29 Kasım 2013 Cuma

Bir Engin Alkan Müzikali: “Küskün Müzikal”




KÜSKÜN MÜZİKAL

Engin Alkan’ın, Carson McCullers’ın“The Ballad of Sad Cafe” (Küskün Kahvenin Türküsü) adlı uzun öyküsünden esinlenerek yazdığı, 1996’da Edward Albee’nin aynı adlı çalışmasından etkilenerek, bir ‘rock bar’da sahnelediği Küskün Müzikal, 17 yıl sonra yeni bir formda  seyirci karşısına çıkıyor. Eser, aynı zamanda Simon Callow yönetmenliğinde beyazperdeye uyarlanmış. (1991) Oyunu, Sahne Hal’e ‘destek haftası’ kapsamında Avrupa Yakasında “ilk ve son kez” sahnelendiğinde izledim. Broşürde Engin Alkan’ın açıklamaları dikkatimi çekti. Ele aldığı eseri, “başucu” kitabı olarak benimsemiş. Yıllardır Engin Alkan adını duyduğum da maraton koşucularına bile taş çıkartan, büyük bir beklenti içerisine giren ben, oyun bitiminde hayal kırıklığına uğradım ve aklıma takılan bir cümleyi (Başucuma koymak) değiştirme ihtiyacı duydum: “Başımdan savmak”

1940’lı-50’li yıllarda, A.B.D’nin kabus dönemlerini (Gerçi şu anda da bir değişiklik yok), sıcaklığını, yapışkanlığını, hatta mide bulandırıcılığını, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman neşeli bir şekilde izleyiciye aktaran müzikal, yönetmenin de belirttiği gibi “tuhaf” ama “gerçek” olan öyküsü ve karakterleriyle, izlediğim en “ilginç” oyun statüsüne kavuşuyor. Metnin barındırdığı tema(lar) her ne kadar birbirine zıt olsa da, hayatın birçok yönünü ele alarak, şiddet ile sevgiyi, aşk ile gururu, kötü ile iyiyi ortak pota da eritiyor. Aslında mekansal olarak bakıldığında kasaba ile şehir arasındaki ayrımı da vurgulayan metin, ulaşılmak istenen hedef misali, şehri bir kurtuluş olarak betimliyor.

Öte yandan sermayenin egemenliğini, baş karakterin para karşılığı verdiği ilaç ve bu ilacın sadece “baş”ta ki kişide oluşuyla tekel sistemini eleştiren eser, liderlik kavramı ile bu kavrama duyulan ihtiyacı fiziksel bir boyutta ele alarak işliyor. Bu işleyişte, “iyileştirme”/"uyuşturma" politikası ön plana çıkarılarak gücün önemi ya da verilen vaat dile getirilirken, karar mekanizmasının sadece bireyde değil esas toplumda olduğu düşüncesi vuku buluyor. “Ring” sahnesi bu paragrafa güzel bir örnek teşkil ederken, güçlü ile güçsüzün durumunun değişkenliğini, şiddet teması üzerinden şekillendiriyor. Minnet etmenin doğallaştırıldığı oyunda, aşkın kuraltanımazlığı yine tuhaf bir biçimde aktarılırken, “ötekileştirme”nin (en basitinden) bir grup içerisindeki konumunu belirliyor.

Karakterlerin değişkenlikleri, ortamın şartlarına göre değişse de, birlik olma içgüdüsünün ağır bastığı Küskün Müzikal’de, ezilen tabakanın, güçlünün yanındayken, onu sersemletip, güçsüzün yanına geçerek, onu güçlü konuma getirişini “sömürü” ilkesini baz alarak gösteriyor. Hem asi, hem de uysal insanların nasıl bir yaşam tarzını tercih ettiklerini/ettirildiklerini, Amerika’dan diğer ülkelere (Türkiye dahil) kadar uzanan bir coğrafyada erkek egemen toplumun çıkarlarını sorgulayan oyun, “baskı” rejiminin getirilerinin (daha çok götürüleri) pasifleşen insanoğlu ile ilişkilendiriyor. “Kadın(lık)”ın yeri ve erkek tarafından cinsel obje olarak görülüşünü acı bir hisle veren eser, bitmek tükenmek bilmeyen evrensel bir sorunla seyirciyi selamlarken, “bedel” üzerinde yoğunlaşıp, “ceza” kriteri oluşturuyor.

REJİ – DEKOR – MÜZİK

Engin Alkan, diyalog, sahne, karakter ve en önemlisi şarkı eklemeleriyle müzikal bir form yakaladığı esinlemesinde, aynı zamanda dekor tasarımını da üstlenmiş. Dekorla rejiyi iç içe değerlendirmem gerekiyor. Zira söyleyeceklerim her iki unsurunda tamamlayıcısı. Dekor, iki tarafından tahta merdivenlerle çıkılan ufak bir kattan oluşmuş. Kuzen haricinde kimsenin yukarıya, yani gücün bulunduğu yere (Zakkum’un yanına) çıkamaması, ulaşılmazlık, korku ve ezen-ezilen ilişkisini açıklamaya yetmiş. Sadece aşk ve sevgiye bağlı olanların hedefe ulaşması ise, gerçek ölçütü belirgin kılmış. Katın altının boş oluşu ve kasabalıların oraya sığınması, güçlünün altında kendini sağlama alma ve sığınma içgüsünü yansıtırken, Zakkum’un her an çökecek boşluktaki yeri, gücün sarsılabilir/devrilebilir halini simgelemiş. Ring sahnesinde ise aynı pastadan pay alacakların taraf oluşu, çıkara göre bölünebilirliği temsil etmiş. Merdivenlerin kapalı konuma getirilip, kafes izleniminin yaratılması da sıkışmışlık duygusunu hissettirmiş.

İşte oyunun en güzel tarafı! Oyuncunun (Zakkum) kadın, ama tiplemesinin erkek oluşu! Erkek egemen dünya ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Fondaki sarkıntılar, Güney Amerika’nin bozkırına göz kırparken, paravan görevi de görmüş. Çoğu oyununda grotesk yapıyı kullanan Alkan, bu oyunda karakterlerin yaşadığı “baskı”dan ötürü, bu kullanımını gerekliliğe oturtmuş. Karakter isimleri, karakterlerin fiziksel ve ruhsal açılarına uygun verilmiş. Kesik karakterinin ilk perde de sadece görüntü olarak varlığı bence dikkat çekip, merak uyandırmamış. Bazı yerler (özellikle giriş ve final) fazla uzatılmış. Müzikal yapımlar ille de 3 saat olacak diye bir şey yok! Şarkılar ise, keman, kanun, perküsyon, klarnet, bas ve klavyenin eşliğinde, güzel melodili, güzel sözlü, dinamik, yapıcı, etkili. Okestranın oyuna dahil oluşu samimiyetin bir göstergesi. Oyun başlamadan evvel sahnede teknik aksaklıklar giderilirken, oyuncuların şarkı söylediklerini duydum. (Provaydı herhalde) Çok hoşuma gitti, beklentim arttı, yüzüm güldü, sabırsızlandım. Her oyundan önce olsa ya…

Geçmiş dönemin “Müzikaller Kralı” Egemen Bostancı ise bu dönemin ki Engin Alkan’dır! Şark Dişçisi, İstanbul Efendisi, Tarla Kuşuydu Juliet gibi pek çok müzikal/müzikli oyuna imzasını atan Alkan, yazımın başında da belirttiğim gibi hevesimi kursağımda bıraktı. Bu demek değil ki bir daha Engin Alkan yönetiminde bir müzikal izlemeyeceğim. Sırada “Huysuz” var. Aslında sorun “reji”de değil, metinde. Fakat Engin Bey’in hem orijinal hikayeden ne derece bağımsız hareket ettiğini bilemediğimden hem de metnin sahneye yansıtılışı rejisör odaklı olduğundan taşıdığım yükün sorumlusu olarak Engin Alkan’ı görüyorum. Muhakkak yanılıyorumdur… 

KOSTÜM – IŞIK

Kostümler Çağla Yıldırım imzalı.  Role ve dönemin atmosferine cuk oturmuş. Kuzen’in pembe kostümü eğlenceli kimliğini yansıtırken, diğer karakterin soluk giyinşleri durumu özetlemiş. Fazla söze gerek yok..  Işık tasarımı ise, oyunun ruh haline göre açılma ve kararmalarla desteklenmiş. Kuzen’i arayış sahnesinde, ışığın seyirci üzerinde gezdirilmesini isterdim. Böylece seyirci oyunun içerisine dahil olup, dinamizm yaratabilirdi. Boks sahnesinde farklı renkte bir aydınlatma kullanılabilirdi.  Cem Yılmazer’in ışık tasarımını yaptığı çoğu oyunu izledim ve genel kanaatim: “Bazen oluyor da bazen neden olmuyor.” oldu.    

OYUNCULUKLAR

Pınar Yıldırım (Zakkum), Zeynep Çelik Küreş (Battal Sefa) ve İbrahim Ersoylu’ya (Kıymık) bayıldım. Belirttiğim üzere grotesk oyunculuk en zorudur. Hem duyguyu verip, hem bedeni parçalarcasına kullanmak her babayiğidin harcı değildir! Ayrıca Zeynep Hanım oyunun komedi yönünü ortaya çıkaran yegane oyuncu, kutlarım. Mert Süleyman (Kesik), Hande Ağaoğlu Kaplan (Zifir) ve Caner Erdem (Mıhbey) benim için ikinci planda geldi. Ekip çalışmasına son derece uyumlu ve inanan genç, kıpır kıpır oyuncular. Edip Tepeli (Kuzen) ise kamburluğuna rağmen, mimiklerini seyirciye geçirebildi fakat (malum ufak alan) ses düzeyi bir süre sonra çekilmez bir hal alıyor. Yukarıda grotesk oyunculuk ile baba-harc meselesine dikkat!

Kimileri Engin Alkan ‘sever’ (Ben de severim) ama onun ötesinde ‘izlerim’. Sözün özü; onca müziğe ve hareketliliğe rağmen “RUH” yok! Oyunda da geçtiği gibi: “Herkes üzgün biraz bugün hem de küskün”. Küsmedim ama gücendim… İtiraf etmem gerekirse işin içerisinde Engin Alkan olmasaydı bu kadar yazı bile yazmazdım. Kendisi, ‘şevk’e gelmemin nedenidir. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim… Ah o metin!!! SAÇMA!


Not: Oyun 2 perde / 3 saattir.


OYUNA DAİR FOTOĞRAFLAR





FİLM VERSİYONU (1991)


EGE KÜÇÜKKİPER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder