehov’un “Tek Perdelik 9 Oyun”u elimde duruyor. Bu dokuz kısa oyundan bizi ilgilendirenler, üçüncü (Kuğunun Şarkısı-1887) ve beşinci (Bir Evlenme Teklifi-1888) sıradakiler. Oyuna geçmeden evvel sizlere, 10 sene öncesine ait bir anımı anlatmak istiyorum. O zamanlar Atatürk Kültür Merkezi açıktı ve İstanbul Devlet Tiyatrosu’na tahsis edilmiş durumdaydı. İşte o canım sahnede, Çehov’un yazdığı, Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği, Semih Sergen, Zafer Algöz ve Zeynep Erkekli’nin başrolleri paylaştığı, “Çok Yaşa Komedi” adlı bir oyun sahneleniyordu. O tarihte yaşım 12 idi. Bilet işleriyle ben meşgul olmuyordum. “Talihli” olarak anneannemi seçmiştim. Benim talih anlaşıyım biraz farklıydı. Anneannem de riski ve adrenalini seviyor olacaktı ki biletsiz olduğumuzu sahnenin kapısına geldiğimizde bana söylemişti…

Gişeye sorduğumuzda, “hiç yer yok” yanıtını almıştık. (Nedense ben hiç şaşırmamıştım) Anneannem ile birlikte bir ümit, işi çıkanlardan dolayı boş koltuk kalmasını beklerken, arkamızdan bir kadının: “işimiz çıktı, gitmek zorundayız elimde 2 adet bilet var. İsteyen?” demesiyle imdadımıza yetişmesi, yerin balkonda oluşuna rağmen yüzümüzü güldürmüştü. İlk kez o zaman bir oyunu balkondan seyretmiştim. (Her yerden oyun izlemişliğim vardır) Oyunun dekoru ve kostümleri dün gibi aklımda. Fakat repliklerden sadece birini hatırlıyorum. O da “öküz çayırı bizimdir” repliği. Bu hatırlayış, muhtemelen repliğin sürekli söylenmesinden ileri geliyor. Çok Yaşa Komedi’yi ya da şimdi eleştirisini yapacağım Ankara Devlet Tiyatrosu yapımı Kuğunun Şarkısı-Bir Evlenme Teklifi adlı oyunu izleyenlerin de yıllar sonra bu repliği hatırlayacaklarından eminim…

Bu anımı anlatmamın sebebi, Çok Yaşa Komedi’de izlediğim ufak bir kesiti, Kuğunun Şarkısı’nda bulmam ve geçmişe gitmemdi. Zaten oyun da geçmişle bugün arasında bir bağ kuruyordu. Yapıt, iki kısa oyunun birleşiminden doğduğu için, adı “Kuğunun Şarkısı-Bir Evlenme Teklifi” olarak geçiyor. Ben de bu oluşumdan ilham alarak, yazımı iki kısa konu üzerine şekillendirdim. Bunlardan bir tanesi, az önce bahsettiğim anım. Diğeri ise, oyunun eleştirisi. Bu nedele yazımın başlığını, tıpkı oyunun adı gibi ikili kurgulayarak “Ege’nin Şarkısı-Bir Anımın Hikayesi” koymayı uygun gördüm. Tam 10 yıldır anneannemle ne zaman tiyatrodan sohbet açsak, bu anımızı bıkmadan tekrar tekrar anlatır, dururuz. O bana hep şöyle der: “O zaman oyundan çok sıkılmıştın. Yaşın da küçüktü. Belki şimdi izlesen sıkılmazsın”. Anneanneme verdiğim cevap, eleştirimde saklı. Meraklılar buyursun…    
    
Klasikleşmiş yazarların, klasikleşmiş oyunlarında, metin değerlendirmesi ve yazar tanıtımı yapmadığımı anımsatarak yazıma başlıyorum. Kuğunun Şarkısı, 68 yaşında ihtiyar bir aktör olan Svetlovidov’un, gençliğine, sanatına, mesleğine ve kişiliğine duyduğu özlemi dile getirirken, Bir Evlenme Teklifi, toprak ağası İvan Vasilyeviç’in, bir başka toprak sahibi Çubukof’un kızı Natalya’ya evlenme teklif etme sürecini anlatıyor. Bu iki ayrı oyunun birleşimindeki temel nokta ise, Bir Evlenme Teklifi’ndeki İvan Vasilyeviç’in, Kuğunun Şarkısı’ndaki ihtiyar Svetlovidov’un gençliği olması. Hadi iyisiniz işin içinde aşkta var…  

Öncelikle, iki oyunun birleşme anının ustaca kotarıldığını, bir devam niteliği kazandırıldığını ve anlam bütünlüğünün yakalandığını açıkça ifade etmeliyim. Şüphesiz bu saydıklarımda en büyük pay, oyunun rejisörü Aclan Büyüktürkoğlu’nun. Usta yazar Anton Çehov, her iki oyunu için de birer alt başlık koyarak, bazı ipuçları vermiş. Kuğunun Şarkısı’na, “Bir Dram Çalışması”, Bir Evlenme Teklifi’ne de “Bir Perdelik Şaka” tanımlamasında bulunarak, rejisöre bazı kolaylıklar sağlamış. Şimdi bu açıklamaları düşünerek oyuna bir göz atalım…

Dediğim gibi oyun geçmişle bugün arasında bir yerde duruyor. Bunu, rejisörün rüya sahnesini aktarma biçimindeki tercihine (eskiyi gösteren görüntülerin yansıtılması) ve maske - cübbe kombini ile tamamlanan “azrail” (Svetlevidov’un hayatta olmayan sevdikleri, tanıdıkları, canlandırdıkları) metaforuna  dayanarak söylüyorum. Kuğunun Şarkısı’nda baştan sona “bir dram çalışması”nın izlerini görmekle birlikte Çehov karakterlerinin ruhi yapısını ve düşünce tarzlarını ayrıntılı olarak hissettim. Lakin Bir Evlenme Teklifi’nde, “bir perdelik şaka”yı algılayamadım. İki oyun arasındaki geçişlerde kopukluk olmamasına rağmen birinci oyunun, çerçevesinden biraz taştığı, ikinci oyunun da “şaka”yı bırakıp tamamen “geçmiş”e yöneldiği kanaatindeyim. Yine de çok mühim değil…

Sertel Çetiner’in dekor tasarımı ile Özge Akarsu’nun kostüm tasarımı yazarın belirleyici cümleleriyle örtüşmese de, metinle doğru orantılı gitmiş. Soyunma odasının eski püskülüğü, karakterin yaşlılığına destek çıkarken, zulaların varlığı, karakterin uzun zamandır orada yaşadığının haberini vermiş. Ağır bir atmosfer oluşturularak, klasik Çehov havası yaratılmış. Her biri başka anlamlar ileten masklar ise dekora ayrı bir ruh katmış. (Mask: İlhan Ateş) Soytarı kostümü, “kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş” cümlesini akıllara getirip, düşmüşlüğü betimlerken, yaşlılıktan gençliğe dönüşün belirlenmesinde anlam kazanmış.

Işık tasarımı Çetin Atay imzalı. Metnin genelinde zaman gece olarak yazılmış. Işığın genelinde de bu tabire uyulmuş. Aktör kimliğini çağrıştıracak, “star ışığı” da unutulmamış. Müzikler, daha çok özel sahnelerde (rüya, azrail, final vb.) karşımıza çıkarak, duyguyu yoğun yaşatmış. Duygu daha çok “olay” öykülerinde ağır basar. “Durum” öyküsünde düşünce başat konumdadır. Çehov da bir durum öyküsü yazarıdır. (Besteci: Kemal Günüç) Yankı ve şimşek efektleri ise çok başarılı…

Ufak bir not olarak şunu da düşmek isterim, oyun Shakespeare’in sık sık adının geçmesinin ve ölümsüz eserlerinden bazı bölümlerin canlandırılmasının haricinde, olay örgüsü bağlamında da Shakespeare esintileri taşıyor. Bkz: Kılık değiştirmeler. Ahmet Erkut, Şekip Taşpınar ve Dilek Bozkurt’tan oluşan kadroyu, oyunculukları ve emekleri dolayısıyla tebrik ediyor, alkışlarının bol olmasını diliyorum…


Not: Oyun 1 saat 10 dakika / Tek perdedir.

Ayrıtılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr



EGE KÜÇÜKKİPER

12 Mayıs 2014 Pazartesi

Maral Üner'in Eşsiz Oyunculuğu İle:"Hüzzam" (Ankara DT)





Türk Tiyatrosu size çok şey borçlu...

Ankara'da yaşayanlar: Maral Üner'i izleme fırsatı ayağınızda...

İstanbul ya da başka bir ilde yaşayanlar: Bir bilet kadar yakınınızda... 

Siz de benim gibi bir bilet alın ve Ankara'nın yolunu tutun... 

Yanınıza almanız gereken tek şey "alkış"...

Çıkışta anı defterine birkaç şey yazmayı unutmayın...

Oyunu ve Maral Üner'in oyunculuğunu, tanıdığınız herkese bir şekilde (benim şeklim blog) anlatın... 

İkinci defa gitmek isterseniz, kendinizi tutmayın...



EGE KÜÇÜKKİPER

11 Mayıs 2014 Pazar

İçimizdeki Şiddetin Öyküsü: “Jerry ve Tom” (Ankara DT)




JERRY VE TOM

Rick Cleveland’ın yazdığı, 1998’de beyazperdeye uyarlanan “Jerry ve Tom”, Ankara Devlet Tiyatrosu’nda ikinci sezonunu tamamladı. Bilet bulmak bir hayli zor. Ankara’ya geldiğim şu günlerde böylesine farklı bir oyunu izlemiş olmaktan memnunum. Anladıklarımı ve anlamlandırdıklarımı dilim döndüğünce ifade etmeye çalışacağım. Rick Cleveland’ın yazdığı bir oyunu ilk kez izledim. Ankara DT’na oyun seçimi için teşekkür ederim. Bütün oyunları tamamladıktan sonra İstanbul Devlet Tiyatrosu ile Ankara Devlet Tiyatrosu’nun 2013-14 sezonu repertuarını karşılaştırmalı ve ayrıntılı olarak yazmak niyetindeyim Fakat şimdilik sıra yazarın…

Rick Cleveland: Iova Üniversitesi, Oyun Yazarlığı Atölyesi mezunu. Chicago'nun American Blues Tiyatrosu'nun kurucu üyesi. 1999-2000 sezonu "İn Excelsis Deo" bölümüyle drama dizisi dalında, "en iyi yazar" ünvanı ile Emmy Ödülü ve Amerikalı Yazarlar Birliği Ödülü sahibi. Six Feet Under dizisinin yapımcısı, yöneticisi ve yazarı. Başkan Bill Clinton ile hayali arkadaşlığı üzerine kurulu bir monologdan oluşan My Buddy Bill performansıyla Colorado'daki 2006 ABD Komedi Sanatları Festivali "En İyi Tek Kişilik Gösteri Jüri Ödülü" kazananı ve AMC kanalının televizyon draması Mad Men'in 2008 yılındaki ikinci sezonunun yazarı olarak Amerikanlı Yazarlar Birliği Ödülü adayı. Şuanda "Nurse Jackie" adlı dizinin yazarı ve danışman yapımcısı.     

Jerry ve Tom, izleyicinin birçok şeyi düşünmesini sağlayan ve düşündüğünü fiilen uygulaması için yol gösteren bir oyun. Gösterdiği yol son derece basit gözükse de aslında çok zor. Bunun daha net anlaşılabilmesi için konudan biraz bahsetmek gerekiyor. Oyun, insan öldürmeyi bir “iş” edinen iki kiralık katilin, seri olarak işledikleri cinayetlerin oluşum öykülerini, kurbanları için ele aldıkları bakış açılarını, aile kavramından ne anladıklarını, çocuk figürünün kendileri üzerindeki etkilerini ve de en önemlisi sistemin onlar için nasıl işlediğini, şiddet teması etrafında örerek anlatıyor. Bu örgünün şişleri oldukça kalın. Ortaya çıkan şey aksine pamuk ipliği kadar ince. Jerry ve Tom, örme esnasında sürekli birbirine çarpan şişlerin sivri uç kısımları. Sistem de şişin gövdesi. Şişin numarasını azaltmak ise tamamen yapacaklarınızla orantılı…

Esere derinlemesine girmeden evvel yazarın dilinden söz etmek istiyorum. Şüphesiz bu tek oyunla çözülecek bir mesele değil fakat hiçbir fikir edinilemeyecek bir durumda değil. Rick Cleveland’ın dilini, şiddet ekseni çevresinde toplanan bir oyuna göre sade buldum. Herhangi bir gerilim veya merak unsuru oluşturmadan, sondan başa doğru ilerleyen metin, sıradan insanların da günün birinde çeşitli sebepler yüzünden içlerinde besleyip büyüttükleri şiddet dolayısıyla katil olabileceklerini, ironik bir üslupla sunmuş. Burada kilitlendiğim ve anahtar olarak seçtiğim kelime “sıradan” oldu. Hikayenin bu denli gösterişten uzak olmasını, karakterlerin bu işe girmeden önce sıradan/sade bir hayat sürmelerine, beklenmedik bir halde kurgulanmasını ise “ansızın” içlerindeki şiddeti dışarıya vurup katil olabileceklerine yordum. 

Zaten hikaye de bir fıkra ile başlıyor. Fıkra kısa, öz, bizden ve eğlenceli bir yapıya sahiptir. Ben, yazarın fıkra türünü baz alarak oyununu tasarlamış olduğu kanaatindeyim. Çünkü metin kısa episodlardan oluşarak, bireyin özüne inmeyi hedef edinmiş. Bunu son derece bizden bir tavırla gerçekleştirip, yapılan işi (cinayet) bir eğlence tarzı gibi göstermiş. Tabii her fıkranın bir de sonu vardır. Bu son kimine göre komik kimine göre berbattır ama herkese göre en önemli noktadır. Anlatılan fıkranın genel seviyesini belirler. Bu fıkrada (oyunda) anlatıcı: sistem. Ve fıkranın nasıl biteceği onun ellerinde. Jerry ile Tom’un yapacakları ise fıkranın  gidişatını etkileyecek ve seviyesini belirleyecek olan faktörler…

Oyunun alt temalarından biri “çocuk.” Bunun yanına bilinçaltını da koyabiliriz. Karakterlerin, sözlü ve fiili şiddet yöntemiyle babalarından gördükleri yemek yeme adabını, kendi çocuklarına da aynı yöntemle öğretmelerinin ilerde nasıl sonuçlar doğuracağını aktaran metin, “kişi, ailesinden gördüğünü uygular” cümlesinin altını çizmiş. Tom’un oğlunun silahla yakalanması da bu duruma bir emsal teşkil etmiş. Jerry’nin çocuğuna, “ağzını ‘canavar’ gibi aç” demesi ise bilinçaltı konusunda haklı olduğumu kanıtlamış. Konu her ne kadar sınırlandırılmış olsa dahi büyük resim, şiddetin şiddeti doğuracağını gözler önüne sererek, “yaşadıklarınızı başkalarına yaşatmayın” mesajını vermiş.

Öfke, bilinçaltımızda daima yatan bir dürtü. Görüp, duyduklarımız da öyle. Arınmak güç. Fakat doğru terapi uygulandığında oldukça basit. İşte bu nedenle, “oyunun izlediği yol son derece basit gözükse de aslında zor” demiştim. Ben, şiddetten arınma formülü olarak sanatı öneriyorum. Beni tanıyanlar sakinliğimi bilirler…

Metnin en çok hoşuma giden yönü, şiddetin sözel boyutunun daha ağır basması idi. Rick Cleveland, bütün eseri boyunca önemsiz, ayrıntı, çerez gibi görenen şeylerin hayati önem taşıdıklarını ve hafife alınmamaları gerektiği konusunda bir uyarıda bulunmuş. Ufak tefek sebeplerden dolayı çıkan tartışmaların, paylaşılamayan sıkıntıların, onur kırıcı davranışların, büyüklerden gelen baskının ve ağır gelen sorumlulukların, sıradan bir insanı, nasıl bambaşka bir insana dönüştürebileceğini genelden özele giderek yorumlamış. “Şiddet ayrıntıda gizlidir” tanımlaması ile biraz daha toleraslı, rahat ve pozitif olmayı öğütlemiş. Fakat tüm bunları öğütlerken, episodlarında çok ayrıntıya girmeyerek, üstü kapalı bir biçimde mizanseni tamamlatmış. Böylece seyirciyi de fazla sıkmamış…

Jerry ve Tom’un çocuklarının sahnede görmemek, şiddetin en yakınımızdakini bile uzaklaştırdığını hatta yok ettiğini sembolize etmiş. Buna ilave olarak kıskançlığın, dikkatsizliğin, kararsızlığın, dışlanmanın ve önemsenmemenin de şiddeti çağrıştıran birer öğe oldukları hesaba katılmış. Düşünmek ile yapmak arasındaki nüans gün yüzüne çıkarılarak, şiddetin boyutları tartışılmış. Kişiselliğin çokta mühim olmadığına yoğunlaşılarak, egemen gücün yaptırım olanakları somutlaştırılmış. Vurdulu, kırdılı, ateşli, silahlı savaş filmlerinin her yaştan birey üzerindeki yansımaları göz önünde tutularak, şiddetin en masum (!) yerlede bile (sinema salonu, tv vb.) zuhur ettiğine ve ağacı yaşken “kırdığı”na parmak basılmış. Ünlülere duyulan sempati ve sade hayatın dışına çıkıp onlara benzeme ideali de metin içerisindeki işlevsel (taklit ve andırma)  konumunu almış.

Oyunun adı Jerry ve Tom. Yani çizgi fimdeki adların yer değiştirmiş hali. Ben olaya sadece isim benzerliği olarak bakmadım. Çizgi filmi aklıma getirdim, bir konu bütünlüğü yakalamaya çalıştım ve Tom ile Jerry’nin başından sonuna kadar şiddetle bezeli olduğu sonucuna ulaştım. Çizgi filmdeki karakterlerin her ikisi de birbirine zıt özelliklere sahip. Oyundaki karakterler için de aynı şeyi söylemek mümkün. Tek fark, çizgi filmde “zeki” kisvesi altında şiddet uygulayan Jerry’nin, bu görevi oyunda “tecrübe” sahibi olan Tom’a bırakması. Buraya kadar zıtlıkların kardeşliğinden doğan bir benzerlik ön planda.

Aslında, oyunla çizgi film arasında belki de pek çoğumuzun hatırlamadığı bir benzerlik daha var o da ekranda sadece ayaklarını gördüğümüz şişman kadın. (Tom ve Jerry’nin sahibesi) Bunun oyundaki karşılığı elbette sistem ve onun başındakiler. Ayrıca çizgi filmde hiç ses olmamasını da unutmamak gerek. Yani sözlü şiddet yerine fiili şiddet baş göstermekte. Oyunda ise tam tersi…    

Rejisör İlham Yazar, oyunu İrfan Şahinbaş Atölye sahnesi’nde, seyirciyi 360 derece çevreleyen bir dekor tasarımının tam ortasına yerleştirerek, “şiddet bizim içimizde, biz de şiddetin…” cümlesinin barındırdığı anlam gücünü pekiştirmiş. Silahlarda susturucu takılı oluşu, sessizliği sağlayarak, sözel şiddete atıfta bulunmuş. Kadının başlangıçta bir tur atan dansı ve koreografisi, yaşanmışlığı vurgularken, günlük hayatın rutinliğini sergilemiş. Yeri gelmişken söyleyeyim, Emre Onuk’un koreografisi çok iyi. Ağır çekimler, öfkenin “an”lık tepkisini, ayrıntısal olarak irdelelerken, aniden verilen kararlarda nelerin kaçırıldığını görmemize yardımcı olmuş. (Durumun vahimliğini betimlemek için “son”u belirleyen kısımlarda tercih edilmiş)

Bazıları, her oyunun kendine ait sahnesinin olması gerektiğini düşünür. Ben buna katılmıyorum. Dekor, atölye sahneler için ayarlandığında, ne yazık ki diğer sahnelerde oynayamıyor. Bu oyun, rejisörün anlatım olanakları doğrultusunda amacına uygun bir tasarım oluşturmuş. İki ev salonu, biri Çin, diğeri İtalyan olmak üzere iki restaurat, iskele, bar, mutfak, ofis, araba ve sinema salonundan meydana gelen dekor, her bir mekanın ayrımını yaparak, o yerin doğallığını ve gerçekçiliğini ortaya çıkarmış. Bence Murat Gülmez’in şimdiye kadarki en iyi sahne tasarımı…

Funda Karasaç’ın kostümleri, Jerry’nin çömezlikten profesyonelliğe doğru adım adım gidişini (zaman geçişini) başarıyla simgelemiş. Rengin, stilin ve sıradanlığın uyumu, karakterlerin yaptıkları işi belli etmeyerek bir kamuflaj yaratmış. Mevkii öne çıkarılarak, mekana göre giysiler hazırlanmış. Murat Gülmez için yazdığım her şeyi Zeynel Işık için de büyük bir rahatlıkla yazabilirim. Aynı zamanda “özenli” ve “zamanı belirten” gibi sıfatlarda da ekleyebilirim. Bu sıfatları; arabada işlenen cinayet esnasında, arabanın farlarının sonuna kadar yakılması ile seyircinin hiçbir şey görememesine, sinema salonu bölümünde film odasından gelen ışığının süzmesine, tatil sahnesindeki güneş ışığının hakimiyetine, bar kısmı için seçilen ışığın rengine dayanarak söylüyorum.       


Cüneyt Mete, Tom’un, Özgür Öztürk de Jerry’nin bütün gerekliliklerini, jest ve mimikleriyle titiz, ayrıntılı ve metnin ruhuna iyi gelecek biçimde canlandırmış. Ünsal Coşar, oynadığı yedi farklı karakter ile sahnede devleşmiş. Karakterler arasında oluşabilecek kaymalara izin vermeden, hepsine ayrı ayrı profil çizmiş. Yıldız Kaplan ise, üzerine düşen vazifeleri yerine getirerek, bu uyumlu ekibe daha da uyum katmış. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…

Erdal Beşikçioğlu ve İlham Yazar, oyunu 2009-2010 sezonunda Ankara DİB sahnede sahnelemiş. Beşikçioğlu'na göre oyunun, çizgi film ile hiçbir bağlantısı yok. Tamamen tesadüf. Çünkü yazar, bu hikayeyi barda çalışırken bizzat gözlemlediği iki kiralık katilden yani gerçek bir olaydan yola çıkarak yazmış. Ben tesadüflere pek inanmam. Benim için sadece isim benzerliği olmadığını da yukarıda ayrıntılı olarak açıkladım.



Notlar;


Oyun 1 saat 30 dakika / Tek perdedir.

Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

Kaynak: DT Digital Arşivi 



EGE KÜÇÜKKİPER

6 Mayıs 2014 Salı

İki Kadın, Bir Adam ve Akıp Giden Yaşam: “Nehir” (Ankara DT)




NEHİR

Gülşen Karakadıoğlu’nun yazıp, Vacide Öksüzcü’nün yönettiği “Nehir”, geçen sezonun (2012-13) sonunda prömiyer yapmış. Nehir, bu sezon Ankara Devlet Tiyatrosu’nda izlediğim on dördüncü oyun. İki gün içerisinde seyredeceğim üç oyunum daha var. Yani Ankara DT’nun repertuarının yüzde doksanlık bir bölümünü incelemiş durumdayım. Şimdiye kadar kötü bir oyuna rastlamadım. Bu oyunu görmeyi pek düşünmüyordum fakat Ankara DT’nun müdavimleri, “mutlaka git, sonunda şoke olacaksın!” dediler. Genelde başkasının ısrarıyla hareket etmem (hele konu tiyatro ise) ama uzun bir süre Türkiye’de olamayacağım için ve sonradan pişmanlık duymamak adına sahnenin yolunu tuttum…

Metinde geçen ve aynı zamanda oyunu özetler nitelikte olan bir repliği, içeriği olumsuz olmasına rağmen önemli buldum. Ben bu repliği kendi düşüncelerim doğrultusunda olumlu hale getirip, oyunun ben de bıraktığı etkiyi tek cümleyle ifade etmek istedim. Ve ortaya şu tanımlama çıktı: Nehir, ruhumdan silip temizleyemediğim, etkisinden hiçte kolay kurtulamadığım bir oyun.” (Eğer kendi anlamında bıraksaydım, bu iyi oyuna haksızlık etmiş olurdum)

Gülşen Karakadıoğlu: 1969-74 yılları arasında DTFC Tiyatro Bölümü’nde “Tiyatro Bilimi ve Dramaturji” lisan eğitimi aldı. 1976’da Ankara Deneme Sahnesi’nde dramaturgluk, yazarlık, yönetmenlik, Başkan Yardımcılığı ve Başkanlık yaptı. 1977’de Devlet Tiyatroları’nın Başdramaturgu olduç Daha sonra Yazko Somut Gazetesinin “Ankara temsilciliği”ni, AST’nun “Dramaturji ve Halkla İlişkiler sorumluluğu”nu, Berlin Kültür Senatörlüğü’nün çağrısıyla Berlin Tiyatro Topluluğu’nun “Dramaturg ve Sanat Yönetmenliği”ni, Devlet Tiyatroları’nın “Basın Halkla İlişkiler uzmanlığı”nı, yine DT, Opera ve Balesi’nin “Güzel Sanatlar Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürlükleri'nin müsteşar yardımcılığı"nı üstlendi.

1997’de Radikal gazetesinde kültür-sanat üzerine haftalık köşe yazıları yazdı. 1999-2003 yıllarında Akademi İstanbul’da “Sanat Kurumları Yönetimi”, “Tiyatro Tarihi” ve “Metin İncelemesi” dersleri verdi. Üç yıl TEB Başkanlığı, dört yıl da kurumun Ankara temsilciliği görevini sürdürdü. Ayrıca TRT’de “Tiyatro ve Kitap program yazarlığı ve danışmanlığı” ile Ankara Remzi Kitabevi yöneticiliği vazifelerinde bulundu. 2009-12 yılları arasında Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde, 2011-12 yılları arasında da Sadri Alışık Sanat Akademisi’nde “Tiyatro Tarihi”, “Tiyatro Düşüncesi” ve “Dramaturji” dersleri verdi. Çeşitli ödül kurumlarında jüri üyeliği, çeşitli tiyatro festivallerinde ise danışmanlık yaptı. 

Bu sezon Oyun Atölyesi de “Nehir” adlı bir oyun sergiledi. Seyretme fırsatım olmadı fakat konusundan ve oyuncularından haberdarım. Yazımın başlığını koyduktan sonra farkettim ki başlık, Oyun Atölyesi’nin Nehir’ini de çağrıştırıyor. Bu nedenle, onu da izleme isteğim uyandı fakat sanırım geç kaldım. Neyse biz ADT’nun Nehir’ine dönelim. Oyun, ekseriyetle Oda Tiyatrosu’nda oynuyor ama ben Küçük Tiyatro’da izledim. Oyunu izleyene kadar ki düşüncem, Oda Tiyatrosu için tasarlanan dekorun, Küçük Tiyatro’ya nasıl dizayn edileceği idi. Korktuğum başıma gelmedi. Ufak tefek eklemelerle dekor kotarılmıştı. Tabii bunda en büyük pay Seyhan Kırca’nın… (Dekor tasarımını daha sonra ayrıntılı olarak yazacağım)

Oyun, 12 Eylül 1980 darbesinin ekseninde geçmişi sorgulayarak, bireyin bugünü arama ve anlamlandırma çabasını konu ediniyor. Yazarın da dediği gibi, geçmişteki kırılma noktalarıyla yüzleşip, bugün üzerinde düşünmeye bir zemin hazırlıyor. Devlet - birey ilişkisini gözden geçirerek, dönemin polisleri ve hekimlerini mercek altına alıyor. Aynı zamanda kişilik hakları, kadın(lık) sorunları ve erkeğin ayrıcalıklı konumunu gözler önüne seriyor. Dostluk, sevgi ve aşk üçgeninde yoğunlaşarak, kişinin beslendiği duyguların varlığı ile yokluğunun sonuçlarına ışık tutuyor. Nehir, konusu itibariyle çok katmanlı ve derinliği olan bir metin. Günümüzde, klasik eserlerin haricinde bu faktörleri bulmak zor. (En azından ben bulamıyorum)

Yaşım itibariyle 1980 darbesini yaşamadım (iyi ki) fakat sahnede herhangi bir şiddet unsuru olmamasına rağmen, salt diyaloglar halinde ilerleyen metin ve oyunculuklar bana gerçekçi bir şekilde “yaşanmışlık duygusu”nu verebildi. Metinde diyaloglar önemli bir yere ve göreve sahip. Önemi, izleyiciyi sürekli merak içinde diri tutup, beklenmedik bir şekilde hikayeyi sonlandırması, görevi ise verebildiği duygunun dışına çıkıp, olayları “belgesel” formundan sıyırarak, doğallığı yakalayan bir ahenkle sunması. Ben bu ahenge “iz” diyorum. Her diyalog kişide biz iz bırakır cinsten. Gülşen Karakadıoğlu’nun yazdığı bir oyunu ilk kez izledim. Bir başka oyununu da izlemek ister(d)im…

Metin, episodlar halinde ve her episod, yeniden başlayan bir oyunun, tam bitti derken yeniden doğan bir umudun habercisi gibi. Evet, umut “vaadini” her episodun başlangıcında buldum. Yazarın bu vaadine inanarak, oyunu sonuna kadar seyrettim. Sonunda bütün vaadlerin, sadece oyunu seyrettirebilme amacı taşıdığını anladım. İçimi bir hüzün kapladı ve salondan mutsuz ayrıldım. Yaşlı kadının dediği gibi: “Onu benden alıp götürdüler ve ben hiçbir şey yapamadım…” (Benden çalınan umdumdu) Bu cümleden farklı anlamlar çıkararak, günümüz Türkiye’sine bir gönderme yapmak mümkün. Çünkü oyun ne yazık ki hala güncelliğini koruyor. Tek farkla. Artık “asker” devleti yerine “polis” devleti var. (Gerçi oyunda da polis daha ağırlıkta)

Bazıları gibi tablo saymak adetim değildir. Metnin kaç tablodan oluştuğunu bilmek bana da size de hiçbir şey katmaz. Fakat her tablonun kendi içinde yansıttığı ve bir sonraki tablo ile olan bağı, yazımın da, eserin de oluşumuna destek verir. O halde sadece başlık adı altında bahsettiğim, tema ve alt temalara daha detaylı bakalım…
   
Oyun iki kadın karakterden mütevellit. Birinin adı yok, diğerinin ki takma. Biri genç, diğeri yaşlı. Yazar, farklı yaşlarda iki kadını aynı evde birleştirerek, yaşananlara, özelde iki kadının, genelde ise tüm kadınların objektifinden bakmış. Jenerasyon farkını baz alarak, işkencelerin ve tahribatların, gençlerde, özgüven eksikliği, korku, bunalım, çaresizlik gibi sorunlara yol açtığını (genç kadının ev arkadaşı araması buna bir örnek), yaşlılar da ise bu tür etkilerin daha onulur yaralar bıraktığını dile getirmiş. Bu sorunları sadece darbe döneminde yaşananlarla sınırlı tutmayıp, olayı, seyircinin sahnede görmediği, ancak telefon vasıtasıyla tanıdığı “ekselans” adlı bir erkekle örmüş. Zaten yaşlı kadının isimsizliği ile genç kadının takma ad kullanması da burada anlam kazanmış. Kadın-erkek eşitsizliğine, kadının toplumdaki yerine, ruhsal ve cinsel durumuna parmak basarak, kadının “HER devirde kadın” olduğu vurgulanmış.

Bkz. Ekselans: Bakanlık ve elçilikten başlayarak, Cumhurbaşkanlığına kadar yükselen, yüksek makam sahibi kişilere verilen ‘şeref’ ünvanı.” 

Genç kadının takma adı, oyuna ismini vermiş. Nehir, kimi zaman ağır, kimi zaman süratli akarak, her iki kadının da yaşamlarından bir şeyler alıp, götürmüş. Bazısını sürükleyip bir daha geri getirmezken, bazısını (ruhen) “yaralı” bırakmış. Gülşen Karakadıoğlu’nun nehri, darbenin üzerinden dört sene sonra akmaya başlasa dahi yer yer şiddetini korumuş. Bu da ruhtaki yaraların kolay kolay kapanmayacağına birer kanıt oluşturmuş. Şüphesiz sadece işkence değil, kişilik haklarına müdahale de bu kanıtın bir parçası olarak resimdeki yerini almış. Bana göre bu nehrin içinde bütün bir halk var. İki kadının ve tanışıklıklarının geldiği yer olan Derin Araştırma Laboratuvarı’ndaki (DAL) diğer kadınların, halkın yararına feda edilmiş onurları var…


Nehri hızlandıran unsurlardan biri de telefonun ucundaki ekselans. Olaylara fiili bir müdahale de bulunmadan, nehrin hızını arttıran ekselans, hikaye ilerledikçe, kadın kendini tamamlayıp, yaralarını sardıkça ikinci plana düşmüş. (Genç kızın çalan telefonlara bir süre sonra bakmaması bana bunu söyletiyor) Bu düşüşten sonra nehir tamamen durmasa da daha ağır akmaya devam etmiş. "Yüzleşme" meselesi gün yüzüne çıkarılarak, darbenin ve sonrasının birey üzerinde yarattığı etkide, erkeğin rolünün ne olduğu somutlaştırılmış. Ben bir erkeğin "dalgakıran" olmasını dilerim...  
  
Benim gördüğüm, Nehir ile yaşlı kadının birbirini tamamladıkları, birbirlerine ilaç olup, yaralarının kabuk bağlaması için omuz omuza verdikleri, bir dayanışma içerisine girdikleri, paylaşarak çoğaldıkları ve de en önemlisi üstünde yol aldıkları nehrin kurumasını önlemek amacıyla çaba sarf ettikleri yönünde. Bu çabanın boşa gitmesini isteyen yegane nesne de telefon. Telefon hattını koparmak ya da açık bırakmak bir çözüm değil. Telefonun çalmasına sebep kişiyi onarmak, erkek egemen toplumu iyi bir eğitimden geçirerek, kültürün, sanatın her yere ulaşmasını sağlamak, kadının vasfını yüceltmek ve köhne zihniyeti sonlandırmak için herkesin elini taşın altına sokması bir çözüm. Keza oyun da ünlü düşünürlerden alıntılarla, sanat yapıtları ve devrimci müzikleriyle bunu söylüyor…
  
Vacide Öksüzcü’nün rejisi metnin gerekliliklerini yerine getirir biçimde. Metnin anlam ve anlatım gücünü arka plana atmayan, sade dokunuşlarla bezeli. Bu nedenle Nehir’i bir reji oyunu olarak değerlendirmedim. Kabus ve baskın sahnelerini başarılı buldum. (Bu sahnelerde dekor ve ışığa da alkış) Fakat aklıma takılan bir aksaklığı belirtmeliyim ki o resmin yeri orası değil. Duvara çivi çakılmak istenmemesini, karakterlerin başından geçen olaylar dolayısıyla tahribatı önlemek, o tok sesini duymamak ve eski günleri tekrar çağrıştırmamak için verilmiş bir karar olarak algıladım. Lakin yine de o resmin yeri orası değil. Uygun olan yere önceden bir çivi çakılabilirdi. Yani dekor en başından tasarlanabilirdi. Son sahnede telefonun kapanmaması net gösterilmemiş. Gösterilmeliydi!

Seyhan Kırca’nın dekor tasarımı, seksenli yılların atmosferini yansıtır türden. Kitapların çokluğu, genç kadının sansüre ve yasağa karşı olduğunu bildirerek, karakter yapısını uyum kılmış. Kalorifer ya da sobanın olmaması beni şaşırttı. Deniz manzaralı bir ev nasıl ısınıyor? Koltuklardan birinin tekli ve klasik olması yaşlı kadını, diğerinin kanepe tarzında ve rahat duruşu ise genç kadını simgelemiş. Masa etrafının iki sandalye ve bir tabureyle çevrili oluşu, ekselans’ın her an gelebileceğini sembolize etmiş. (Çünkü tabure, sandalyeler bittikten sonra ortaya çıkarılır ve genelde son gelen oraya oturur) Oyunda da bir “bekleyiş” havası hakim…

Sevgi Türkay imzalı kostümler, yaş farkını ve dönemi gözetmiş. Ev ve sokak hali ince ince düşünülerek hazırlamış. Işık tasarımı için söylenecek tek kelime “özenli”.  Pencere perdesinin açılıp kapanmasıyla içeri giren güneş ışığı, sahne ışığının aydınlantılması/karartılması yöntemiyle ayarlanmış. Finalde telefona özel ışık bekle(r)dim. Müzikler, metnin genelini kapsayan Amalia Rodriguez, İnti İllimali ve Victor Jara’nın ezgileriyle kulakların pasını silmiş. Bu kısmı özellikle müzik öğesinin içinde irdelemek istedim. Saydığım isimler oyun için önemli bir yer teşkil etmiş. Hepsinin hayatlarına, sanatçı kimliklerine hatta eserlerinin insanlar ve ülkeler için ne ifade ettiğine, konu bütünlüğü yakalanarak değinilmiş. İç öyküsellik bu duruma katkı sunmuş.

Oyunculuklar, oyunu zirveye taşıyan öğelerden biri. İclal Seper tecrübesiyle, Özlem Gür ise gençliğinin verdiği enerjiyle rolünün hakkını vermiş. Vurgulamalar, her cümleyi ön plana çıkararak etkiyi daha da arttırmış. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Bu oyun her ile (bilhassa İstanbul’a) turne yapmalı ama turneye giden benim Sayın Devlet Tiyatrosu yetkilileri!


Not: Oyun 1 saat / Tek perdedir.

Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr




EGE KÜÇÜKKİPER

  

24 Nisan 2014 Perşembe

70 Yılın Gölgesinde Bugün: “Kafkas Tebeşir Dairesi” (SAKM)




KAFKAS TEBEŞİR DAİRESİ

Bertolt Brecht’in 1944 yılında yazdığı ve en uzun oyunu olma özelliğine sahip Kafkas Tebeşir Dairesi’nin içeriğine değinmeden önce metnin ortaya çıkış süreci üzerinde durmakta fayda var. Brecht, zaten Kafkas Tebeşir Dairesi'nin konusuyla, çok önceden tanışıkmış. Çünkü Çin efsanelerinden alınmış olan Klabund'un oyunu “Tebeşir Dairesi”, 1924'de Almanya'da yayınlanmış. Brecht, ilk kez 1940'da İsveç'te sürgünde iken “Augsburg Tebeşir Dairesi”ni yazmış. Memleketi olan bu kentteki olayları başka zamanlara kaydırmak ve oyun içindeki olay bağlantılarını sağlamak amacıyla 30 Yıl Savaşları'ndaki olayları kullanmış. Yani her şey Clifford Odets’la tanışmadan evvel başlamış. Yalnızca oyun mekânının Kafkasya olması Broadway'de kararlaştırılmış. Nedeni ise;

Oyun mekânın seçiminde o dönemin tarihinin etkisi vardır. Çünkü, Nazi Almanya'sının 2. Dünya Savaşı'nda Sovyetler Birliği'ne saldırmasının esas hedefi Kafkasya'daki petrol yatakları idi. 2. Dünya Savaşı'nda Sovyetler'in Nazilerden ilk kurtulan bölgesi Kafkas cephesidir. Savaş haberlerini dikkatle izleyen Brecht, Kafkasya'nın kurtulmasında Hitler'in faşist diktasının artık sonunun geldiğini umutla görür. (Kaynak: Kafkas Tebeşir Dairesi - Brecht’in Bütün Eserleri Cilt 11 – Mitos Boyut Yayınevi) Kısacası Brecht, Bayan Odets'in önerisiyle, bu oyunu "seçmiş" diyebiliriz... 
  
Oyun, 1979’da Dostlar Tiyatrosu, 1997’de İBB Şehir Tiyatroları, 1990’da Bursa, 2007’de ise Erzurum Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenmiş. Benim ilk izleyişim. İlkin günahı olmaz derler. İzlediğim tarihte 19 Nisan 2014. Sezonun son oyunu imiş. Tesadüfe bakın yazı da son yazım. Neyse biz konuya dönelim. Kafkas Tebeşir Dairesi’nin ana konusu, Çin Yuan Hanedanlığı döneminde yaşamış olan Li-Çen-Fu’nun Tebeşir Dairesi oyununa dayanıyor. Metnin sonu farklı. Daha doğrusu olması gerektiği gibi. Eser, dört bölümden (Ön Oyun / Gruşa ve Çocuğun Öyküsü / Azdak’ın Öyküsü / Kafkas Tebeşir Dairesi Sınaması) oluşuyor. İlk iki bölüm birinci, diğer bölümler ise ikinci perdeyi kapsıyor.  

Başından beri aklıma takılan bir şey var. Oyunun sloganı, “Bir çocuğu doğuran mı annesidir? Yoksa onu yetiştiren mi?” soruLARıyla belirlenmiş. Tek cevabın verileceği bir slogan neden iki ayrı soru içerir? Neden yüklem en sona konmaz? “Bir çocuğu doğuran mı, yoksa onu yetiştiren mi annesidir? şeklinde tek soruya indirgense nasıl olur? Ben ayrıntılara çok takılan bir insanım. (Ama bu oyunu genel yazacağım) Kimsenin umursamadığı şeyi umursayabilirim. Afiş odamda, panoda asılı. Her gün görüyor ve “doğru” sloganı tekrar ediyorum. Benim tekrar etmemle, yaptığı hatanın farkına varıp kendiliğinden düzelir mi bilmem...

Oyun, birçok alt temaya sahip fakat temelinde “mülkiyet” meselesine yoğunlaşıyor. Bununla birlikte burjuva sınıfına eleştirel bir tutum getiriyor. Sloganı az önce yazdım. Eminim oyunu hiç bilmeyenlerin bile kafasında birtakım şeyler canlanmıştır. Savaştan kaçmakta olan bir annenin, çocuğunu unutmasıyla, Gruşa’nın çocuğa sahip çıkmasının öyküsünü anlatan ve bu yolla mülkiyet-emek ilişkisine değinen oyun, aynı zamanda Gruşa’nın masumiyetini de sorguluyor. “Oyun içinde oyun” mantığıyla hareket eden eser, adaletin hangi koşullarda nasıl kararlar aldığını da gözler önüne seriyor. “Yeniden yargılama” üzerinde durarak, bu girişimin adalet mekanizmasında ne tür yaralar açacağının altını çiziyor.

Yazımın başlığını “70 Yılın Gölgesinde BUGÜN” koymamın sebebi, bir çocuğa bakanın mı yoksa doğuranın mı sahip olması gerektiğiyle ilgili değil. Keza böyle haberler duymayalı epey oldu. Yeniden yargılamanın gündemde olmasından dolayı böyle bir başlık seçimi yaptım. Zaten oyun da esas olarak yargıyı irdeliyor. Azdak’ın verdiği karar hemen hemen herkese göre doğru. Fakat bu doğru, konu sadece “çocuk” olduğunda geçerli. Ya oyunda verilen/bakılan diğer dava ve kararlar? Şüphesiz tüm bunlar burjuva değerlerini eleştirebilmek adına yapılan şeyler. Peki günümüzün burjuvası kim(ler)? O burjuvayı “sözde” eleştirebilmek için yanlış karar veren yargıçlar kim(ler)? Her neyse. Biz işimize dönüp, oyunun bölümlerine tıpkı yazarın yaptığı gibi bir "başlık" altında bakalım;

Ön Oyun’u “öncü deprem”, Gruşa ve Çocuğun Hikayesi’ni, “esas deprem”, Azdak’ın Öyküsü’nü “artçı deprem”, Kafkas Tebeşir Dairesi Sınaması’nı da “deprem sonrası risk” olarak gördüm. Burjuva için verilen yanlış bir karar, risk içeriyor demektir. Brecht bu riski alarak, doğruluk, iyilik, dürüstlük ve özveri gibi oyun boyunca farklı değerlere bürünebilen kavramları seyircinin bakış açısına, hümanist bir tutumla sunmuş. Polislik mesleğine atıfta bulunarak, mesleğin inceliklerini (!) bir yargıca anlattırmış. Böylece emniyet gücü ile yargı gücünün ayrımına vardırtmış. Kafkas Tebeşir Dairesi, bakış açısının önemli bir yer tuttuğu oyun. Bu da benim açım. Sıra Barış Erdenk’in açısında…

İnternetin dediğine göre rejisör Barış Erdenk, aynı oyunu Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölümü Deneme Toğluluğu için de yönetmiş. Erdenk, Brecht’in dediği gibi, bir şeyler anlatmış ama en önemlisi eğlendirmiş. İkinci perdede bu kadar güleceğimi tahmin etmiyordum. Rejisör, aynı zamanda dekor tasarımını da üstlenmiş. Dekorun az ve işlevsel oluşu yine yazarın tanımlamalarına uygun düşmüş. Barış Erdenk’in dekor anlayışında, metnin “emek” çağrışımlarının izlerini buldum. İşçi sınıfını temsilen dekor tutumuna yardımcı olan inşaaat kancası, sandık biçimli tahtadan yükseltiler, gösterişten uzak olan genel tasarım, bu izi bulmamda etken oluşturmuş. 

Açıkçası rejiden memnun kaldığımı söyleyemem. Oyunun "masal" formatına uyulup, rol dağılımı mizansenini ve dokuz oyuncunun farklı rollere bürünüp, epik tiyatronun gereği olan yabancılaşmanın kendini var ettiğini kabul edebilirim lakin Gruşa’nın çocukla başbaşa kaldığı sahnelerde düşünce yerine duygunun ağır bastığına bir kılıf uyduramam. Yorumun bana çok aykırı geldiğini aktarmadan geçemem. Annemin bir arkadaşı oyun bitiminde sosyal medya aracılığı ile bize görüşlerini iletti. (Ben henüz izlememiştim) "Oyunun çok etkisinde kaldım, Ege mutlaka görsün" dedi. Bir Brecht oyununda böyle bir etki nasıl olabilir? 

Anlatıcıda “Gel – Konuş - Devam Et” durumu sığ kaçmış. Her seferinde merdivenlerden aşağıya inip izahat vermesinin (yazarın anlatıcıdan kastının bu olduğunu sanmıyorum) ve kostümlerini orkestra alanında değiştirmesinin oyuna katkısı nedir? Koca sahnede neden farklı alanlar yaratılmaz? Ayrıca ben olsam tebeşir dairesini sahnenin tam ortasına koyar ve oyuncuları o dairenin etrafında oynatırdım. Dairenin seyirciye olan yakınlığı, seyirciyi oyuna dahil etmemiş. O halde neden orada dursun? İzleyicinin, duyguları net bir biçimde görüp, düşünme faktörünü devre dışı bırakması için mi? Düşünce oyun boyunca bütünüyle var olmalı(ydı)… 

Kostüm tasarımı işçi tulumlarıyla, aşağı tabakayı, tuvaletlerle burjuva kesimini, oyun içinde oyun mantığıyla da tiyatral bütünlüğü simgelediğinden ve bir örnek olmasından ötürü başarılı. Ölümün hakim olduğu sahnelerin kırmızıya bürünmesi, dramanın ağır bastığı sahnelerin karartılması, paralel sahnelerin bölümsel aydınlatımı ışık tasarımının birer parçası. Kararın verildiği ana özel ışık olabilirdi. Müzikler Paul Dessau imzalı. Orkestranın varlığı, yazarın istediği “efekt”in bir izdüşümü. Şarkı sözleri durum toparlayıcı. Yine de yeterli değil. Kafkas ezgileri baş köşede. Danslar için de aynı şeyi belirtebilirim. Koreograf Sibel Erdenk, oyunun temposu akabinde bir düzen sağlamış. (Kostüm: Funda Sarı, Işık: ?, Orkestra: Özge Can, Esra Berkman, Pınar Babutçu, Hakan Kaya, Cecilia Varadi Özdemir, Yiğit Çakır, Engin Demircioğlu)

Başrol oyuncularının payları eşit. Songül Öden (Gruşa) rolünün gereğini yerine getirmiş. Levent Ülgen’den (Azdak) şüphem yoktu. İkinci perdenin yıldızı olarak kendini bir kez daha kanıtlamış. İlknur Güneş’in oyunculuğu, canlandırdığı her rolde abartıya göz kırpmış. Serhat Yiğit, Göker Ersivri, Serhat Parıl, Onur Bilge, Yiğit Pakmen, Işıl Keskin, Umut Demirkaya ve Ece Müderrisoğlu'ndan oluşan kadronun geri kalanı, bu işin bir ekip işi olduğunun bilincine varmış. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...

Afife adaylıklarının içerisinde Kafkas Tebeşir Dairesi'nin yokluğu beni şaşırtmıştı. Gidip görmek istedim. Gördüğümü yukarıda anlatma gayreti gösterdim. Sadri Alışık Kültür Merkezi’nin bir prodüksiyonunu daha evvel izlememiştim. Fakat repertuarını her daim takip ederim. Bu oyun bana “sade kahve” gibi geldi. Eskiler makbuldür der ama ben şekerli kahveye alışmışım. Orta bile kesmiyor... 

SİTEM

Barış Erdenk, Kafkas Tebeşir Dairesi'ni 2007-08 sezonunda Erzurum Devlet Tiyatrosu için sahnelemiş. Yani aynı oyunu, aynı rejisör 3 kez ele almış. (?) Belgelikten fotoğrafları inceledim Dekor aynı. Kostümler ise neredeyse aynı. Oyunun fotoğrafları bana SAKM için düşünülen rejiyi hatırlattı. Her ikisinide izleyen seyirci ne düşünür? Ben izlememiş olmama rağmen hoşlanmadım. Bu sezon bu gibi durumlarla çok karşılaştım. Lütfen kendinizi tekrar etmeyin! Ben kanıtları aşağıya link olarak verdim. SAKM için yapılan versiyonu izleyenler, aradaki benzerlikleri yakalayacaklardır...

LİNKLER 

http://95.0.22.114:8088/userPandtgm/orjinal_foto.php?link=http://95.0.22.114:8088/userPandtgm/watermark.php?p=7852/FOTOGRAF_CD_SI/show/kafkas_tebe_ir_dairesi_9.jpg

http://95.0.22.114:8088/userPandtgm/orjinal_foto.php?link=http://95.0.22.114:8088/userPandtgm/watermark.php?p=7852/FOTOGRAF_CD_SI/show/kafkas_tebe_ir_dairesi_7.jpg

http://95.0.22.114:8088/userPandtgm/orjinal_foto.php?link=http://95.0.22.114:8088/userPandtgm/watermark.php?p=7852/FOTOGRAF_CD_SI/show/kafkas_tebe_ir_dairesi_11.jpg


Not: Oyun 2 saat 30 dakika / 2 perdedir.




EGE KÜÇÜKKİPER