11 Eylül 2013 Çarşamba

Adı Gibi Bir Oyun: "Yaşamaya Dair" (Dostlar Tiyatrosu)





YAŞAMAYA DAİR (BURSA CEZAEVİ'NDEN MEKTUPLAR)

Genco Erkal, bu sezon da Nazım Hikmet’ten vazgeçmiyor, geçemiyor. Nazım ustanın şiirlerinden oyunlaştırdığı ve yoğun ilgi sebebiyle hala devam eden “Kerem Gibi” ve “İnsanlarım” adlı oyunlarının yanına yine Nazım Hikmet’in en sevilen şiirlerinden “Yaşamaya Dair”i sahneye taşıyarak seyirciyi selamlıyor. Böylece üç Nazım şiiri uyarlamasıyla, 68’in torunlarına, Nazım sevgisini aşılamaya devam ediyor. Dostlar Tiyatrosu kırk yılı aşkın bir süredir perdesini açmakta. Her ne kadar geçersiz sebeplerle Muammer Karaca Tiyatrosundan tabir-i caizse atılmış olsalar da, oynadığı oyunlar ve kişiliğiyle muhalif duruşunu bozmayan Genco Erkal, 18. yy’dan kalma dede yadigarı, Eminönü’ndeki Ali Paşa Hanı’nı devreye sokarak, hem tiyatronun her yerde yapılabileceğini göstermiş hem de tiyatroların bir bir kapandığı şu günlerde, İstanbul halkına 150 kişilik bir açıkhava sahnesi kazandırmıştır. Dostlar Tiyatrosu adı gibi dosttur, candır ve dimdik ayaktadır… 

Yaşamaya dair sözü olan oyun, özünde, Nazım Hikmet’in, eşi Piraye’ye duyduğu büyük aşkı, Bursa Cezaevi hayatını, çok sevdiği oğlu Mehmet’e olan hasretini, ve en önemlisi dünya görüşünü dile getirmekte. Tabii isim Nazım Hikmet olunca, bu dile getiriliş de şiirsel bir bütünlük içerisinde olmakta. “Seni Düşünmek”, “Memleketim”, “Bulutlar Adam Öldürmesin”, “Ellerinize ve Yalana Dair”, “Dünyayı Verelim Çocuklara”, “Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni”, “Bir Cezaevi Adamının Mektupları”, “Kerem Gibi”, “Ceviz Ağacı”, “Akrep Gibisin Kardeşim”, “Onlar Ki” ve daha birçok Nazım şiiri, oyunun gidişatına göre Genco Erkal’ın sesinde hayat bulmakta.

Nazım Hikmet’in “Bursa Cezaevi’nden Mektuplar” adlı kitabından uyarlanan oyuna, “şiirsel gösteri” demek daha uygun olur. (Zaten afişte de bu şekilde yazmakta) Nazım’ın, 2. Dünya savaşının hüküm sürdüğü yıllarda, Bursa cezaevine girişi (2.kez), bir milat, bir değişim ve başkalaşım olarak sunulmuş. Dünyada olan biten olaylar ve kaçınılmaz farklılaşım, Nazım Hikmet’in, içeriye girmesinden öncesi ve sonrası olarak iki dönemde ele alınmış. Zaten, şiirler yeteri kadar anlam yüklü ve gösterinin temelini oluşturmakta. Kulaklarınıza yineleyerek çarpan “Saat 21.00”, Nazım’ın en özel ve duygularını en yoğun yaşadığı saat. Çünkü saat 21.00, Piraye’ye şiir yazma vakti…


Nazım’ın sadece “insanlarına” duyduğu aşkı değil, “vatanı” ve “milleti”ne beslediği aşkını da en doğal şekilde aktaran gösteri, Nazım’ın, Dr. Faust’un evinin önündeki konuşmasıyla son bulmakta. "Kapıyı çalıyorum… / Bu evde ben de senet vereceğim şeytana / Ben de kanımla imzaladım senedi... / Ne altın istiyorum ondan / Ne bilim, ne gençlik! / Hasretlik canıma yetti! / PES! / Beni İstanbul'uma götürsün bir saatlik..."


REJİ

Gösteri adının, “Yaşamaya Dair” oluşu, ana ekseninde barındırdığı konu itibariyle, gösteriyi uyumlu kılmış ve anlatımı güçlendirmiş. Tabii bu güce Nazım’ın diğer şiirleri de destek vermiş. Genco Erkal’ın, gösteriye uygun olan şiirleri özenle seçtiği çok açık. Konsept olarak bakıldığında, Nazım ve Piraye’nin, birbirlerine uzak oluşlarına rağmen, sanki aynı ortamdaymışcasına izlenimi vermesi, aşkın, şiirin, sanatın ve düşüncelerin, mesafe ve engel tanımadığına örnek teşkil etmiş. Hanın iki katlı kullanılışı, hem balkon seyircisine yaramış, hem de şarkıların, Piraye’den Nazım’a giden bir yol olarak betimlenmesine olanak vermiş. Ayrıca şiirlerin ve oyunculuğun haricinde gösteriyi etkin hale getiren faktörlerden biri de her iki katın aynı anda oynamıyor oluşu. Bu sayede dikkat dağılımı önlenmiş ve seyirci tek bir noktaya kilitlenmiş. Bir org ve viyolonselden meydana gelen orkestranın kör noktada duruşu da, bu duruma katkı sağlamış. Kar yağdırılışı ise, mevsim geçişini vurgulamakta başarılı ve estetik.


DEKOR - KOSTÜM - IŞIK - MÜZİK

Daha önce belirttiğim gibi, gösteri, Ali Paşa Hanı’nda yani “doğal” dekorda oynanmakta. Bu doğallık, avlunun ufak oluşuyla, Nazım’ın dünyalara sığmayan yaşama sevincinin zıtlığını yakalayabilmiş. Kemer kısımlarında bulunan çitler, olmayan duvarı, var gibi göstererek, içeriyle dışarısı arasındaki bağlantıyı kurmakta ve Nazım’ın derinliğini vermekte ustaca. Kostümler ise, Genco Erkal’ın Nazım, Tülay Günal’ın Piraye olduğunu anlamaya yetecek cinsten. Özlem Kaya’ya teşekkürler. Işık tasarımı Yüksel Aymaz’a ait. Tasarım, gösterinin insanda yarattığı duygu gibi karışık. Karışıklıktan kastım, sarı ve mavi ışığın birleşiminden doğal yeşil ışık. Yeşil ışık, tek tarafa ait olamamadır. Arada kalmışlıktır. Tıpkı Nazım gibi… Tıpkı içerisiyle dışarısı gibi… Ek olarak kararma ve açılmanın fazla olmaması, gösterinin duraksayarak temposunun düşmesini engellemiş. Akıllıca yerlerde duraksayarak, seyirciye nefes aldırmayı bilmiş.

Müzik, gösterinin en önemli öğesi diyebilirim. Fazıl Say, Zülfü Livaneli, Cem Karaca, Edip Akbayram, Timur Selçuk, Tolga Çebi, Nadir Göktürk ve Tarık Öcal gibi isimler, Nazım şiirlerinden oluşan besteleriyle, gösteriye “ruh” katmaktalar. Bu şarkılara, o muhteşem sesiyle hayat veren kişi ise Tülay Günal. Bu arada Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, Nazım Hikmet için yazdığı, “Yiğidim Aslanım Burada Yatıyor” türküsü, Nazım’a verilen değerin esaslığıyla gösteriye mana katıyor. Oyunculuklara fazla söylenecek söz yok. MUHTEŞEM!  

Ali Paşa Hanı’ından, dolu dolu yaşam sevgisi ve şiire doymuş bir şekilde çıkıp, belki de en yakın kitapçıdan bir Nazım Hikmet şiir kitabı satın alacaksınız. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Nice nice Nazım oyunlarına…


Not: Oyun 90 dakika / Tek perdedir.

Not 2: Sezon içerisinde oynayacak olan Nazım oyunları:

“Jokond ile Si-Ya-U” (Zeliha Berksoy-şiir),

“Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” (İst. DT-oyun),

“Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni”, (İst. DT-şiir), 

“Onlar Ki”, (Nazım Oyuncuları-şiir)


Ayrıntılı bilgi için: www.dostlartiyatrosu.com



----------------------------------------------------------------------------

YAŞAMAYA DAİR

Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                     bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                      yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 

Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                     beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                               insanlar için ölebileceksin, 
                     hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                     hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                     hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                  yaşamak olduğunu bildiğin halde. 

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
         hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
         ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                yaşamak yanı ağır bastığından.

Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
             bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                             en son ajans haberlerini. 

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için, 
                        diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                        yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                 fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                 belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 

Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                         yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
         hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...

Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                      hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                      yani bu koskocaman dünyamız. 

Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                      zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 

Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için...


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR








NAZIM HİKMET

(1902 - 1963)


EGE KÜÇÜKKİPER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder