25 Nisan 2016 Pazartesi

Öyleyse Neden Haldun Taner? : 'Ayışığında Şamata' (İBBŞT)


1. BÖLÜM : 'SİZE GIPTA EDİYORUM'

Haldun Taner'in 1954 tarihli 'Ayışığında Çalışkur' öyküsünden, 1977'de oyunlaştırdığı Ayışığında Şamata, sezonun kapanmasına iki hafta kala, İ.B.B. Şehir Tiyatroları'nda seyirci ile buluştu. Haldun Taner benim için çok değerli bir yazar. Geçtiğimiz yıl, kendisini, 100. yaşı nedeniyle, çeşitli etkinlikler ve oyunlarla yâd ettik. Üstüme vazife olduğu gibi adına düzenlenen sempozyum ve panellere katıldım, oyunlarını izledim, öykülerini okudum, düşüncelerimi de yazdım. Haldun Taner tiyatrosu, kapalı biçim, açık biçim ve kabare oyunları olarak üç bölüme ayrılıyor. Ayışığında Şamata, yazarın, açık biçim türünün özelliklerini taşıdığı oyunları arasında. Sahnelenen oyunlarına baktığım zaman hepsinin bu türe ait yapıtlar olduğunu görüyorum. Haldun Taner, tıpkı kullandığı biçim gibi, sözünü 'açıkça' söyleyen bir yazar. Söylemi ironik ve derin. Tüm bu sözünü esirgememe durumuna rağmen, kırıcılıktan son derece uzak, nazik ve kadirşinas bir beyefendi. Bu ölçüyü herkesin tutturması pek de mümkün değil. Günün Adamı ve Eşeğin Gölgesi adlı eserleri, söylemsel olarak kabare oyunlarına çok yakın. Yani hicvi politikaya dayalı. Nadiren sahnelenmesinin sebebi de galiba bu. Demek ki Haldun Taner aynı zamanda cesur ve duyarlı bir kalem. Katıldığım sempozyumda Haldun Taner öykücü mü yoksa oyun yazarı mı sorusuna yanıt arayan bir tartışmaya tanık oldum. Nihayetinde öykücülüğü daha çok seviyordu ama şimdi oyun yazarı olarak tanınıyor gibi bir neticeye varıldı. Buradan hareketle, Haldun Taner'in 'çok yönlü bir kimse' olduğu da, benim vardığım bir sonuç. Haldun Bey, tüm bunların haricinde elbette oyunları yurt dışında sahnelenmiş, üniversitelerde dersler vermiş, değeri bilinen, tanınan, sevilen ve sayılan bir sanat adamı. Burada hasbelkader Haldun Bey'i anlatırken, dün rast geldiğim bir iletiyi de paylaşmak istiyorum. (Bu iletiyi yazan bir tiyatrocu) : "Kadıköy iskelesinde genç sevgililer, birbirini uğurluyor, öpüşüyor. Güvenlik, burası 'kamu alanı' öpemezsin diyor. Ardına ne yazsam boş kalıyor." Ardını ben doldurmak isterim. Kadıköy iskelesinin güvenlik görevlisi, Ayışığında Şamata'nın bekçisi Zülfikar, öpüşen iki genç ise oyunun Melahat'ı ve Nuri'si. Değişen hiçbir şey yok. Diyebilirim ki, Haldun Bey'in kendi izlenimlerini yazdığı ilk perde, hâlâ bir Türkiye panoraması. Bu panorama, Haldun Taner'in eskimeyecek ve her daim diri kalacak bir yazar oluşunun da kanıtı. O halde size gıpta edilmez de ne yapılır hocam? Evet, size gıpta ediyorum...

Ayışığında Şamata, öykü versiyonu olan Ayışığında Çalışkur'dan bazı yönleriyle benzer, bazı yönleriyle de ayrı. Kimi olaylar oyunda olup, öyküde yok, kimi karakterler (birçoğunun isimleri de farklı) ise öyküde olup, oyunda. Kiminin de mesleği farklı. Lakin iletmek istediği mesaj ortak. Oyun, öyküye göre daha geniş bir anlatıma ve uzunluğa sahip. Ben yine de bazı noktaların aydınlığa çıkabilmesi adına öyküyü okumanızı salık veririm. Ayışığında Şamata, burjuva sınıfını, ahlak değerlerini, maddiyata tapınmayı, maneviyatı boş vermeyi, gençliğin izlediği yolu, aile kurumunun çürümüşlüğünü, kısacası dejenere olmuş bir toplumu, çeşitli sınıflara mensup kişilerin oluşturduğu, Çalışkur adındaki beş katlı bir apartmandan eleştiren, tersinlemeler ile dolu (apartmanın adı buna en iyi örnek) iki perdelik bir oyun. Bir başka deyişle, küçücük bir semtten yansıyan, kocaman bir ülke. Ben, Sen, O'dan, Biz, Siz, Onlar'a uzanan bir yelpaze. 

Ayşegül Yüksel, 'Haldun Taner Tiyatrosu' adını verdiği çalışmasında, Ayışığında Şamata için şöyle diyor: "Oyunun iletisini, birinci ve ikinci perdede yer alan kişiler ve onların başına gelenler değil, aynı kişilerin ve olayların birbirine karşıt olarak biçimlendirildiği, iki perde arasındaki çelişki oluşturmaktadır. Taner, oyunun ilk perdesini, orta sınıf değerlerini hep geçerli kılan, 'pembe gözlükler' arkasından izlemeye alıştırılmış seyircinin seçimleri doğrultusunda yeniden yazarken, ilk perdeyle oluşan karşıtlığın doğal güldürücülüğünü, özellikle dil kullanımında yaptığı değişiklikler ile destekleyerek, ikinci perdenin baştan sona 'mantıksız' ve 'gerçek dışı' görünmesini sağlamıştır." 

ARA BÖLÜM : 'İTİRAZIM VAR!'

İtirazım var! Oyunu durdurun! Yaptıklarınızdan hiçbir şey anlamadım. Haldun Taner'i niçin böyle yorumladığınıza bir mana veremedim. O bölümü (Özcan-Ömer-Özer) neden oyundan çıkardınız? Yoksa size çok mu açık geldi? Soruyorum size sayın rejisör, niçin bu oyunda, yukarıda anlattığım gibi bir Haldun Taner göremedim? Daha doğrusu, neden Haldun Taner'in ruhunu ve gücünü hissedemedim? Olur mu böyle şey? Ne yani, benim yukarıda yazdıklarım yalan mı? Haldun Taner'i yanlış mı tanıyorum? Öyküyü ve oyunu hiçbir şey anlamadan mı okudum? Benim, size ikinci bir hak tanıma gibi bir imkanım ne yazık ki yok. Neden mi bu şekilde serzenişler ve itirazlarda bulunuyorum? Tüm bunların yanıtı bir sonraki bölümde. 

2. BÖLÜM : 'SİZE ACIYORUM'

Oyunun yönetmeni Naşit Özcan'ın, reji dokunuşları bir hayli yoğun. Bir yerden başlamak lazım. Ben öncelikle, yukarıda sorduğum bir soru ile açılışı yapmak niyetindeyim. Fizik öğrencileri olan Özcan, Ömer ve Özer arkadaşların yer aldığı sahnenin 'oyun müstehcendir' damgası yememek için çıkarıldığını düşünüyorum. Yanlış düşünüyor da olabilirim fakat unutulmamalı ki Cibali Karakolu'ndaki 'Orospu' rolünün oyundan atılması, Beyaz Masa'ya edilen bir seyirci şikayeti sonucu oldu. Benim de çıkarılmasına itirazım var. Sanırım bu durumda Haldun Bey'in anlatmak istediği bir gençlik meselesinin, heba oluşunun üzerine bir bardak soğuk su içmem gerekiyor. Benim suyum yazmak. Yazdıkça susuyorum. Bir başka budayış örneği de 'epilog' kısmı. Olmayışı muallak. Hikayeden oyunlaştırılan bir eserde, seyirci hikayenin devamını / sonunu merak edecektir. Bu bitiş sanki biraz havada. 

Oyunun açık biçim olduğunu söylemiştim. Haldun Taner, epik tiyatronun en önemli isimlerinden biri. Epik tiyatro, yabancılaştırma olmadan olmaz. Bu yabancılaştırma kimi zaman efekt kimi zaman da bir anlatıcı yardımıyla yapılır. 'Bu bir oyundur' izlenimi vermesi ise seyirciye belirli bir mesafe koyar ve düşündürmeyi sağlar. Ayışığında Şamata'da hepsi var. Zaten Haldun Bey'de "...teknisyenler dekorları yerleştirmektedir. Anlatan, son aksesuar kontrolünü yapar." açıklaması ile, 'oyun' algısını en başından ifade etmiş. Fakat rejisörün ayı devamlı oynatması hatta zıplatarak güldürmesi bence bir yabancılaştırma değil, sululaştırma örneği. 'Seyirci ne yaparsak güler?' sorusuna yanıt olarak, böylesine uygulamalar yerine Haldun Bey'in alaycı dilini öne çıkarmayı denemeliydiniz. Anlatıcı, oyuna dışarıdan bakan bir gözden ziyade, oyunun içine giren bir oyun kişisi olma yolunda. Haliyle seyirci ile oyun arasındaki mesafe uzaklaşacağına, yakınlaşıyor. Bu durum, düşüncenin yerini gülmecenin almasına neden oluyor. Tüm izahlarım sonucunda, Anlatıcı'nın aynı zamanda Mufahham ve televizyon spikeri olmasını sevmedim. Aygen'in de seyirci bölümüne geçmesi bence doğru değil. Bazı oyuncuların birden fazla karakteri canlandırması, epik anlatıma iyi bir emsal. Lakin fazla karikatürize. Arada bir ayrım mutlaka olmalı ama bu derece değil. 

Haldun Taner klasik müziği çok severmiş. Oyunu Ayışığı Sonatı ile başlatmasının bence iki nedeni var. Sevmesi birinci neden. İkincisi ise parça bittiği an seyircinin göreceği Anlatıcı ve ardından gelecek olan Saime ile Zülfikar. Yani klasik (klas) bir ortamdan ışık hızıyla geçilen bir mahalle arası. Bundan güzel bir yadırgatma olamaz. Fakat Naşit Özcan, Ayışığı Sonat'ı için A Capella bir yorumu tercih etmiş. Enstrüman olmadan bu etkinin verilmesi zor. Öte yandan Paşa'nın bir doğum günü partisinde üç heceli formülü olan 'di-sip-lin'i uygulayış biçimi çok basit. (Ama komik!) Metinde yer alan şarkılara ek olarak seçilen parçalar dönem için uygun ama eşleştirilen oyunlar yanlış. Rap tarzı anlatılan bölümü seyirci anladıysa bir mesele teşkil etmiyor. Haldun Bey o kısımda Türkiye'nin durumunu özetliyordu. Rap türün yarı anlaşılır, yarı anlaşılmaz oluşu, gerçekten bir 'özet' niteliğinde. 4 Seyirci'nin yerleşim yerleri güzel. Naşit Özcan'ın reji dokunuşlarını benim yerime Suzan karakteri, 'size acıyorum' diyerek zaten tanımlamış.   

Eylül Gürcan hem sahne hem kostüm tasarımını yapmış. Ben, renkler ile karakterleri bütünleştirebildim. İlk perdede her karakterin ayrı telden çalması (rengarenk kişilikler), dekorun ve kostümlerin renkli oluşu ile açıklayabilirken, ikinci perdede, tüm oyun kişilerinin ya iyi ya da kötü aktarılmasının (ortası yok) siyah - beyaz dekor ve kostümler ile anlatılışını başarılı buldum. İki perdenin zıtlığı ile kapıların açılış yönlerinin tersine dönmesi ve Anlatıcı'nın güncel kostümü, 'oyun eski ama anlattığı bugün' mesajı doğrultusunda iyi fikirler. Pencereli fon ise, metne çok uygun, kutlarım. Özcan Çelik'in ışık tasarımı, ayışığı konsepti için elinden geleni yapıyor. Hatice Yurtduru'nun dramaturjilerini bir türlü beğenemiyorum. Üzgünüm. 

Oyuncular için tek tek bir şey söylemeyeceğim. Hepsini çok beğendim. Gökhan Mete'yi sahnede görmekten memnunum. Sahnede ilk kez izlediğim genç oyuncuları takip etmeye devam edeceğim. Kadroyu yazmadan edemem: Arda Aydın, İbrahim Can, Şevket Avşar, Tuğçe Açıkgöz, Ertan Kılıç, Mehmet Bulduk, Berrin Koper, Ceysu Aygen, Şenay Saçbüker, Emre Narcı, Gökhan Mete, Aziz Sarvan, Gökhan Eğilmezbaş, Derya Çetinel, Savaş Barutçu, Yonca İnal, Samet Hafızloğlu, İbrahim Ulutaş, Özge Midilli, Emrah Can Yaylı, Esra Ede, Ceren Hacımuratoğlu, Özgür Dağ, Nilay Yazıcıoğlu.

BENİM EPİLOĞUM 

Hasılı ey seyirciyi kiram, kötü oyun her zaman cezasını görür.
İyi oyun, önünde sonunda mutlaka mükâfat bulur. 


Notlar;
Oyun 2 perde / 2 saattir.
Fotoğraflar bana aittir.

Kaynak
Oyun metni (Ayışığında Şamata)
Ayışığında Çalışkur  

        




Ege KÜÇÜKKİPER

20 Mart 2016 Pazar

Simgeci Bir Vodvil: 'Üç Nokta' (Ak'la Kara)


Üç Nokta, Kerem Kobanbay'ın yazdığı dördüncü (Herkes Aynı Hayatı Yaşar, Deliler Evi, Arsız Davet) vodvil. Oyun, Tiyatro Ak'la Kara'nın bir prodüksiyonu. Kerem Kobanbay da tiyatronun iki kurucusundan biri. Aynı adı taşıyan bir de dublaj stüdyoları var. Yazar, bünyesinde yer aldığı tiyatronun Sherlock Holmes ve Tom, Dick ve Harry adlı yapımlarında oyuncu, Tanrı ve Pizza Kulesi oyunlarında ise rejisör olarak yer almış. Şu sıralar, Kelebekler Özgürdür'ün yanı sıra Üç Nokta'da, üç farklı rolü oynamakta. Tiyatro Ak'la Kara'nın önünden çok geçtim lakin şimdiye kadar onlara bir fırsat tanımadım. Bunun nedeni, repertuarlarının gişeye (halkın rağbet göstereceği komediye) yönelik oluşu. Bu fazlalık elbette onlar için bir avantaj. Ayrıca, hali hazırda ünlü klasik eser, Cyrano de Bergerac'ı sahnelemekteler. Tür olarak diğerlerinden çok ayrı olmasına karşın, yine de benim için büyük bir soru işareti. Hani derler ya 'Ak mı kara mı şimdi ortaya çıkar' diye. Hislerim tam da bu yönde...

Üç Nokta, biri taksi şoförü, diğeri oyun yazarı, öbürü ise telaşe müdürü olan üçüzlerin, birbirlerinden habersiz çağırdıkları masözün, yayınevi temsilcisinin ve cinayete kurban gitmiş adamın karısının evlerine gelmesiyle, üçüzlerin ve üç ayrı kadının kimlik karmaşasından komedi yaratan, evin temizlikçisi, ona aşık apartman görevlisi, cinayeti işleyen katil ve katilin peşinde olan polisin de olaya katılımıyla, komedi dozunu arttıran keyifli bir vodvil. (Bu tip oyunların konusu ancak bu kadar açıklanır)  

Bir önceki paragraftan da anlaşılacağı gibi oyun, vodvil türünün olmazsa olmazlarını, yani karışıklık, karışıklıktan doğan kaos, yer değiştirme, yerine geçme, odalara tıkılma ve yanlış kapıyı açma gibi unsurları içerisinde barındıran bir 'mikser'. Bu mikserin kimin elinde olduğu sorusuna net bir yanıt vermek zor. Sürekli el değiştirmesi, oyunun da karmaşaya sürüklenmesini (düğüm atılmasını) sağlayan en önemli öğe. Metinde olayın geçtiği yer olarak tiyatro Ak'la Kara'nın adresi verilmiş. Öte yandan oyuncuların ışık odası ile kurdukları irtibat ve oyun asistanının oyuna dahil olması gibi etkenleri de düşündüğümde, yazarın 'burası bir tiyatro ve bu da bir oyun' mantığı ile metni kurguladığı sonucunu çıkarıyorum. Rejisörün yaptırımları da bu doğrultuda. Üçüzlerin haricindeki karakterlerin tümü için kargaşanın çözüme ulaşmasına vesile olacak anahtar, olayın merkezinde. Fakat önünde çözülmeyi bekleyen birden fazla sorun varsa, ana soruna odaklanman güçtür. Çoğu zaman cevaba çok yakınızdır ama bir başka mesele ile karşılaşınca ondan uzaklaşıp, yeni derdimiz ile meşgul oluruz. Kerem Kobanbay'ın yaptığı da bu.

Bu oyunda metin dışındaki her şeyi (ışık, dekor, kostüm, müzik) rejisör Murat Sarı'ya ithafen yazıyorum. Murat Sarı, metindeki kargaşayı 'simgesel' bir biçimde tasarlamış. Bu simgesellik, seyircinin kafasında oluşabilecek karışıklığı önlemek ve üçüzlerin 'birliğini' giderip, onları farklılaştırmak adına olumlu. Simgesellikten kastım, oyun kişilerinin genel olarak mesleki ve karakteristik yapılarına göre kimininkinde Shakespeare ve kuru kafa (oyun yazarlığı), kiminkinde ördek (peltek konuşması), bir başkasınınkinde Robert de Niro (taksi şoförülüğü), diğerlerinikinde ise Heidi (saflığı), Batman (kurtarıcı kapıcı), iyi polis - kötü polis (komiserliği), tiyatro Ak'la Kara amblemi (asistanlığı), arı (çalışkanlığı) gibi görsellerin, kostümlere işlenmiş olması. Mutfak ve banyo kapısı için de aynı şeyi söyleyebilirim. Diğer dört kapının çeşitli simgelerden uzak olması yine belirsizliğin yaratacağı karışıklığa iyi birer destekçi. 

'Renk', simgeden sonra oyunun düğümünü ve çözümünü oluşturan ikinci faktör. Üçüzlerin kostümlerinin renkleri ile tablodakilerin bir olması bu duruma bir örnek. (Tabii diğer karakterler de) Sahnenin dar oluşunun tempoya bir engel teşkil etmediğini görmek beni sevindirdi. Burada 'kaç-kovala'dan ziyade, 'gir-çık' motifinin ön planda olması, durumu kotarıcı. Bazı oyunlarda, olay hızlı ilerlerken birden durur ama bu durdurma rejisör tarafından bilinçli yapılan bir uygulamadır. Hem oyuna farklılık katar hem de seyirciye nefes aldırır. Çok uzun değildir. Oyun aniden tekrar aynı tempoya girer ve sonlanır. Murat Sarı'nın 'dans' sahnesi, az önceki açıklamama bir emsal. Atmosfer değişimi genellikle ışık düzeyinde verilir. Burada da öyle olmuş. 

Dekor: Murathan Yılmaz (daha modern olabilir, çok eski)
Işık: Serpil Coşkun Altuncu (üstüne düşeni yapıyor)
Müzik: Orhan Enes Kuzu (hiç yaratıcı değil)

Bedia Ener'i Asuman Dabak Tiyatrosu'nda çok seyrettim. Kendisini bu tür oyunlarda izlemeye aşinayım. Her zamanki gibi çok başarılı. Kerem Kobanbay, ses ve beden kullanımıyla, üç 'farklı' üçüz olmakta fazlasıyla iyi. Buket Dereoğlu inandırıcı bir sarhoş. Levent Ünsal, 'espri nasıl satılır' dersi veren bir aktör. Devrim Atmaca, korkutmak ile güldürmenin ayarını dengeleyen bir aktris. Nazlı Kar, biraz hızlı oynuyor ama bu kadronun uyumunu bozmuyor. Vural Buldu, iki farklı kişiliği aynı potada eritebilen bir oyuncu. Ahmet Taşdemir ise, hepimizin kurtulmak isteyeceği bir anti-tipte, çok sempatik. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...

Ben genelde metni okuduktan sonra sahnede gördüğüme pek gülmem. Üç Nokta, buna rağmen beni güldüren bir oyun oldu. Herkesin görmesini ve doya doya gülmesini isterim...


Notlar;
Oyun 2 perde / 2 saattir.
Fotoğraf bana aittir.

Kaynak
Oyun metni (Üç Nokta)
Oyun broşürü



Ege KÜÇÜKKİPER

17 Mart 2016 Perşembe

Matematiksel Bir İş : 'Oyunun Oyunu' (İBBŞT)


Michael Frayn'ın 1982 yılında yazdığı Oyunun Oyunu, yazarın dünya çapında bir üne kavuşmasını sağlayan ve en çok sahnelenen eseri. Ülkemizde, genellikle Ray Cooney'in fars türündeki yapıtları oynanır. Halkımız Ray Cooney sayesinde bu türü sevmiş ve benimsemiştir. Fars bir matematik işidir ve çözümsüz soru üretmez. Tıkanan her yol mutlaka açılır ve bir mantık çerçevesine oturtulur. Çözüm elbette finaldedir ve finale kadar atılan düğümler, oyunun kargaşasını oluşturarak, komediyi ön plana çıkarır. Yukarıdaki unsurlar her iki yazarın da, eserlerinde mevcut. Fakat bana göre Michael Frayn'ın matematiği, Ray Conney'inkinden çok daha iyi. Michael Frayn'ın, yarattığı 'hareket' sadece kaçıp, kovalamaya dair olmamakla birlikte, temel bir sorunu sahneye taşıma özelliğini içeren bir yapıda. Bu temel sorun, oyuncu, asistan, işçi ve rejisörlerin, bir oyunu ortaya çıkarabilmek adına yaşadıkları sancılı sürecin (prova sürecini), seyirci ile paylaşılması. Michael Frayn, prova-oyun-turne üçlemesini kurgularken, metnine 'prova havası' vermeyen usta bir yazar. Ali Gökmen Altuğ'un rejisi için de aynı şeyi rahatlıkla söyleyebilirim.

Rejisörün, oyunun matematiğini son derece iyi çözdüğünü düşünüyorum. Oyunun içindeki oyunu yaratan aslında yönetmenin elindeki ekip. Oyunun kolektif oluşumu, metne oldukça destekçi. Ali Gökmen Altuğ, yazarın üç aşamada metne yedirdiği, bütünsellik, bireysellik ve zamanlamayı (timing) reji dokunuşları ile oyuna katmayı başarmış. Metnin hatalar üzerine kurulu yapısının aksine 'doğru'yu oyunun her anına sindirmiş. Böylece doğru ile yanlışın tezatlığından kaynaklanan, lezzetli ve tempolu bir komedi ortaya çıkmış. Karakterler arasındaki her türlü ilişki, en başından itibaren seyirciye takdim edilmiş. Ayrıca iki farklı perde kullanımı, oyun ile oyun içindeki oyunun farkını netleştirmiş. (Bu oyunda her ne kadar iki oyun iç içe geçmiş olsa da, ayrım olmadığı takdirde birlik de bir işe yaramaz) Döner sahne avantajı ise son kısmı, beklemeye yer vermeksizin kotarmış. Bu arada Yönetmen karakterinin seyirci bölümündeki konumu çok iyi ayarlanmış. Bu tür oyunlarda tek bir hata her şeyi mahvedebilir. Çok dikkatli seyrettim, dikkatle inşa edildiğini gördüm. Kutlarım!  

Bir öneri: Michael Frayn'ın üç katmanlı oyun yapısı, dördüncü bir katmanı bünyesinde barındırmaya çok müsait. Birinci katman, provası yapılan oyun, ikinci katman, provası bitmiş eserin, oranın seyircisi ile buluşturulduğu (bizim sahne arkasını gördüğümüz) oyun, üçüncü katman ise bu iki oyunun birleşiminden doğan ve seyircinin başından beri seyrettiği ana oyun. Benim önerdiğim dördüncü katman ise Çırılçıplak oyununu yöneten rejisörün yanı sıra, oyunun genelini (yani Oyunun Oyunu'nu) yöneten bir rejisörün de olması. Bu tabii ki fazladan bir oyuncu demek. Konum yeri ise salonun en arkası. Bu kadar ince bir matematiği çözen, böyle bir durumun da altından kalkacaktır.    

Oyunun konusunu derinlemesine açıklamak, çoğu sürprizin anlamını yitirmesine neden olacağı için, konuyu İBBŞT'nin web sitesinden olduğu gibi alıyorum: 'Çırılçıplak' adlı oyunu sahnelemek üzere provaya başlayan bir tiyatro grubunun, bu süreçte yaşadıkları zorlukları, terslikleri, sıkıntı ve sevinçleri anlatan oyun, türünün en iyi örneklerinden biri olarak seyirciyle buluşuyor. (Benden farklı bir şey söylemesini beklerdim)

Taciser Sevinç'in dekor tasarımı, metnin gerekliliklerine uygun bir şekilde modern ile klasiği harmanlamakta başarılı. Nesnelerin yerleşimleri, oyun alanını genişletmekte ve oyuncuya hareket alanı sunmakta ideal. Renk tercihleri de oyunun 'canlı'lığına hizmetçi. Nihal Kaplangı'nın kostüm tasarımları, dönemin atmosferini ve sahne önü ile sahne gerisi ayrımını yansıtmakta iyi. Poppy'nin modern giysisi, oyunun eskiden yazıldığını ama 'bugün' sahnelendiğini belirleyici. Kemal Yiğitcan'ın ışık tasarımı ise prova ile oyun farkını betimleyici. 

Ahmet Saraçoğlu (Yönetmen - Lloyd), Aslıhan Kandemir (Flavia - Belinda), Ayşen Sezerel (Bayan Clackett - Dotty), Berna Oğuzutku Demirer (Sahne Amiri Yardımcısı - Poppy), Caner Çandarlı (Roger - Garry), Destan Batmaz (Sahne Amiri - Tim), Ergün Üğlü (Philip - Frederick), Yeliz Gerçek (Vicky - Brooke) ve İlhan Kilimci'den (Hırsız - Selsdon) oluşan kadro, dinamik, uyumlu ve sıcak. Her bir oyuncu, üstlendiği rolün hakkını fazlasıyla veriyor. Seyirci, hepsini eşit olarak değerlendirme fırsatına sahip. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...

Oyunun Oyunu, matematiksel bir iş. Zaten yazar da oyun içerisinde 'teknik' prova olduğunu belirtiyor. İBBŞT'nin tekniğini beğendim. Oyunu görmenizi isterim.


Notlar;
Oyun 2 perde / 2 saat 45 dakikadır.
Fotoğraf bana aittir.

Kaynak
Oyun metni (Oyunun Oyunu)




Ege KÜÇÜKKİPER     

14 Mart 2016 Pazartesi

Gogol'den Bir Klasik : 'Müfettiş' (Tiyatro Kedi)


Gogol'ün 1834'te yazdığı, ülkemizde sıkça sahnelenen klasik eseri Müfettiş, bu sezon Tiyatro Kedi tarafından seyirci ile buluşturuluyor. Son zamanlarda özel tiyatroların klasiklere yöneldiklerini görüyorum. Ödenekli tiyatroların ise klasiklerden uzaklaştıklarını. Bu durumu özeller adına olumlu, ödenekliler adına olumsuz buluyorum. Müfettiş'i bilmeyen yoktur ama ben yine de bir özet geçeyim. 

İlçelerine, kimliğini gizleyen bir Müfettiş'in geleceğini öğrenen, Kaymakam, Öğretmen, Savcı, Düşkünler Evi Müdürü, Posta Müdürü ve diğerleri, yarattıkları çarpık sistemin müfettiş tarafından fark edilmesini önlemek amacıyla apar topar hazırlıklara başlarlar. Fakat gelenin bir müfettiş değil de, zengin bir toprak ağasının oğlu olduğundan bihaberdirler. Kendisini müfettiş sandıklarını anlayan toprak ağasının oğlu ise, durumu kendi lehine çevirerek, erkeklerin paralarını, kadınların da duygularını sömürür ve ilçeyi terk eder. Hata yaptıklarını anlayan memurlar, gerçek müfettişin geldiği haberini aldıklarında, oyun donarak son bulur. 

Gogol, Kaymakam ile bürokrasiyi, Öğretmen ile eğitimi, Savcı ile de adaleti eleştirmiştir. Lakin eleştirisi sadece Rusya'ya değil, dünyayadır. İşin ilginç yanı, kasabalarına bir müfettişin geleceğini haber alan çeşitli derecelerden memurların, mimarları oldukları sistemin aslında bir sistemsizlik olduğunu bilmeleri ve buna bir kılıf uydurmak için her türlü yolu mübah görmeleridir. Sahte müfettiş doğruyu göstermek için gelen bir fırsattır. Fakat ağa oğlu, düzensiz bir sistemin içerisinde, kendi düzenini (!) yaratarak, her seferinde durumun fırsata çevrilmesine engel oluşturmuştur. Elbette memurların da bu fırsattan yararlanmak istemeyişleri, engeli güçlendirme yolunda bir adımdır. Ben, Müfettiş'i hep bu şekilde 'okudum'.  

Oyunun konusunu Gogol'e, yakın arkadaşı Puşkin önermiş. Puşkin, Rusya'da, o dönemde, kendini müfettiş olarak tanıtan birçok kimse olduğunu, bir seferinde kendisini de müfettiş sandıklarını, devletin ıslahat girişimlerinden dolayı teftişlerin çoğaldığını, fakat gelen müfettişlerin hakiki mi yoksa sahte mi olduklarının bir türlü anlaşılamadıklarını söylemiş. Gogol, oyun içerisinde arkadaşı Puşkin'i unutmayarak, kendisi ile olan yakınlığını birkaç satırda dile getirmiş. "Puşkin'le çok yakın arkadaşız. Ben ona bazen 'ne var ne yok sevgili kardeşim Puşkin' diye sorarım. O da bana 'ne olsun yuvarlanıp gidiyoruz işte' diye yanıt verir."

Beni en çok şaşırtan şey ise, Çehov'un, 'Vanya Dayı' adlı ünlü eserinde Müfettiş oyunu ile dalga geçmesidir. Serebryakov'un üçüncü perdede sahneye girişi şu sözlerledir: "Bayanlar baylar, buraya sizi kasabamıza bir müfettiş geleceğini bildirmek için çağırdım. Neyse şakayı bir yana bırakalım. Konumuz ciddi!" Müfettiş, bana her seferinde farklı eserleri çağrıştırır. Turgut Özakman'ın 'Sarıpınar 1914' adlı oyunu da, yalancı bir zelzele yüzünden kasabayı denetleyecek olan bakanın, durumu fark etmemesi için, memurlar tarafından kurulan 'yeni düzen'i anlatır. Yaşar Kemal'in 'Teneke'sindeki Kaymakam ise, hepsinden farklı olarak sistemi düzeltmeye çabalar. Yani Gogol'ün ele aldığı konu, birçok kişiye ilham kaynağı oluşturarak, evrenselliğini kanıtlamıştır.  

Müfettiş'i şimdiye kadar birbirinden çok farklı yorumlarla izledim. Tiyatro Kedi'nin yorumu da bana farklı geldi. Rejisör Cenk Tunalı, oyunu, Müfettiş ve uşağı Osip ile başlatarak, Kaymakam'ın sahnede görünüşünü sonraya bırakmış. Her iki perdeyi de Kaymakam ile bitirerek, oyunu 'donma' yerine söz ile noktalamış. Bence Cenk Tunalı, oyunu Haldun Dormen'e göre inşa etmiş. Tiyatro ile haşır neşir olanlar bilirler, oyunun başrolü perde açılır açılmaz sahnede görünmez. Aradan (çok uzun olmayan) bir müddet geçmesi gerekir. Gogol, bu süreyi 1 perde ile sınırlı tutmuş. Seyircilerin Müfettiş'i görmeleri için sabretmelerini ve meraklanmalarını istemiş. 

Rejisörün dokunuşunda merakla beklenen kişi (başrol) Müfettiş değil Kaymakam. Yani Haldun Dormen. Sahne değişimlerinin ve bitimlerinin bu amaç doğrultusunda yapıldığını düşünüyorum. O halde seyirci Kaymakam'ın üçkağılarını duymak ve görmek için sabredip, meraklanıyor. Buna ikna olmam zor. Öte yandan Müfettiş'in ilk sahneden gözükmesi, oyunun en önemli unsuru olan 'beni Müfettiş sanıyorlar' bilmecesinin önceden çözülmesine neden olan bir faktör durumunda. Gogol, Müfettiş'i 'saf kurnaz' olarak nitelemiş. Cenk Tunalı'nın Müfettiş'inde ise 'saflık' kısmı azat edilmiş. Bunu anlayabilirim. Aradan geçen 178 yıllık süreçte insanın aynı saflığı koruması mümkün değil. Benim için 178 yıl önceki Müfettiş'i bugün görmek imkansız. Gogol'ün karakteri günümüze oranla çok daha naif. Konu aynı fakat insan farklı. Haliyle bu fark, oyunun yoruma açık olduğunun bir göstergesi.

'Şikayetçiler' sahnesinin mektup biçiminde kotarılmasının oyuncu tasarrufu adına yapıldığı kanaatindeyim. Bu şekliyle bir eksiklik değil. Dobçinski ile Bobçinski'nin ikili uyumunu çok beğendim. Bu uyum için seçilen oyuncuların da beğenimde büyük payları var. Rejisörün 'Lorel-Hardi' yorumu, metne çok uygun ve oyuna dinamizm kazandıran bir etken. 

Dekor ve kostüm tasarımlarının (Günnur Çaras) dönemi yansıtmalarını sevdim. 'Dün görünümlü bugün' ya da 'dünden bugüne bir şey değişmedi' mesajı çok doğru verilmiş. Bu doğruluk üç farklı mekanın yerleşiminde de kendini gösteriyor. Kaymakam masasının 'merkezde' oluşu, rejiye ve metne destekçi. Panoların 'izleyen' vazifesindeki görünümleri de bu desteğe bir artı. Keşke her oyuncu kendi panosunun arkasından gizlice sahneyi izleseymiş. Bu, metin açısından da kayda değer bir yaptırım olurmuş. Işık tasarımı (Özgür Kaan Pural) çok özensiz. Genel ışığın haricinde özel ışık hemen hemen hiç yok. Olan da 'net' değil. 

Tolga Güleç'in (Müfettiş) oyunculuğu, diğer oyunculardan çok farklı. Bu durumu, yönetmenin yorum olarak değiştirdiği tek karakterin Müfettiş oluşuna bağlıyorum. Bazı anlar biraz 'fazla' lakin abes değil. Barış Kıralioğlu (Osip) ile olan ahengini yakalayabildim. Gogol, Müfettiş karakteri için "Konuşması kesik, kopuktur. Hiçbir sözü birbirini tutmaz" notunu düşmüş. Bu açıklamayı karakterde bulabildim. Hakan Altıner (Yargıç), Tayfun Yılmaz (Yoksullar Evi Müdürü), Emre Büyükpınar (Postahane Müdürü) ve Caner Tör (Lise Müdürü), 'Dalton Kardeşlervari' ve her biri, bir diğerini dengeleyici. Savaş Bayındır (Dobçinski) ve Efe Yeşilay (Bobçinski) için yeterli şeyi söylediğime inanıyorum. Selda Özbek Orpak (Anna) ve Burcu Akyürek (Marya) inandırıcı birer anne-kız. Ve Haldun Dormen (Kaymakam). Kendilerini bir kez daha sahnede görme şansına eriştiğim için çok mutluyum. İyi ki var ve iyi ki sahnede. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim... 

Oyunu izlerken sıkılmadım. Fakat çok da iyi bulmadım. Bu sonucu zaten yazım ortaya koyuyor. Gidip, görmenizi isterim...


Notlar;
Oyun 2 saat / 2 perdedir.
Fotoğraf bana aittir.

Kaynak
Oyun metni (Müfettiş)




Ege KÜÇÜKKİPER 

2 Mart 2016 Çarşamba

Özlediğim Bir Vodvil : 'Tom, Dick ve Harry' (EBBŞT)


Tom, Dick ve Harry, Ray Cooney'in, oğlu Michael Cooney ile birlikte 2003 yılında yazdığı keyifli bir vodvil. Ray Cooney'in oyunları ülkemizde hemen hemen her yıl sahneleniyor. Ben de kendisine yeteri kadar aşinayım. Aslında Ray Cooney'in oyunları konu ve karakter yaratımı itibariyle birbirine çok benzer. Ya bir aldatma vardır ya bir kovalama, ya karışıklıktan doğan kaos güldürür ya da yanlık anlaşılmadan kaynaklı bir durum. Oyunların isimleri bile mevzu hakkında yeterli ipucunu verir. (Hangisi Karısı?, Hangisi Babası?, Kaç Baba Kaç, Arapsaçı vs.) Fakat Ray Cooney bu basit konuları, ince espri ve matematiksel bir kurgu ile seçkin oyunlar haline getirir. Bu nedenle benim için vodvil türünün ustasıdır. Tom, Dick ve Harry, yazarın ustalık dönemine ait bir oyun ve diğer oyunları gibi, sakin başlayıp, tempolu devam eden, akabinde yine sakinleşen bir yapıya sahip. Tıpkı insan ömrü gibi. 

Oyunun durağan sahneleri, 'konuyu açma' amacındadır ve bu amaç, insanın 'yaşama (konuya) girme' çabası dolayısıyla bebeklik dönemine benzetilebilir. Gittikçe artan tempo, konunun başat konuma gelmesini sağlar ve karakterlerin olaya tamamen dahil olduğunu gösterir. Bu dahiliyet, insanın okuma-çalışma-kazanma gibi hayatının büyük bir bölümünü kapsayan ve yaşamını bu üç unsura bağlayan yetişkinlik dönemi ile paralel sayılabilir. Oyundaki hareketin bitmesi ise düğümlerin çözümü ve mutlu sona işaret eder. Bu da insan ömründeki hareketin ve beklentinin azaldığı yaşlılık dönemine tekabül etmesi ile eş değer kılınabilir. Tek fark yaşamın herkes için mutlu sonla bitmemesidir. Bu son, oyun bazında bakılacak olursa, insani ilişkilere, sevgi ve saygıya bağlıdır. Ray Cooney burada oldukça insani bir mesaj vermiştir. 

Tom, Dick ve Harry de olaylar şöyle gelişir: Tom ile eşi Linda, bir bebek evlat edinmek için son aşamaya gelmişlerdir ve saat 10.00'da gelecek olan evlat edindirme kurumu yetkilisi Bayan Potter'ı beklemektedirler. 55 dakikalık bu bekleyiş sırasında seyirci, Tom ile Linda'nın oturdukları evi satın almak istediklerini fakat yeterli paralarının olmadığını, ev sahibinin ise yüksek bir ücret talep ettiğini öğrenir. Tom'un, hastahanede çalışan küçük kardeşi Harry, çözüm olarak, öğrencilerin kullandıkları bir kadavrayı, parçalar halinde evin bahçesine gömmeyi ve bu sayede evin alım bedelini düşürmeyi önerir. Bu fikre ortak olan ortanca kardeş Dick ve karavana gizlenip gelen biri yaşlı biri genç iki kaçak göçmenin olaya katılımıyla, işler içinden çıkılmaz bir hal alır. Komedi tam da bu noktada başlar.  

İlham Yazar, yaratıcı bir rejisör. Kendisini Ankara Devlet Tiyatrosu'ndan takip ediyor ve beğeniyorum. Daha çok komedi oyunlarını yönetmeyi sevdiğini biliyorum. Rejisörün, metnin 'trafiğini' çözdüğü çok açık. Ne zaman kırmızı, ne zaman sarı ve ne zaman yeşil ışık yakacağını, sahnelerin gidişatlarına göre belirlemekte başarılı. 55'er dakikalık her iki perdeyi, seyircinin gözü önünde ilerleyen bir saat mevcut iken, zamansal açıdan kotarmak çok zor bir iş. Bunun için gerekli olan iki şey: hız ve dinamizm. (Rock müzik de bu duruma bir katkı) Biraz önce bahsettiğim 'ışık' olayı, biraz da bu durumu açıklayıcı bir ibare. Yönetmen ile kadro uyumu aşikâr.

Rejisörün, Büyükbaba karakteri yerine Büyükanne yani erkek oyuncu yerine kadın oyuncu seçimi, iki kadının dayanışması, kaçanların hep kadın oluşları gibi, 'kadın' meselesine parmak basması yönünden, metnin eğlenceli içeriğinin bir 'söz'ü. Bingley ve Brandford isimlerinin, Marks ve Spencer şeklinde değiştirilmesi, kelime anlamları açısından önemli. Marks, 'ceset kalıntısı / artık' demek. Oyunun genelini düşündüğümde, bir mâna ifade ediyor. Spencer'ın ise Marks'a uyumlu ve ayrılmaz ikili (Dick ve Harry) sıfatını pekiştirmesinden dolayı konulduğu kanaatindeyim. 

Başak Özdoğan'ın dekor tasarımı 'yerleşim' bakımından çok çok iyi. Vodvil demek aynı zamanda kapı komedyası demektir. Her türlü giriş - çıkışın, kanepenin ve en önemlisi saatin konumlandırılışı, oyuna hizmet etmiş. Oyuncuya bırakılan alanlar, hareket için ideal. Modern ve klasiğin harmanlanışı, ev sahibinin ve çiftin yaşları ekseninde, oyuna uyumlu. Funda Çebi'nin kostüm tasarımları, oyun kişilerinin, karakteristik özelliklerini belirleyici türde. Kerem Çetinel'in ışık tasarımı ise, metnin belirttiği sabah saatleri ışığını yansıtmakta iyi. 

Devrim Özden Akın (Tom), Murat Danacı (Dick), Ercüment Yılmaz (Harry), Başak Boran Oksal (Linda), Çiğdem Altuğ (Bayan Potter), Elçin Tezcan (Andrra), Pınar Bekaroğlu (Kaqushe), Ayhan Bekdemir (Memur Dows) ve Berkay Gökçek (Boris) 'ekip uyumu işte budur!' dedirtiyor. Her oyuncu üzerine düşen görevi yerine getirerek, seyirciye lezzetli bir vodvil sunuyor. Uzun zamandır vodvil izlemeyi bırakmıştım, özlemişim. İyi geldi. Eskişehir Şehir Tiyatroları'nın repertuarını beğeniyorum. Harry karakterini oynayan Ercüment Yılmaz aynı zamanda kurumun Genel Sanat Yönetmeni imiş. Oyunculuğunu çok beğendim, yöneticiliği de öyle gibi duruyor. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...


Notlar: 
Oyun 2 perde / 2 saattir.
Fotoğraf bana aittir.

Kaynak
Oyun metni (Tom, Dick ve Harry)




Ege KÜÇÜKKİPER


15 Şubat 2016 Pazartesi

Aziz Nesin 100 Yaşında (1) : 'Hadi Öldürsene Canikom' (Tiyatro Ayna)


2015 Aziz Nesin'in 100. Doğum yılı idi. Bu sebeple çeşitli kurumlar, Aziz Bey'in çeşitli oyunlarını sahneledi. Hadi Öldürsene Canikom da bunlardan bir tanesi. Oyunun yazılış tarihi 1970. Aziz Nesin 1970'de üç oyun (Çiçu, Tut Elimden Rovni, Hadi Öldürsene Canikom) yazmış ve üçünün de temasını yalnızlık üzerine kurmuş. Bu üç oyun Aziz Nesin'in 'yeni bir tiyatro işi yaptığıma inandığım' dediği oyunlar kapsamında ele alınmış. Metni okurken, oyunun Çiçu ile olan bağlantısını keşfettim. Yazarın bu ilişkiyi haklı çıkaracak bir açıklamasını ararken karşıma şu ibare çıktı: 'Hadi Öldürsene Canikom ile Çiçu, insanın yalnızlığını anlatmaktadır. Çiçu bir adamın - ki hepimizindir - yalnızlığının dramı, Hadi Öldürsene Canikom ise iki yaşlı kadının yalnızlığının güldürüsüdür.' 

Görüldüğü gibi Aziz Bey'in izahatı, oyunun sadece teması ile ilintili. Benim, oyunları çok daha birbirine yakınlaştıracak düşüncelerim şöyle: Çiçu, bir tavan arasında geçer, Hadi Öldürsene Canikom ise bir apartmanın bodrum katında. Çiçu'da 'cansız olan' şişme bir kadındır, Hadi Öldürsene Canikom'da ise bir general üniforması. General üniformasından yola çıkarak Aziz Nesin'in sanat yaşamına başlaman önce üst teğmen olduğunun altını çizmem gerek. Yazar, oyundaki Generali 'erken' öldürerek (suda boğarak), aslında üst teğmenlikten de kendini erken emekli etmiş. Çiçu'da ifade ettiği: 'Kendi yalnızlığımda boğuluyorum' sözünü ise sanki Hadi Öldürsene Canikom için söylenmiş. 



Yalnızlığın belirlediği ortak temanın dışında söylediğim iki noktayı biraz açmak istiyorum. Çiçu ile Hadi Öldürsene Canikom'un bir apartmanın çatı ve bodrum katlarında geçmesi, yalnızlık duygusunun bireyi sıkıştırması ile orantılı. Bu sıkıştırma hem ruhsal hem de fiziksel. Çatı katında gezmek için başınızı sürekli eğmeniz gerek. Bodrum katında yaşamanız içinse, pencereden dışarıyı görebilmek adına parmaklarınızın ucuna yükselmeniz şart. Her ikisi de bedeni zorlayıcı durumlar. Yazarın buradaki iletisi ise, sevgisiz ve yalnız bırakılmış bireylerin uç noktalara (çatı-bodrum) itilmesinden başka bir şey değil. Bunu yapanlar da apartmanın 'normal' katlarında oturan 'sakinler'. Hadi Öldürsene Canikom bireyi uç noktalara itenleri, hedef dışı tutan bir oyun. Bu durum Çiçu'da daha belirgin.   

Aziz Nesin'in bu iki oyunu kaleme aldığı yıl, Türk Tiyatrosu'nda da 1960'tan itibaren baş gösteren, bireyin kendi kabuğuna çekilmesi ve topluma yabancılaşmasının örneklerinin verildiği zaman dilimi içerisinde. Hadi Öldürsene Canikom'un alt metnini oluşturan kavram bir nevi 'tektipleştirme'. Eve gelen Havagazı Memurunu türlü yaptırımlarla, ölmüş kocalarına benzetmeye çalışan iki yaşlı kadın bu durumun bir emsali. Fakat Aziz Bey burada daha çok geçmişe duyulan özlemi, kaybedilen değerleri ve yalnızlığın vermiş olduğu çaresizlikleri baz alarak bir ileti oluşturmuş. Bu iletiyi bugün için yorumlayan biri, tektipleştirmeyi, kendi gibi olmasını, düşünmesini ve eylemlemesini sağlama şeklinde 'okuyabilir'. Aziz Nesin'in oyunları asla eskimeyecek ve güne göre okumaya elverişli ortamını koruyacak türde yapıtlar. Bu nedenle yazdıkları 50 yıldır sahnelerde. 

Oyun, komşuluk, yardımlaşma, dayanışma, özveri, dostluk, arkadaşlık gibi birçok konunun önemini dile getirmekle beraber, 'sipariş üzerine' hiçbir şeyin olmayacağını, ancak inanç ile istemenin ve bu uğurda savaşmanın kişiyi amacına ulaştıracağına parmak basıyor. Aziz Nesin'in tersinlemeden faydalanarak kurguladığı oyunu, öldürmeye gelenin öldüğü, ölmek isteyenin öldürdüğü, ölmüş olanın diriltildiği, sürprizlerle dolu bir metin. Bu sürprizli metne 'telefon' ile dahil olan oğlanın kurduğu iletişim ise, aslında iletişimsizliğin bir temsili. İletişimsizlik Çiçu'nun da temel sorunlarından biri. Bu sorunu eserlerinde işleyen yazarlar, meseleyi genellikle absürd bir biçimde ele aldılar. Şişme kadın Çiçu da absürd değil mi?      

Hadi Öldürsene Canikom, tipik Aziz Nesin oyunlarından farklı olarak siyasi hicvi bünyesinde barındırmayan bir oyun. Fakat Haldun Dormen'in radyo aracılığı ile esas haberin (Havagazı Memuru ile ilgili) önüne ve sonuna koyduğu, gündemi hatırlatan politik haberler, bugüne çok şey söylüyor. Dilek Türker'in dokunuşları da bu söylemlere bir katkı niteliğinde. Dilek Türker'in 1990'da Türkiye'ye dönüşü Aziz Nesin'in, onun için yazdığı oyun sayesinde. Bu oyun, Tiyatro Ayna'nın kuruluşuna da (1990) zemin hazırlayan bir vesile. Dilek Türker, 'delirmemek için mizah yapıyorum' diyor. Aziz Nesin'e olan vefa borcunu ise, Hadi Öldürsene Canikom'dan sağladığı geliri Nesin Vakfı'na bağışlaması ile ödüyor. Bu zamanda hangi özel tiyatro bunu yapar?


KIRMIZI ÇERÇEVEYE ALDIKLARIMA DİKKAT EDİN

Oyunun rejisörü Haldun Dormen metne çok fazla dokunmayıp, sahneyi üç deneyimli oyuncuya, seyirciyi ise Aziz Nesin'in en güçlü silahı olan dili ile baş başa bırakmış. Oyun güldürürken düşündürmüş, düşündürürken acıtmış. Finaldeki anons oyuna bir hoşluk katmış. Rahmetli Osman Şengezer'in dekor tasarımı dönem atmosferine çok uygun. 1970'lerde evlerin çoğu yaşanan göç neticesinde şehrin dışına konumlanmış, bir ya da iki odadan oluşan küçük hanelerden ibaretti. Aziz Nesin de oyunun dekor tasarımını: 'Büyük bir kentin uzak dış mahallelerinden birinde, bir küçücük dairenin bir odası' şeklinde tanımlamış. Daha önce belirttiğim 'itilmişlik' aslında 'kentsel' bir sorun. Bugünün kentsel dönüşümü eskiyi yıkıp yerine yeniyi yapmak ve bu yolla insanları şehrin uçlarına terk etmekten farksız. (Bu da farklı bir okuma olabilir) Dekorda, pencerenin konumunu, anlatıma ket vurduğu için sevmedim. Orada birinin yalnız yaşadığına, duvardaki ve aynadaki onlarca fotoğraftan dolayı ikna oldum. Kostümlerin, karakterlerin yaş ve isteklerine uygun renk ve biçimlerde olduğunu gördüm. Seçilen şarkıların ise metnin temasına katkı yaptığını hissettim. 

Dilek Türker, Ayberk Atilla ve Tiraje Başaran'dan oluşan kadro deneyimli, bütün ve yaratıcı. Yanımda oturan gencin: 'Gençler oynayınca daha güzel oluyor' demesi bana Güldür Güldür Show izleyici profilini anımsattı. Demek ki gençler sululuğu güzellik olarak değerlendiriyor. Usta oyuncuları sahnede seyretmek her genç için büyük bir şanstır. Bu şansı kullanmasını bilen kazançlı çıkar. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim... Ebeveynleriniz hayatta iken onları sevin ve asla yalnız bırakmayın!




#AzizNesin100Yaşında

Notlar;
Oyun 2 saat / 2 perdedir.
Fotoğraflar bana aittir.

Kaynak
Oyun metni (Hadi Öldürsene Canikom ve Çiçu)



Ege KÜÇÜKKİPER


9 Şubat 2016 Salı

Hayret Ettiren Bir Oyun : 'Polisler' (3MOTA)


Polisler'i izlemeye karar verişim, 6 Şubat tarihli oyuna bilet kazanmam ile oldu. Bu sıralar pek şanslıyım (!) Daha önce yazarın 'Sığıntılar' ve 'Açık Denizde' adlı oyunlarını okumuştum. Polisler, Mrozek'in 1958 tarihli ilk oyunu. Metni okurken, genç oyun yazarlarımızı düşündüm. Aklıma gelenler şunlardı: Sistem eleştirisi yapmak istiyoruz, bunun için bir olaya ve karaktere ihtiyacımız var, bu karakter polis olursa iyi olur, iyi olacak polisin ayağına 'Gezi' gelir. Bu düşüncelerime benzer şeyleri 3MOTA'nın rejisinde de gördüm. 

Mrozek 1958'de 28 yaşında imiş. Polisler, genç yazarlarımızın kıskanması ve hayranlık duyması gereken bir metin. Bence sistem eleştirisini avucunun içerisinde tutmak isteyen bir yazar, bu konuyu işlemiş yerli yabancı bütün oyun yazarlarını okuyup, dünyaya geniş bir açıdan bakmalı. Önünde 'Gezinen' olaya 'çekil şuradan' deyip, arkasında saklananları tek tek keşfetmeli. Ben bu yazıda elimden geldiğince Mrozek'i keşfetmeye çalışacağım. Oyun konusunun keşfi kolaylaştıracağı kanaatindeyim. 

Polisler, on yıl boyunca totaliter rejimin mahkumu olmuş son isyancının, bu isyanından vazgeçerek, imzaladığı belgeler neticesinde o güne kadar karşısında yer aldığı rejimin yanına geçip, özgürlüğüne kavuşmasını ve bu özgürlüğün polis teşkilatına esaret getirmesi (işsizlik ile yok olma ihtimali) nedeniyle, teşkilatın kendi isyancısını yaratmasını konu edinen, iyi kurgulanmış, tersinlemeler ile dolu bir metin. 

Mrozek, absürd (uyumsuz) tiyatro adı altında anılan bir isim. Bu uyumsuzluk aslında saçmanın mantık ile çatışmasından kaynaklı. Mrozek, saçmayı belirli bir mantık çerçevesinde ele alan ve o çerçeveyi aklın süzgecinden geçiren bir yazar. Absürd tiyatro komik ile trajiği birlikte harmanlayan, bir tarafa yaşamı koyarken diğer tarafa ölümü iliştiren ve şiirsel adaleti bu yolla sağlayan lakin çözüm önerisi getirmeyen bir tür. Absürd tiyatro genellikle, enkaz öncesi ile değil, yıkım sonrası ile ilgilenen bir yapıya sahip. En önemli öğesi ise diyalog. Mrozek, oyunlarının bel kemiğini diyalog üzerine oturtmuş bir kalem. Polisler, bunun güzel bir örneği.  

Mrozek'in hayatı, sürgünlerle geçmiş. Bu geçmişin sebebi, Polonya hükümetine karşı aldığı tavırda gizli. Mimarlık ve Felsefe eğitimi görmüş. Bu görüşlerin kalıntıları da oyunlarının matematiğinde ve düşünsel yapısında belirgin. Polisler, üçe bölünmüş bir metin. Birinci bölüm, Emniyet Müdürü ile Mahkum (sistemle işbirliği yapan ile sisteme karşı olan) arasında geçen, metnin temelinin atıldığı kısım. İkinci bölüm, Emniyet Müdürü, Komiser ve Komiser Karısı'nın (sistemle işbirliği yapan, sistemin devamlılığını sağlayan ve sistemi koruyan) sahnede olduğu, karşıtlıkların ifade edildiği, yani zeminin oluşturulduğu kısım. Üçüncü bölüm ise; Emniyet Müdürü, General, Yaver ve Komiser (sistemle işbirliği yapan, sistemin başı olan, sistemin başını koparmaya çalışan ve sistemi sorgulayan) ile şekillenen, her bir diyaloğun binanın katlarını oluşturduğu kısım. Binanın bir çatısı yok ama Mrozek'in umudu var...

*Yukarıdaki paragrafta karakterlerin parantez içlerindeki tanımlamalarının 'değişkenliğine' dikkat edin... 

Tüm karakterlerin ortak özelliği tutuklu (hapis) oluşları. Oyunun ana ekseninde parmaklıkların ardında iki tutuklu olsa bile bu, işin görünen boyutu. Öyle ki Komiser ile Komiser Karısı'nın tanışmalarına vesile olan olay, birbirlerini ihbar edişleri. Çiftin oyun boyunca görmediğimiz çocukları ise cezalı oldukları için oda hapsine mahkum. Evini sürekli polislere aratarak kendi mahkumiyetini kendi yaratan yaşlı da cabası. 

Bana göre Mrozek'in çıkış noktası, 'kazanın içinde olan, dışarıda neler olup bittiğini bilemez' cümlesine paralel. Sistemin içerisinde konumlanan karakter (Komiser) ancak sistemin dışında iken bilgiye ulaşabiliyor. Bu durum Mrozek'in, özgür bireyin körelen gözü ile, tutuklu bireyin gören gözü ironisinin ayyuka çıktığı başat bir nokta. Bu noktada netleşen bir başka ironi ise sokağın iç, hapsin dış olarak gösterilmesi. 

Yukarıdaki paragrafta özetlediğim anlatımı Ümit Çırak'ın rejisinde buldum. Emniyet Müdürü'nün odasında geçen sahnelerde içe açılan kafesin, Komiser'in evinde dışa açılması, her iki durumda da mahkum olan kişileri ve mahkumiyet yerini değiştirmesi adına anlatımı güçlendiren bir faktör. Altın kafes, metindeki karga metaforu için iyi bir tasarım. Bu tasarıma 'bülbülü altın kafese de koysan ille de vatanım demiş' mantığı ile de yaklaşılabilir. Kafeste bulunan iki kişinin (girmeden önce ya da girdikten sonra) ülke çıkarlarını en üst düzeyde tutan bireyler halinde oluşları / haline gelmeleri bu durumun bir kanıtı. Deyimdeki en güzel sese sahip olan bülbül ile en berbat sese sahip karganın tezatlığı da Mrozek'in tersinlemesine çok uygun. Aynı zamanda tasarımı, 'kuş kafese girdi' şeklinde okumak da mümkün.

Salondan çıkan seyirciler, oyunun başındaki cinsel davranışlardan söz ediyorlardı. Demek ki rejisörün tutumu, seyircinin algılayış biçiminde cinsel odaklı bir etki yaratmış. Ben öyle düşünmüyorum ama Ümit Çırak'ın bu uygulamasına bir anlam veremediğimi, Mrozek'in saçmasını, 'saçma' olarak yorumladığını da ifade etmek istiyorum. Memur karakterinin oyun içindeki sistemin gözü bağlı kölesi olan 'robot' duruşunu, metnin iletmek istediği mesaj dolayısıyla beğendim. Fakat duygularından yoksun olmasını isterdim. Bu haliyle benim için bir anlam teşkil etmiyor. 

Kostüm tasarımının, Polis, Mahkum, Memur ve General ayrımını net bir dille ifade etmesini hoş karşılamakla birlikte, hiçbir yüksek mevki sahibinin ciddiyetten uzak olduğu gerekçesiyle tercih etmeyeceği bir rengin (turuncunun) kullanılmasını, Mrozek'in absürdlüğüne katkı olarak değerlendirdim. 'Ninni' uyumsuz tiyatro için iyi ama fazla basit ve uzun. En önemlisi ise rejisörün sırtını metne dayayıp güne dokunması. Yapmayın! Mrozek'in metni, sizin söyleyeceklerinizi zaten söylüyor. Bu biraz da çağrışım tiyatrosu. Her şeyin net olduğu bir alanda saçma aranmaz. Ayrıca final sahnesini, metnin 'en olmadık kişilerin başına patlar' aktarımına hizmetçi oluşu ve sürprizli yapısından ötürü sevdim.

Çağatay Çatay (Emniyet Müdürü), Tolga Çıklaçiftçi (Komiser), Rüzgar Aksoy (Mahkum-Yaver), Özenç Eren Yelçi (General), Baran Bayraktar (Memur), Sibel Salihoğlu (Komiser'in Karısı) uyumlu ama amatör bir kadro. Seyircili prova izlediğimi varsayıyorum! Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...

Oyuna bilet kazanmak beni memnun etmez. Beni memnun etmek iyi reji ve oyunculuk ile olur ama 3MOTA benden pek memnun olmayacak. Absürd tiyatroyu herkes yapamaz. Kusura bakmasınlar...


Not
Oyun 2 saat / 2 perdedir.

Kaynak
Oyun metni (Polisler)


Ege KÜÇÜKKİPER