NEHİR
Gülşen Karakadıoğlu’nun
yazıp, Vacide Öksüzcü’nün yönettiği “Nehir”, geçen sezonun (2012-13) sonunda
prömiyer yapmış. Nehir, bu sezon Ankara Devlet Tiyatrosu’nda izlediğim on
dördüncü oyun. İki gün içerisinde seyredeceğim üç oyunum daha var. Yani Ankara DT’nun
repertuarının yüzde doksanlık bir bölümünü incelemiş durumdayım. Şimdiye kadar
kötü bir oyuna rastlamadım. Bu oyunu görmeyi pek düşünmüyordum fakat Ankara
DT’nun müdavimleri, “mutlaka git, sonunda şoke olacaksın!” dediler. Genelde
başkasının ısrarıyla hareket etmem (hele konu tiyatro ise) ama uzun bir süre
Türkiye’de olamayacağım için ve sonradan pişmanlık duymamak adına sahnenin
yolunu tuttum…
Metinde geçen ve aynı
zamanda oyunu özetler nitelikte olan bir repliği, içeriği olumsuz olmasına
rağmen önemli buldum. Ben bu repliği kendi düşüncelerim doğrultusunda olumlu
hale getirip, oyunun ben de bıraktığı etkiyi tek cümleyle ifade etmek istedim.
Ve ortaya şu tanımlama çıktı: “Nehir, ruhumdan silip temizleyemediğim,
etkisinden hiçte kolay kurtulamadığım bir oyun.” (Eğer kendi anlamında bıraksaydım,
bu iyi oyuna haksızlık etmiş olurdum)
Gülşen Karakadıoğlu: 1969-74 yılları arasında DTFC Tiyatro Bölümü’nde “Tiyatro
Bilimi ve Dramaturji” lisan eğitimi aldı. 1976’da Ankara Deneme Sahnesi’nde
dramaturgluk, yazarlık, yönetmenlik, Başkan Yardımcılığı ve Başkanlık yaptı. 1977’de Devlet Tiyatroları’nın Başdramaturgu olduç Daha sonra Yazko
Somut Gazetesinin “Ankara temsilciliği”ni, AST’nun “Dramaturji ve Halkla
İlişkiler sorumluluğu”nu, Berlin Kültür Senatörlüğü’nün çağrısıyla Berlin Tiyatro Topluluğu’nun “Dramaturg ve Sanat Yönetmenliği”ni, Devlet
Tiyatroları’nın “Basın Halkla İlişkiler uzmanlığı”nı, yine DT, Opera ve Balesi’nin
“Güzel Sanatlar Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdürlükleri'nin müsteşar yardımcılığı"nı üstlendi.
1997’de Radikal
gazetesinde kültür-sanat üzerine haftalık köşe yazıları yazdı. 1999-2003
yıllarında Akademi İstanbul’da “Sanat Kurumları Yönetimi”, “Tiyatro Tarihi” ve “Metin
İncelemesi” dersleri verdi. Üç yıl TEB Başkanlığı, dört yıl da kurumun Ankara
temsilciliği görevini sürdürdü. Ayrıca TRT’de “Tiyatro ve Kitap program
yazarlığı ve danışmanlığı” ile Ankara Remzi Kitabevi yöneticiliği vazifelerinde
bulundu. 2009-12 yılları arasında Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde, 2011-12
yılları arasında da Sadri Alışık Sanat Akademisi’nde “Tiyatro Tarihi”, “Tiyatro
Düşüncesi” ve “Dramaturji” dersleri verdi. Çeşitli ödül kurumlarında jüri
üyeliği, çeşitli tiyatro festivallerinde ise danışmanlık yaptı.
Bu sezon Oyun Atölyesi
de “Nehir” adlı bir oyun sergiledi. Seyretme fırsatım olmadı fakat konusundan
ve oyuncularından haberdarım. Yazımın başlığını koyduktan sonra farkettim ki
başlık, Oyun Atölyesi’nin Nehir’ini de çağrıştırıyor. Bu nedenle, onu da izleme
isteğim uyandı fakat sanırım geç kaldım. Neyse biz ADT’nun Nehir’ine dönelim. Oyun,
ekseriyetle Oda Tiyatrosu’nda oynuyor ama ben Küçük Tiyatro’da izledim. Oyunu
izleyene kadar ki düşüncem, Oda Tiyatrosu için tasarlanan dekorun, Küçük
Tiyatro’ya nasıl dizayn edileceği idi. Korktuğum başıma gelmedi. Ufak tefek
eklemelerle dekor kotarılmıştı. Tabii bunda en büyük pay Seyhan Kırca’nın… (Dekor
tasarımını daha sonra ayrıntılı olarak yazacağım)
Oyun, 12 Eylül 1980
darbesinin ekseninde geçmişi sorgulayarak, bireyin bugünü arama ve
anlamlandırma çabasını konu ediniyor. Yazarın da dediği gibi, geçmişteki
kırılma noktalarıyla yüzleşip, bugün üzerinde düşünmeye bir zemin hazırlıyor. Devlet
- birey ilişkisini gözden geçirerek, dönemin polisleri ve hekimlerini mercek
altına alıyor. Aynı zamanda kişilik hakları, kadın(lık) sorunları ve erkeğin
ayrıcalıklı konumunu gözler önüne seriyor. Dostluk, sevgi ve aşk üçgeninde
yoğunlaşarak, kişinin beslendiği duyguların varlığı ile yokluğunun sonuçlarına
ışık tutuyor. Nehir, konusu itibariyle çok katmanlı ve derinliği olan bir
metin. Günümüzde, klasik eserlerin haricinde bu faktörleri bulmak zor. (En
azından ben bulamıyorum)
Yaşım itibariyle 1980
darbesini yaşamadım (iyi ki) fakat sahnede herhangi bir şiddet unsuru
olmamasına rağmen, salt diyaloglar halinde ilerleyen metin ve oyunculuklar bana
gerçekçi bir şekilde “yaşanmışlık duygusu”nu verebildi. Metinde diyaloglar
önemli bir yere ve göreve sahip. Önemi, izleyiciyi sürekli merak içinde diri
tutup, beklenmedik bir şekilde hikayeyi sonlandırması, görevi ise verebildiği
duygunun dışına çıkıp, olayları “belgesel” formundan sıyırarak, doğallığı
yakalayan bir ahenkle sunması. Ben bu ahenge “iz” diyorum. Her diyalog kişide biz
iz bırakır cinsten. Gülşen Karakadıoğlu’nun yazdığı bir oyunu ilk kez izledim.
Bir başka oyununu da izlemek ister(d)im…
Metin, episodlar
halinde ve her episod, yeniden başlayan bir oyunun, tam bitti derken yeniden
doğan bir umudun habercisi gibi. Evet, umut “vaadini” her episodun
başlangıcında buldum. Yazarın bu vaadine inanarak, oyunu sonuna kadar
seyrettim. Sonunda bütün vaadlerin, sadece oyunu seyrettirebilme amacı
taşıdığını anladım. İçimi bir hüzün kapladı ve salondan mutsuz ayrıldım. Yaşlı
kadının dediği gibi: “Onu benden alıp götürdüler ve ben hiçbir
şey yapamadım…” (Benden çalınan umdumdu) Bu cümleden farklı
anlamlar çıkararak, günümüz Türkiye’sine bir gönderme yapmak mümkün. Çünkü oyun
ne yazık ki hala güncelliğini koruyor. Tek farkla. Artık “asker” devleti yerine
“polis” devleti var. (Gerçi oyunda da polis daha ağırlıkta)
Bazıları gibi tablo
saymak adetim değildir. Metnin kaç tablodan oluştuğunu bilmek bana da size de
hiçbir şey katmaz. Fakat her tablonun kendi içinde yansıttığı ve bir sonraki
tablo ile olan bağı, yazımın da, eserin de oluşumuna destek verir. O halde
sadece başlık adı altında bahsettiğim, tema ve alt temalara daha detaylı
bakalım…
Oyun iki kadın
karakterden mütevellit. Birinin adı yok, diğerinin ki takma. Biri genç, diğeri
yaşlı. Yazar, farklı yaşlarda iki kadını aynı evde birleştirerek, yaşananlara, özelde
iki kadının, genelde ise tüm kadınların objektifinden bakmış. Jenerasyon
farkını baz alarak, işkencelerin ve tahribatların, gençlerde, özgüven eksikliği,
korku, bunalım, çaresizlik gibi sorunlara yol açtığını (genç kadının ev
arkadaşı araması buna bir örnek), yaşlılar da ise bu tür etkilerin daha onulur
yaralar bıraktığını dile getirmiş. Bu sorunları sadece darbe döneminde
yaşananlarla sınırlı tutmayıp, olayı, seyircinin sahnede görmediği, ancak
telefon vasıtasıyla tanıdığı “ekselans” adlı bir erkekle örmüş. Zaten yaşlı
kadının isimsizliği ile genç kadının takma ad kullanması da burada anlam
kazanmış. Kadın-erkek eşitsizliğine, kadının toplumdaki yerine, ruhsal ve
cinsel durumuna parmak basarak, kadının “HER
devirde kadın” olduğu vurgulanmış.
Bkz. Ekselans: “Bakanlık ve
elçilikten başlayarak, Cumhurbaşkanlığına kadar yükselen, yüksek makam sahibi
kişilere verilen ‘şeref’ ünvanı.”
Genç kadının takma adı,
oyuna ismini vermiş. Nehir, kimi zaman ağır, kimi zaman süratli akarak, her iki
kadının da yaşamlarından bir şeyler alıp, götürmüş. Bazısını sürükleyip bir
daha geri getirmezken, bazısını (ruhen) “yaralı” bırakmış. Gülşen
Karakadıoğlu’nun nehri, darbenin üzerinden dört sene sonra akmaya başlasa dahi yer
yer şiddetini korumuş. Bu da ruhtaki yaraların kolay kolay kapanmayacağına birer
kanıt oluşturmuş. Şüphesiz sadece işkence değil, kişilik haklarına müdahale de
bu kanıtın bir parçası olarak resimdeki yerini almış. Bana göre bu nehrin
içinde bütün bir halk var. İki kadının ve tanışıklıklarının geldiği yer olan
Derin Araştırma Laboratuvarı’ndaki (DAL) diğer kadınların, halkın yararına feda
edilmiş onurları var…
Nehri hızlandıran unsurlardan biri de telefonun ucundaki ekselans. Olaylara fiili bir müdahale de bulunmadan, nehrin hızını arttıran ekselans, hikaye ilerledikçe, kadın kendini tamamlayıp, yaralarını sardıkça ikinci plana düşmüş. (Genç kızın çalan telefonlara bir süre sonra bakmaması bana bunu söyletiyor) Bu düşüşten sonra nehir tamamen durmasa da daha ağır akmaya devam etmiş. "Yüzleşme" meselesi gün yüzüne çıkarılarak, darbenin ve sonrasının birey üzerinde yarattığı etkide, erkeğin rolünün ne olduğu somutlaştırılmış. Ben bir erkeğin "dalgakıran" olmasını dilerim...
Benim gördüğüm, Nehir
ile yaşlı kadının birbirini tamamladıkları, birbirlerine ilaç olup, yaralarının
kabuk bağlaması için omuz omuza verdikleri, bir dayanışma içerisine girdikleri,
paylaşarak çoğaldıkları ve de en önemlisi üstünde yol aldıkları nehrin kurumasını
önlemek amacıyla çaba sarf ettikleri yönünde. Bu çabanın boşa gitmesini isteyen
yegane nesne de telefon. Telefon hattını koparmak ya da açık bırakmak bir çözüm
değil. Telefonun çalmasına sebep kişiyi onarmak, erkek egemen toplumu iyi bir
eğitimden geçirerek, kültürün, sanatın her yere ulaşmasını sağlamak, kadının
vasfını yüceltmek ve köhne zihniyeti sonlandırmak için herkesin elini taşın
altına sokması bir çözüm. Keza oyun da ünlü düşünürlerden alıntılarla, sanat
yapıtları ve devrimci müzikleriyle bunu söylüyor…
Vacide Öksüzcü’nün
rejisi metnin gerekliliklerini yerine getirir biçimde. Metnin anlam ve anlatım
gücünü arka plana atmayan, sade dokunuşlarla bezeli. Bu nedenle Nehir’i bir
reji oyunu olarak değerlendirmedim. Kabus ve baskın sahnelerini başarılı buldum. (Bu sahnelerde
dekor ve ışığa da alkış) Fakat aklıma takılan bir aksaklığı belirtmeliyim ki o
resmin yeri orası değil. Duvara çivi çakılmak istenmemesini, karakterlerin
başından geçen olaylar dolayısıyla tahribatı önlemek, o tok sesini duymamak ve
eski günleri tekrar çağrıştırmamak için verilmiş bir karar olarak algıladım. Lakin
yine de o resmin yeri orası değil. Uygun olan yere önceden bir çivi çakılabilirdi.
Yani dekor en başından tasarlanabilirdi. Son sahnede telefonun kapanmaması net
gösterilmemiş. Gösterilmeliydi!
Seyhan Kırca’nın dekor
tasarımı, seksenli yılların atmosferini yansıtır türden. Kitapların çokluğu,
genç kadının sansüre ve yasağa karşı olduğunu bildirerek, karakter yapısını
uyum kılmış. Kalorifer ya da sobanın olmaması beni şaşırttı. Deniz manzaralı
bir ev nasıl ısınıyor? Koltuklardan birinin tekli ve klasik olması yaşlı kadını,
diğerinin kanepe tarzında ve rahat duruşu ise genç kadını simgelemiş. Masa
etrafının iki sandalye ve bir tabureyle çevrili oluşu, ekselans’ın her an
gelebileceğini sembolize etmiş. (Çünkü tabure, sandalyeler bittikten sonra
ortaya çıkarılır ve genelde son gelen oraya oturur) Oyunda da bir “bekleyiş”
havası hakim…
Sevgi Türkay imzalı
kostümler, yaş farkını ve dönemi gözetmiş. Ev ve sokak hali ince ince
düşünülerek hazırlamış. Işık tasarımı için söylenecek tek kelime “özenli”. Pencere perdesinin açılıp kapanmasıyla içeri
giren güneş ışığı, sahne ışığının aydınlantılması/karartılması yöntemiyle
ayarlanmış. Finalde telefona özel ışık bekle(r)dim. Müzikler, metnin genelini
kapsayan Amalia Rodriguez, İnti İllimali ve Victor Jara’nın ezgileriyle
kulakların pasını silmiş. Bu kısmı özellikle müzik öğesinin içinde irdelemek
istedim. Saydığım isimler oyun için önemli bir yer teşkil etmiş. Hepsinin
hayatlarına, sanatçı kimliklerine hatta eserlerinin insanlar ve ülkeler için ne
ifade ettiğine, konu bütünlüğü yakalanarak değinilmiş. İç öyküsellik bu duruma
katkı sunmuş.
Oyunculuklar, oyunu
zirveye taşıyan öğelerden biri. İclal Seper tecrübesiyle, Özlem Gür ise gençliğinin
verdiği enerjiyle rolünün hakkını vermiş. Vurgulamalar, her cümleyi ön plana
çıkararak etkiyi daha da arttırmış. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının
bol olmasını dilerim. Bu oyun her ile (bilhassa İstanbul’a) turne yapmalı ama
turneye giden benim Sayın Devlet Tiyatrosu yetkilileri!
Not:
Oyun 1 saat / Tek perdedir.
Ayrıntılı
bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr
EGE
KÜÇÜKKİPER
Başarılı bir oyun analizi ve kritiği olmuş. Teşekkürler.
YanıtlaSilYorumunuzu şimdi gördüm. Çok teşekkür ederim :)
Sil