24 Ekim 2013 Perşembe

Tarihselin İçindeki Evrensel: “Kösem Sultan” (Ankara DT)




KÖSEM SULTAN

I.Ahmed’in eşi, IV.Murad ve Deli İbrahim’in annesi, IV.Mehmet’in babaannesi Kösem Sultan’ın üç adı vardı. Anastasya, Mahpeyker (Ay yüzlü) ve Kösem (Önde giden) 

“IV. Murat” ve “Deli İbrahim”den sonra iktidar üçlemesinin son halkası olan “Kösem Sultan”, Turan Oflazoğlu tarafından 1980’de kaleme alındı. Tarihi oyunlara “belgesel” niteliğinde bakılsa da, dramatik bir yapının yeşerttiği, olay akışlarının ve karakterlerin, tiyatro metni içerisinde kendine yer bulduğunu unutmamak lazım. 28 yıl sonra Ankara DT’de sahnelenen Kösem Sultan, tarihin ışığında yolunu bularak, çok sağlam bir yapının üzerine temellendirilmiş bir metin. Turan Oflazoğlu’nun türkçesi ise, şairane. Şu sıralar İBBŞT’da, Engin Uludağ rejisiyle sahnelenen oyunu, Ankara DT’da, 100 kişilik dev bir oyuncu kadrosu ve 30 kişilik teknik ekibiyle, Murat Atak rejisinden seyretme fırsatı buldum. Ayrıca belirtmekte yarar var ki, 2010’da Selda Alkor tarafından “Mahpeyker” adı ile filme alınmıştı.

Özünde, oğlu İbrahim’i boğdurarak, yerine torunu, yani çocuk yaştaki IV. Mehmet’i tahta geçiren ve bu sayede iktidarı elinde bulunduracağını sanan (zamanla torununu da öldürmek isteyecek) Kösem Sultan’ın, gelini Turhan Sultan ile olan çatışmalarını 1648-1651 yılları arasında anlatan eser, trajik bir son ile bitse de, her şeyin sükuta erdiğini, hayatın normal akışına tekrar kavuştuğunu, devletin bir yükseliş dönemine girdiğini kanıtlamıyor. Osmanlı Devleti eli kanlı bir “kadın” hükümdardan kurtulsa da sırtında kambur olmaya devam eden bir başka “kadın” hükümdarla mücadele ediyor. Kurtulması da biraz güç gibi duruyor. 

Hem halkın hem de saraydakilerin, çocuk padişahın ağzından çıkacak buyrukları beklemeleri ve verilen buyruklara uymaları, devletin ne kadar güçsüz hatta savunmasız olduğunu betimlerken, Kösem Sultan ve ağalarının kendi çıkarlarını, devletin çıkarlarından üstün tutmaları da düzenin çarpıklığını gözler önüne seriyor. Alınan rüşvetler ve piyasaya sürülmeyen eksik akçeler de bu çarpıklığa tuz biber ekiyor. Oyun tezatlıklar üzerine kurulu. Bu tezatlık, ilk görüşte iyi ile kötülüğün tezatlığı gibi görünse de, daha derinlerde hak ile haksızlık, çok başlı devlet yönetimi, siyaset ile askeriye ya da saray mensupları ile halk arasındaki eşitsizlik olarakta okunabilir. Bu tezatlıkları açacak olursak;

Osmanlı Devleti, her zaman “bin başlı” bir devletti. Kösem Sultan devrindeki çok başlılık yani Kösem Sultan ile Turhan Sultan arasındaki rekabet, devletin çöküşüne zemin hazırlayan en etkili faktör. (En azında oyunda bu şekilde bir anlatım tercih edilmiş) Buradan yola çıkarak iyi ile kötünün sentezini de yapabiliriz. Turhan Sultan’ın, Kösem Sultan’ı alt edebilmesi için tek yolu, kötülüğü özümsemesi ve bunu iyiliğine yedirebilmesi. Yani kötülüğü yok edebilmek için yine kötülüğe başvurması. Aynı kutupların birbirini itmesi de diyebiliriz. Öyleki bu yaratıyı anlamlandıracak en iyi cümle, Turhan Sultan’nın: “Seni kuşandım Kösem. Sana karşı.”  demesi olacaktır. Halk ile haksızlık konusuna daha önce rüşvet vb. gibi olaylarla değinmiştim fakat bunlarla sınırlı kalmayan Kösem’in, hak etmeyen kişileri, hak etmedikleri mevkilere getirmesi, torununu, iktidarının önünde bir engel olarak görüp, zehirlemek istemesi de bu başlığa emsal oluşturuyor.

Yeniçerilerin (dönemin ordusu), yönetime karışmak istemesi ve isyan çıkarması, siyasi ile askerinin çatışmasının en güzel örneği. “Darbe” zihniyetinin o günlerden bu günlere miras kaldığı aşikar. Sarayın halka olan uzaklığı ise, her şeyden habersiz olup, sonunu hazırlayan Kösem Sultan’dan anlaşılıyor. Fakat halk, saraya uzak değil. Bilakis çok yakın.  Olan bitenin o kadar farkında ki, saray mensupları bile içlerinde oldukları durumun farkındalığına bu kadar erememişlerdir. Kösem Sultan’ın bu durumu özetleyen güzel bir sözü var: “Olaylar karmakarışık olmalı, o kadar karışık olmalı ki bir tek biz anlayabilelim.” Lakin olayların gidişatı bu cümleyi tersi bir duruma getirmekte gecikmiyor. Aslında iki yüzlü olan sadece saray ahalisi değil. Halk, önceleri kötü, hilebaz ve katil olarak gördüğü Kösem Sultan’ı, eline üç kuruş para geçip, rahata erdiğinde “anası” olarak benimsiyor. “Böyle halka böyle baş” demekte bana düşüyor.

Kösem Sultan oyunu, her ne kadar kanlı ve hainliklerle dolu görünse de, savaş karşıtı oyunların başında gelmektedir. Bu söylemimi sevgili Turan Oflazoğlu, Şeyhülislam Bahai’nin ağzından aktarır. İngiliz elçisinin, savaşan iki devlete birden yardım etmesi (Bunlardan biri Osmanlı. Kendi devleti savaşta yok) ve “biz kendimiz için iyi olanı yaparız” demesi üzerine Bahai’nin: “Savaş bile olsa” deyip, bir güzel nutuk çekmesi, oyunun alt temalarından birini oluşturuyor. “Ülkeyi bataklıktan kurtaracak çok fazla “dürüst” insan var fakat yanındakiler hırsız.” dersem, bütün anlatmak istediklerimi aktarmış olurum. Su yolunu bulmuş akıyor fakat taşa da bilir. Eser, ne yazık ki güncelliğini hala korumakta. Tarihsel oyunları izledikçe, günümüz dünyasında hiçbir şeyin değişmediğini gördükçe kahroluyorum! Padişahlıktan demokrasiye (!) hep aynı…

Hikaye ne zaman geçiyor diye var mı soran?
Varsa, cevap: oyun hep şimdi, bu an.
Evet, zaman yaşanmakta olan zaman. (2. Perde 7. Sahne)

Ve gelenekler. IV. Mehmet’in sünnet düğününü şenlendiren meddah Tıfli, yarı klasik yarı modern bir şekilde karşımıza çıkıyor. Şaka yollu her entrikayı ortaya çıkarırken tepki görse de, Kösem Sultan tarafından “Bırakın canım aydınlanalım.” cümlesiyle, meddah dönemin “aydını” olarak bizlere sunuluyor. Son olarak Kösem Sultan’ın “kadın”lığından bahsetmek istiyorum. Yazımın giriş kısımlarında kadın teması üzerinde durmuştum. Hayatını tam olarak yaşayamayan insanlar, kafayı başka şeylere takar. Kösem Sultan kendini doğuştan Sultan olarak görüyor ve bu yolda kadınlığını hiçe sayıyor. Sevgisiz, şefkatsiz, aşksız ve doyumsuz oluşunu buna bağlamak mümkün. Öyle ya o, İbrahim gibi bir çılgını ve Murat gibi bir canavarı doğurdu!

REJİ

Yazı boyunca bahsettiğim zıtlıkları, Murat Atak muhteşem bir görsellikle sahneye yansıtmış. Tarafların yerleşimini ve safların belirtilmesini net bir biçimde belli etmiş. Son sahnede Kösem Sultan’ın boğdurulmasıyla düşüşü, aynı anda Turhan Sultan’ın sahneden yükselişi de bu uyumu destekleyerek sonucun açıklığını ortaya koymuş. Bu düşüş orkestra çukuruyla akıllıca kotarılmış. İpin gerçekten boyuna geçmemesi, geç”miş” gibi yapılması da “kurgu” oluşunu nitelemiş. Bazı olayların perde arkasında geçmesi, gizli-saklı oluşunu anlatmada rol oynarak, oyunu gereksiz sahnelerden kurtarmış. Esnafın ön kısımda yani perde önünde, perde arkasına dair konuşması farkındalığı temsil etmiş.

Sahneler arası geçiş bazen diyalog yoluyla bazen klasik bir biçimde (ışık karartılarak) sağlanmış. Sesler, olayların öncesini ve sonrasını aktarıp, “hikaye” izlenimi vererek oyunun yapısı içerisinde hedeflediği amaca ulaşmış. Ayrıca karakterlerin kendi ağızlarından, seyirciye taraf, düşüncelerini ve durumlarını anlatması da kurgu mantığının dışına çıkılmadığını göstermiş. Dans sahnesi ise oyuna dinamizm katarak, seyirciye nefes aldırmayı bilmiş. Son olarak bugünün iktidarıyla bağdaşlaşsa bile daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi “çapulcu” kelimesinin kullanılması hoş kaçmamış. Bu etkiyi yeni yazılan oyunlarda görmeyi yeğlerim. Ve en önemlisi Kösem Sultan’ın bir anti karakter olarak tüm çıplaklığıyla karşımıza çıkması alkışı hak etmiş.

DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK

Osmanlı Devleti’nde önemli bir yere sahip olan hilal (afişi de oluşturmakta), oyunda bir büyük bir de küçük olmak üzere iç içe geçerek ana dekoru oluşturmuş. Dekorun yüksek oluşu, makam ve mevkinin de yüksekliğini belirtirken, aynı zamanda eğimli oluşu, “her an ayağın kayabilir” düşüncesini vermeye yetmiş. Yürüme kısımlarının altının boş oluşu ise, “yerine çok güvenme, boşluğa düşebilirsin” cümlesini akıllara getirmiş. Ah bir de gacırdamasa! Duvarların üçgen biçimli hali, Kösem – Turhan – IV.Mehmet sacayağını temsil etmiş. Sivriliği ise keskinliği göstermiş. Fondaki İstanbul panaroması, mekanı bildirerek, görselliği güçlendirmiş. Behlüldane Tor’a bu güzel ve çok amaçlı dekor için teşekkürler.

Kostümler Funda Çebi imzalı. Daha ilk kostümü gördüğümde modernize olduğunu anladım. Fazla ışıltılıydı. Osmanlı’nın şaşaasını yansıtması açısından ve hazinede para olmamasına karşın lüksten uzak durulmayarak devleti çöküşe hazırlamasını göz önüne alırsak elbette doğru olan buydu fakat anlatılan dönemin “duraklama devri” olduğu düşünülürse, bunu yansıtmak daha doğru olacaktı diye düşünüyorum. Aynı şeyi ışık tasarımı için de söyleyebilirim. Oyunun atmosferine uygun bir şekilde daha karanlık olmasını beklerdim. (Özellikle Kösem Sultan’ın olduğu sahneler) Ne de olsa dönem karanlık bir dönem. Son sahnenin ise hem kurtuluş hem de ölümü ele aldığımız takdirde, haddinden fazla aydınlık oluşu daha etkili olurdu. Perde arkasında yaşanan olayların ışığı ise sır gibi puslu bir hava altında geçtiğini vurgulamış. Ersen Tunççekiç’i emeğinden dolayı kutluyorum.

Müzik dediğimizde Murat Gedikli karşımıza çıkıyor. Çoğu, gerilim, korku ve entrikayla bezeli. Yer yer “dizi müziği”ni andırsa da Mehter takımının ve Itri’nin ezgileri, bizleri döneme daha da yakınlaştırmış. Hüzünlü müzikler ise dramatik yapının öne çıkışına etki etmiş. Efektler, gelecek olan aksiyonun habercisi niteliğinde merak uyandırıcı. Koreografi oyunun en başarılı öğesi. Çatışma sahneleri muazzam. Deniz Çığ ve eskrim eğitmeni Ali Tayla harikalar yaratmış. Bütünlük ve coşku bir arada verilmiş.

OYUNCULUKLAR

Özlem Ersönmez (Kösem), duygu değişimlerini, ses tonunu ve beden dilininin kullanımında çok usta olduğu belli. Büyük bir performans sergileyerek alkışı sonuna kadar hak ediyor. Elvin Beşikçioğlu (Turhan) için de farksız bir şey söyleyemem. Mithat Erdemli (Bektaş Ağa), Kösem’e aşkını itiraf ederken, Mehmet Gürkan (Şeyhlüislam Bahai) doğruları haykırırken, Tolga Tecer (Siyavuş Paşa) nefsini terbiye ederken, Tolga Çiftçi (Murat Paşa) bakışlarıyla büyülerken, Nejat Armutçu (Meddah Tıfli) hoş sohbetliği ve şen şakraklığıyla keyif aldırırken, Eda Aydınlı (Meleki) çaresiz ve çift taraflılığıyla ve çocuk oyuncumuz tüm doğallığıyla sempatiyi toplarken çok ama çok başarılıydılar. Kalabalık bir kadro olduğu için ancak bu kadarını değerlendirebildim. Tüm ekibi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim.

BROŞÜRDEN ÖĞRENDİKLERİM

Oyun kişileri, dönemin yaşamış kişilerinden, bilinen isimlerden seçilmiştir. Siyavuş Paşa, sadrazamlık görevine Murat Ağa’dan sonra gelmemiştir fakat oyunda sıralama farklıdır. (Eserin dramatik yapısının bozulmaması için) Özdemir Nutku, “Meddahlık ve Meddah Hikayaleri” kitabında Tıfli’nin, dönemin en önemli meddahı olduğunu belirtir. Asıl adı Ahmet’tir. Itri’nin, “Salat-ı Ümmiye”si sünnet törenlerinde bir ritüel olduğu için kullanılmıştır.


Not: Oyun 160 dakika / 2 perdedir.

Not 2: Bahsi geçen oyun, izlediğim 100. Oyundur.

Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

Kösem Sultan hakkında detay için: http://tr.wikipedia.org/wiki/K%C3%B6sem_Sultan


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR






A. TURAN OFLAZOĞLU
(1932 -     )



EGE  KÜÇÜKKİPER

Bozuk Düzenin Bozuk Sesi (Bir Kaymakam Öyküsü): “Teneke” (Ankara DT)




TENEKE

Yaşar Kemal’in 1955’de roman olarak yazdığı, ardından tiyatroya uyarladığı, ilk kez 1966’da Engin Cezzar – Gülriz Sururi tarafından sahnelenen, 1979’da ise İzmir Devlet Tiyatrosu repertuarına katılan “Teneke”, bu sezon (2013-2014) Ankara DT’da seyircisiyle buluşuyor. Yazarın diğer eserleri gibi Çukurova’yı mekan seçen oyun, tipik bir anadolu sorununu ele alıyor. Yazıldığı günden bugüne güncelliğini (yine ne yazık ki demek durumundayım) yitirmeyen metin, yüzyıllar boyu süregelen “ağa” egemenliğini çarpıcı bir dille izleyicisine sunuyor.

Bir su düşünün… Çeltik tarlalarından, evlerin içine kadar gelen bir su… Çocukların sıtmaya yakalanıp, can verdikleri bir su...  Sivrisineklerin eksik olmayacağı bir su… Hoşunuza gitmedi değil mi? Aynı suyu tekrar düşünün… Ağaların, ceplerini doldurabilecekleri bir su… Suyun başındakileri memnun edecek bir su… Bozuk düzenin devamlılığını sağlayacak bir su… Kısacası her koşulda hoşunuza gitmeyecek bir su…

Bir sistem eleştirisi olan metin, tahsilli, kibar ve efendi olarak sunduğu Kaymakam karakterini, cahil, kaba ve zorba ağaların elinde kukla olarak oynatarak, bu düzende (düzensizlikte), okumanın ve diyalog kurmanın bir öneminin olmadığının üstüne basıyor. Ve iki kutup arasındaki dil farklılığını ön plana çıkarıyor. Tüm bunları yaparken, kişiyi sistemin bir parçası haline dönüştürmeyerek, mücadeleci ruhundan taviz vermiyor. Birey üzerinden hareketle şekillenen oyun, “bir mermi beş kuruş” cümlesini sıkça yineleyerek, insan yaşamının ucuzluğuna değinirken, aynı zamanda paranın en güçlü meta oluşunun altını ince ince çiziyor.

Eser, çıkarları doğrultusunda devletini baştacı edenlerin, tersi bir durumda aynı devleti reddedip, ülkesindeki refahın mimarı olarak kendilerine pay biçenlerin, çift yönlü bir politikanın ürünü olduklarını hicvederken, insanın mı devlet için, yoksa devletin mi insan için olduğu sorusunu akıllara getiriyor. Sistemin değişip, değişmeyeceğinin de cevabını arayan oyun, ağa çokluğunu baz alarak, çok başlı devlet sistemine vurgu yapıyor. Ayrıca, başından beri gücü ve baskıyı (şantaj, tehdit, silah vb. şeylerle) elinde bulunduran “erkeğin”, zorluklar karşısında boyun eğerek, yerini “Anadolu kadını”na bırakması da, her koşulda korkusuzca şekillenen kadının rolünü bir kez daha gözler önüne seriyor.

Yaşar Kemal, yapıtlarında yer vermekten vazgeçemediği Kürt karakterlerine, bu yapıtında da, “kahraman” ve “kurtarıcı” rollerini giydiriyor. (Kendisi de Kürt asıllıdır) Köyün tüm erkekleri bozuk düzene baş kaldıramazken, Kürt Mehmet Ali’nin, silahını kuşanması bu duruma bir örnek teşkil ediyor. Ediyor etmesine fakat kahramanlık elbisesini kuşanan kişinin, (M.Ali) başkalarının katili olarak bu sıfatı hak ettiğini gördüğümde, ister istemez şu sorular kafamı kurcalıyor. Bir katili ortadan kaldırmak için, umudu başka bir “kurtarıcıya” bağlamak ne kadar doğru? Sorunlu olan bir düzenin, çözümünü bu yolla aramak ne derece masum?

“Şimdi anlatacağımız hikaye, başka yerde, başka insanların başına gelmekte.” cümlesinden yola çıkılarak kurgulanan eser, tayini Çukurova’ya çıkmış, saf bir Kaymakamın, Çukurova’nın ağa”lar”ına karşı verdiği mücadeleyi konu alarak, değişmeyen ve değişmeyecek olan düzenin haberciliğini yapıyor. Bu haberin manşetini de şöyle atıyor: “Bir ağa gelir, bir ağa gider, bu düzen (!) de böyle devam eder…”

REJİ

Aynı masanın iki farklı kişiye hizmet etmesi (Kaymakama ve ağalara), “alet etmeye” ve “bulaştırmaya” yönelik tutumlara emsal oluştururken, Kaymakamın ayakta, ağaların oturur vaziyette konumlanışı, bu işlerde makamın bir öneminin olmadığını göstermiş. Yapılan tehdit ve şantajların, toprak üstünde sergilenmesi, ulaşılmak istenen hedefi açıkça belirtmiş. Çanta ve fincan metaforlarının, ter kurgu mantığı baz alınarak aktarılması merak duygusunu ön plana çıkarırken, anlatıcı yolunun tercih edilmesi, metnin sahip olduğu hikaye formuna katkı yapmış. Saç yıkama sahnesi, olayın “gerçekliğini” gözler önüne sererken, çantanın açılır pozisyondaki durumu “oynatılmışlık” duygusunu vermeyi başarmış. Gürol Tonbul’u, bu harika rejisinden dolayı kutlarım.

DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK

Evlerin taştan, merdivenlerin dışardan, damın ise düzlükten meydana gelişi, has Çukurova yapısını hissettirirken, fondaki çeltikler anlatımı güçlendirmiş. Ayrıca boyutlarının normalden büyük oluşu, ironiyi arttırarak, kavganın küçüklüğüne göz kırpmış. Tempolu sahnelerde giderek kırmızıya bürünen fon, gelecek olan hadiseyi haber verirken, zamansallığı yakalayabilmiş. Fakat gündüz sahnelerinde fonun, sarı yerine Çukurova’nın kavurucu güneşine uyum sağlayan turuncu olmasını isterdim. Tayfun Çebi’ye teşekkürler…

Funda Çebi imzalı kostümler, yörenin giyim tarzını betimlerken, kişilerin üstlerinden sarkan çaputlar, bir “dilek” içinde oldukları mesajını vermiş. Bu arada patır patır karakterinin başına bir takke geçirilmesi çok daha iyi olurdu. Anlatıcıya uygun sahne ışığının yanı sıra, detay aydınlatması da (pencereden sızanlar) başarılı olan tasarımın yaratıcısı Zeynel Işık, kavga sahnelerinde duvara yansıttığı gölgelerle beni hayal kırıklığına uğrattı. Keşke karakterler sabit olsaydı da, aralarındaki mesafe ile yansıtılan gölgedeki “büyük” (ezen), “küçük” (ezilen) ayrımı yapılabilseydi. Oyun boyunca duyulan müzik, bu adaletsiz düzene yakılan bir ağıt niteliğinde karşımıza çıkarken, davul ve sazın canlı olarak dinletimi ise Anadolunun ruhumuzda yeşerttiği değerler bütününü sembolize etmiş.

OYUNCULUKLAR

Nusret Şenay, hem neşeli hem hüzünlü halleriyle, ses tonu ve beden dilini kullanımıyla oyunun yıldızıydı. Şahin Ergüney, tutumlu ve kibar oyunculuğunun yanı sıra haksızlığa tahammül edemeyişini, içten içe seyirciye aktardı. Osman Nuri Ercan, rolünün hakkını tam olarak verirken, gerek şivesi gerek tiplemesiyle alkışı çoktan hak etti. Bahadır Karasu, seyirciye nefes aldıran, komedi unsurunu pekiştiren oyunculuğuyla kalpleri feth etti. Leyla Aykan, Anadolu kadının gücünü ve rolünü başarıyla üstlenerek hafızalara kazındı. Alpay Ulusoy, Kaymakam karakterini içine sindirerek, gidişata göre değişen durumunu izleyiciye verebildi. Ve Çetin Azer Aras, söylenecek hiçbir söz yok. Yaşadı, oynadı, bütünleşti.

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…


Not: Oyun 160 dakika / 2 perdedir. Kuru-sıkı silah patlamaktadır.
Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr



OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR






YAŞAR KEMAL
(1923 -     )


EGE KÜÇÜKKİPER

23 Ekim 2013 Çarşamba

Düşüncelerimizin Vazgeçilmezleri: “Aklımdaki Kadınlar” (Ankara DT)




AKLIMDAKİ KADINLAR

Neil Simon’un 1992 yılında yazdığı, Gleen Jordan’ın televizyon filmi olarak beyaz cama aktardığı (1996), ilk kez bu yıl Ankara Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenen “Aklımdaki Kadınlar”, yazarın diğer oyunları gibi hem hüznü hem de komediyi birarada barındırıyor. Orijinal adı “Jake’in Kadınları” olan oyun, uyarlama ismiyle, bütününe daha fazla uyum sağlamış. Ayrıca Neil Simon imzalı “Aşka 103 Adım” Tiyatrokare, “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum” ise İBBŞT tarafından sahnelenmekte.

Nevrotik (Kişilik bozukluğu) yazarımız Jake’in, eşleriyle (İlk eşi vefat etmiş), çocuklarıyla, kız kardeşiyle, psikoloğuyla ve metresiyle zihninde yaşadığı maceraların anlatıldığı oyun, geçmişin bugüne, bugünün yarına olan etkisini kurgulamakta son derece başarılı. İlk bakışta “kadın” temalı görünen metin, altında yarattığı derinlikle, “sevgi”nin ve “affın” hayatımızdaki en güçlü duygular olduğuna vurgu yaparken, (Yeti de diyebiliriz, çünkü bazılarımızda yok!) kurtuluşun insanın içinde olduğuna, üstesinden gelmemiz gereken her şeyin ancak bu yoldan geçtiğine ve değerlerimizin daha olumlu şartlar altında şekillenmesinde birer araç olarak gösterilmekte. Aynı zaman da insan yaşamında yeniliğin önemli bir yeri olduğuna dikkat çeken eser, evlilik ve aile ilişkilerinin kişi üzerindeki etkisi hakkında hayati sorunları ele almakta.

Metin, fantastik tarzı akıllara getirirken, karakterler arasındaki bağı sıkıca örmekte. Hatta sahnede görmediğimiz fakat yazarın, aklından sürekli geçirdiği “anne” figürünün, yaşadığı rahatsızlığa etken olarak gösterilmesi, ebeveyn ilişkilerine dikkat çekmekte. Kaybettiği eşinin varlığı geçmişe olan özlemi dile getirirken, aynı anda iki kadını idare etmesi ise, anın mutsuzluğunu, yarının kaygısını taşımakta. Anne ile kızın buluşması, iki zamanı ortak bir paydada buluştururken, asıl meselenin “anı yaşamak” olduğunu gözler önüne sermekte. Erkekler konusunda sıkıntısı olmayan yazarın tek sorunu aklındaki kadınlar olsa da, “baba”sının zihnini kurcalaması her şeyin göründüğü kadar basit olmadığını kanıtlamakta. Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği oyun, karşılıklı saygı ve hoşgörünün egemen olması halinde hayatın dolu ve güzel olabileceğini naif bir dille anlatmakta.

DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK

Melih Karakurt, yazarı, yüksekte konumlandırarak, hem yaratım gücüne (zihinsel olarak) sahip olduğunu hem de varmak istediği yer ile mesafesini, “otorite” kavramını da göz önünde bulundurarak yansıtmış. Kapıların sadece kirişten meydana gelişi ve fonda sallanan çizgisel perdeler boşluk duygusunu vermeye yetmiş. Sahne üç ayrı bölüme ayrılarak, karakterin içinde bulunduğu durum (Nevrotikliği) aşama aşama kaydedilmiş. Ve modern ile klasik harmanlanarak, tıpkı zamansal formların birlikteliği gibi eski-yeni çağrışımı yakalanmış. 

Kostümler modern ve şık. Yazar karakterinin kostümü şal ve gözlük gibi nesnelerle daha entellektüel hale getirilebilirdi. Fakat klasik anlatının dışında yapılanması daha doğal sonuçlar doğurduğunu düşünüyorum. Psikiyatr, leopar deseniyle cinsellik arzusunu belirtirken, olağan kostümüyle mesleğini aktarabilmiş. Molly’nin hem çocuksu hem olgun halleri kostümlerle betimlenirken, annesi ile aynı ceketi giymesi, aralarındaki bağı desteklemiş. Julie’nin canlı renkler tercih etmemesi geçmişi daha iyi yansıtırken, kaldığı noktadan devam edişini (özellikle başındaki band ile) özetlemiş.

Maggie’nin yenilik arayışı, sıkça kostüm değişikliğiyle anlatımı kuvvetlendirirken, koyu renk tercih edişi olgun ve tecrübeli oluşunu göstermiş.  Shelie için de hemen hemen aynı şeyleri söyleyebilirim. Ek olarak, elbisesi kariyer sahibi bir iş kadını olduğunu söylese de (ceketli), her şeyden önce kadınlık içgüdülerinin olduğunu temsil etmiş. (ceketsiz) Karen ise, yazarın zihnindeki algıya uyum sağlamış. Ayrıca kendi haline bırakıldığında oldukça sade ve mütevazı kostümüyle yalnızlığını seyirciye geçirebilmiş. Fatma Sarıkurt’u kutlarım.

Işığın sahneyi bölüm bölüm aydınlatması, (yani sadece olayın geçtiği yerin aydınlatımı) yine nevrotikliğe bir bakış açısı hazırlamış. Abajur bize zamanı bildirirken, geçmişin izlerinin taşındığı sahneler karanlık bir ortamda sunularak anlatıma hizmet etmiş. Son kısımda koltukların tekli aydınlatılması, her karaktere bir selam çakarken, yok oluşun (hastalıktan kurtuluşun) sembolü niteliğinde karşımıza çıkmış. Zeynel Işık’a teşekkürler. Müzikler ise “an” odaklı ve oyunun her iki türüne (dram ve komedi) uygun bir biçimde tasarlanmış.

ÖNEMLİ NOT

İlk kez oyunun en önemli öğesi olan “REJİ”yi değerlendiremiyorum. Çünkü yok! “Sen şurada dur”, “sen şu lafı söyle”, “sen de şuradan gir” cümlelerinin gezindiği bir atmosfer olduğu çok belli. Söyleyebileceğim tek şey, karakterler de bölümlere göre ayrılıp, birbirlerinin kısımlarına müdahale etmeselerdi, hastalığın seyri daha net anlaşılabilirdi. Reji: Sinan Pekinton.

OYUNCULUKLAR

Levent Şenbay, Zeynep Ekin Öner, Ekin Tunçay Turan, Alev Buharalı, Pınar Gün, Dilara Keyf Günüç, Özge Mirzali ve Zeynep Bostancı’dan oluşan kadro, sıcaklığı, doğallığı, karakteri yaşayışı, dinamizmi ve ekip ruhu ile oyunun üstesinden gelerek, bizlere keyifli dakikalar yaşatıyor. Oyunun başrolü yazar (Jack) gibi anlaşılsa da, her karakterin eşit durumda olduğunu dipnot olarak açıklamalıyım. Bu arada yazmadan geçemeyeceğim. Bir ara her şeyi bırakıp Zeynep Ekin Öner’in ses tonuna kitlendim. Sabaha kadar konuşsa dinlerim, o derece! Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…

Not: Oyun 135 dakika / 2 perdedir.
Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR  






NEİL SİMON
(1927 -     )


EGE KÜÇÜKKİPER


22 Ekim 2013 Salı

Koruyucu Kalkanı ‘Sevgi’ Olan Bir Cadı: “Dolores Claiborne” (Ankara DT)




DOLORES CLAİBORNE

Korku denince akla ilk gelen isimlerden biri olan, tüm kitapları satış rekorları kırıp, onlarca dile çevrilen, hemen hemen her eseri beyazperdeye aktarılan, ünlü yazar Stephen King’in 1992’de yazdığı bu eser, şu sıralar tiyatro sahnesinde izleyiciyi selamlamakta. Daha önce (1995) Taylor Hackford yönetmenliğinde sinemaya uyarlanan roman, J.D. McClatchy tarafından  opera formuna dönüştürülmüş. Romanın oyunlaştırılmasında gözümüze çarpan isimse, David Joss Buckley. Açıkçası, oyunlaştıranın yabancı olduğunu öğrendiğimde, esere daha sadık kalacağını düşünmüştüm. Malum biz türkler uyarlama konusunda pek iyi değiliz. Tabii romanı birebir yansıtmakla da iyi olunmuyor. Önemli olan sağlam bir temele oturtarak, özünü ve cismini yakalayabilmek. Şunu söylemeden yapamayacağım. Bu oyundan sonra, bir kez daha Stephen King’in “toplumsal” bir yazar olduğunu anladım.

Dolores’in, dayakçı, sarhoş ve sapık kocası Joe, şiddetle dolu bir evde yaşamını idame ettirmeye çalışan, akla hayale gelmeyecek kötülüklere maruz kalan kızı Selena, yaşadığı olaylar sonucu kendisine bir o kadar yakın hissettiği, çalıştığı evin hanımı Vera ve yirmi yıl önceki davayı tekrar açan polis dedektifi Thibodeau. Her ne kadar birbirlerinden bağımsızlarmış gibi görünseler de aslında durum tam tersi bir noktada. Psikolojik gerilim türüne sahip oyun, Stefan King’in genel tarzından biraz uzakta duruyor. Ayrıca Stefan King, çoğu romanında olduğu gibi Dolores Claiborne’de de, kendi yaşamından bir şeyler katmış. (Alkol sorunu) 

Sosyolojik ve psikolojik öğelerle dolu olan oyunun en belirgin teması “kadın(lık).” Dolores’in, Vera’nın evinde çalışarak kazandığı tüm parayı, kocası Joe kendi hesabına geçiriyor. (Geçirmeye yetkisi yokken) Fakat durumdan haberdar olan Dolores, kendi parasını tekrar kendi hesabına geçiremiyor. Burada erkeğin, kadından daha fazla yaptırım gücünün olduğu ve kontrolü kendi elinde tutabileceği vurgulanmış. Tabii cinsler arasındaki eşitsizliği de unutmamak gerek. Öte yandan kızının, son zamanlarda eve geç gelişini, kocasından yediği dayakları, ve en önemlisi Joe ile Selena’nın ensest ilişkisini kimseye açıklayamayan Dolores, toplum baskısının bir örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Yalnızca toplum baskısı değil, “anne” baskısı da ön planda şekilleniyor. Babası ile yaşadığı durumu annesine açıklamak istemeyen Selena, annesinden utandığı için değil, annesinin onu öldüreceğini düşündüğü ve ondan korktuğu için dile getiremiyor. Bu şekilde düşünmesindeki etken ise babasının ona anlattığı kısmen gerçek ama çoğu yalan ifadeler. Mekansal açıdan değerlendirdiğimizde, kadının dayak yediği ve erkek tarafından baskı gördüğü yerler; ev ya da sorgu odası. Yani erkeğin baskın olduğu yerler. İlerde, Dolores baskın konuma geçse de, genel anlamda bu böyle! Maalesef… Zamansal olarak irdelendiğinde ise, tek günmüş gibi gözükse de geri dönüşler çok sık.

Oyunda açıkça belirtilen bir diğer husus, her şeyden önce kişinin, başkaları yerine kendini düşünmesi ve bu yolda ilerleyerek birtakım değerlerin farkına varması gerektiği. Özellikle de kendinin. Zaman içersinde Vera’nın rehberliğiyle, birey olduğunun bilincine varan Dolores, bunun neticesinde kızına karşı duyduğu koruma içgüdüsü ağırlığından (sevgi) ve tüm parasını üzerine geçirip ona “aptal” muamelesi yapan kocası Joe’dan intikam almaya söz veriyor. Dolores kendini cadı olarak tanımlıyor. Vera’da öyle. Bu nedenle aralarında güçlü bir bağ var. Cadılık, onlara göre birer koruyucu kalkan. “Sonunda bu dünyaya dayanabilenler de en esaslı cadılar oluyor.” cümlesinin durumu özetlediğine eminim. Kadının dışlandığı, hor görüldüğü, değersiz ve itibarsızlaştırıldığı ülkelerde galiba “cadı” olabilmek tek kurtuluş yolu! Ne yazık ki…  

Seneler önce bir kazada hayatını kaybeden eşi için şöyle diyor Vera: “Erkekler bazen kazalara kurban giderler ve tüm paraları karılarına kalır.” İşte tam da bu cümle Dolores’e yol gösteriyor. Dışardan gelebilecek tehlikelere karşı bir dayanışma sergileyen Vera ve Dolores, farklı yaşlardaki iki kadının birlik olduğunda neler yapabileceğini ispatlıyor. Yazar, başından beri “ezik” bir tutum içerisine soktuğu kadınını, son derece “feminist” bir bakış açısıyla yeni bir kılıfta sunuyor. Egemen olan erkeği, güçsüz olarak nitelendirdiği kadın ortadan kaldırmayı başarıyor. Her şey, herkesin o gün beklediği “tutulma”da gerçekleşiyor. Ada halkının tamamı tutulmayı izlerken, Dolores planını uygulamaya koyuyor. Planını başarıyla gerçekleştirdiğinde ise hiç ummadığı bir olay başına yeni bir dert açıyor.

Ve ağzından şu cümleler dökülüyor: “Ne yaptıysam sevgi için yaptım. Dünyada en güçlü aynı zamanda en önemli sevgi, bir annenin evladına duyduğu sevgidir. Bundan ötesi yok.”

REJİ VE UYARLAMA

Hakan Çimenser, rejisör koltuğunda, elinden geleni yapmışa benziyor. Oyunun ana katmanı olan geriye gönüş, sahnenin döner platform oluşuyla anlam kazanmış. Karakterlerin biri girip, diğer çıkarken, adeta hayal dünyanızın kapılarını aralıyorlar. “Yaşadıklarım aklımdan film şeridi gibi geçti” cümlesine uyum sağlayan bir dekor anlayışı ve uygulanışı var. Kurgu mantığı romandakinden farklı olarak seyirciyi şaşırtmak ve sürekli merak duygusunu ön planda tutmak için özel bir biçimde oluşturulmuş. Her şeyi başından bilmemiz, etki yaratım sürecinde bizlere ve oyuna bir şey kazandırmazdı. Dedektifin, olan biteni dışardan izlemesi ve zaman zaman konuya dahil olması, hem seyirciyi oyuna dahil etmiş hem de sorgulayıcı bir ortam yaratmış. Oyun boyunca, dedektif = seyirci olarak gösterilmiş. Dolores ise anlatıcı rolünde. Tıpkı romanda olduğu gibi. Dedektife benzer bir amaç üstlense de, seyircinin dikkatini çekmeyi başarmış.

Sahnenin altlı üstlü kullanılışı, Dolores ile Selena’nın birbirine olan mesafesini vurgularken, dedektifin olay yerinde gezinip, daha sonrası için ipuçları vermesine yaramış. Keza doruk noktası üst kısımda ve akıllıca yaratılmış. Gözleri yormadığını da belirtmeliyim. Gelelim bizleri başından beri ablukası altına alan barkovizyona. İlk sahnedeki görüntü, Dolores’in sıkışmışlık duygusunu vermekte başarılı fakat Joe’nun barkovizyon görüntülerini görmesek daha iyi olurdu. Bilinmezliğin, gerilimi ve dikkati daha da arttıracağını düşünüyorum. Bu arada barkovizyonun mekan tanıtımı yapması “olmasa da olurdu” diyeceğim cinsten.

DEKOR – KOSTÜM – IŞIK – MÜZİK

Yıpranmış bir tahta masa ve sallanan sandalye, gerilim türüne bağlı olarak “teksas” filmlerini aratmayan türden. Görsellik, kullandığı malzeme ve aksesuarlarla, akıllarda psikolojik etkiyi yaratmayı becermiş. Vera’nın koltuğunun kırmızı oluşu şehvetini, nevresimin beyaz oluşuysa her şeye rağmen içinde barındırdığı iyiliğini, aynı zamanda da uzun süredir cinsel bir deneyim yaşamadığını anlatmaya yetmiş. Tabii bütün bunlar karakterin özellikleriyle ilişikli. Dekorun siyah oluşu karakterlerin karamsarlık içinde olduğunu betimlerken, fon, zamanı anlamamıza yardımcı olmuş. (Gece – gündüz) Ali Cem Köroğlu’nu kutlarım.

Kostümler Ceren Karahan imzalı. Vera’nın şık ve sürekli elbise değiştirmesi, zenginliğini, son sahnede geceliğinin beyaz oluşu ise az sonra yaşananlara ithafen “kefen”i akıllara getirmiş. Selena’nın değişim süreci tamamen kostümün başarısı. Dolores’in kırmızı, kadife ve şuh elbisenin üstüne günlük kıyafetlerini giymesi ve bir anda tekrar eski haline dönüşü, ruh halinin çabukluğunu yansıtmış. Dedektif ise, konuşmasa bile dedektif. Kostüm her şeyi açıklamış. Joe, salaş giyinişiyle umursamaz ve serseri oluşunu göstermiş.

Işık tasarımı, oyunun genel ruh haline çok uygun. Sürprizlerle dolu sahnelerde nesnelerin görünmemesi ve birden aydınlığa çıkışları gerilimi arttırırken, sorgu sahnelerinin fazla aydınlık oluşu tersi bir etki yaratmış. Derinliği olan karakterlere derinlemesine nüfuz eden bir ışık uygulanarak, hissiyatları daha güçlü aktarılmış. Şükrü Kırımoğlu’na teşekkürler. Başlangıç müziği, “hüzünlü bir hikaye anlatacağım sana” cümlesini vurgularken, film jeneriği tarzına da göz kırpmış. Genel müzikler gerilimiyle, sahne geçişleri ve hızlandırılmış olaylar bütünü ise, eğlenceli melodileriyle oyunun amacına ulaşmasını sağlamış. Efektler, gelen aksiyonun habercisi niteliğinde istenileni yapmış. Ayrıca vapur ve yağmur efektleri çok sahiciydi.

OYUNCULUKLAR

Fulya Koçak (Dolores), olağanüstü bir performans sergileyerek, Dolores’in hissettiği duyguları en ince noktasına kadar sahneye taşımayı başardı. Tolga Tuncer (Joe), yazımın başında tarif ettiğim gibi serseri, ayyaş, umursamaz ve saplantılı oluşunu tüm doğallığıyla seyirciye geçirebildi. Deniz Gökçe Kayhan (Selena), hem bunalımlı, ergen genç kız, hemde vakur tipini canlandırmakta ustaca. Tolga Çiftçi (Dedektif) etkileyici ses tonu ve rahat tavırlarıyla, klasik dedektif tipini hakkıyla oynadı. Ve Serap Sağlar (Vera), oyunun komedi unsurlarıyla seyirciye nefes aldırarak, gerek ses tonu, gerek iniş-çıkışları, gerekse hastalık zamanlarındaki beden dilini kullanmasıyla alkışı hak etti. Bana göre oyunun yıldızıydı.

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…

ROMANDA VAR, OYUNDA YOK

Bir postacı var ve olayların şahidi olarak büyük bir rol oynamakta.
Sorgu sırasında sadece Polis dedektifi değil bir de adli tıp uzmanı var.
Kurgu sıralamasında ilk önce Dolores’in itirafları var. Oyunda sona saklanmış. Biz roman boyunca neden (?) olduğuyla ilgileniyoruz.  
Romanda birtakım neslerin ileriye yönelik işlevlerinden bahsediliyor. Fakat bunlar oyunun ana hatlarını oluşturduğu için söylenmeden sürpriz bir şekilde gösteriliyor.
Dolores, kaçıp giden kızı hakkında bilgi sahibi. Fakat oyunda değil.
Olaylar gazete yazılarıyla öğreniliyor. Oyunda ise ana haber mantığı kullanılmış.
Selena’nın cinsel yönleri, oyuna göre daha ağır basmakta.
Dolores’in annesinin, babasına uyguladığı şiddet oyun boyunca bahsedilmemekte.


Not: Oyun 135 dakika / 2 perdedir. 13+

Detaylı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

2012-2013 Sanat Kurulu Övgüye Değer Kadın Oyuncu Ödülü: Deniz Gökçe Kayhan
2012-2013 Tiyatro Eleştirmenler Derneği Yılın Kadın Oyuncusu Ödülü: Fulya Koçak




OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR






FİLM VERSİYONU
(1995)



STEPHEN KING
(1947 -     )


EGE KÜÇÜKKİPER