ÜÇ
KIZ KARDEŞ
“Çehov
Sezonu” açıldı!
İBB Şehir Tiyatroları “Vişne
Bahçesi”ni, Bursa Devlet Tiyatrosu “Martı”yı, ve Ankara Devlet Tiyatrosu "Vanya Dayı" + Şubat
ayında gerçekleştireceği “Çehov festivali” ile bu sezonu usta yazar Çehov’a
adamış durumda. İstanbul Devlet Tiyatrosu ise bu sezona, 1901’de yazılan bir
Çehov klasiğini yani “Üç Kız Kardeş”i, Mehmet Birkiye rejisiyle seyirci karşına
çıkarıyor. Ayrıca geçen sezondan devam eden “Çehov Makinesi” yine Çehov
sezonunu renklendiren bir diğer oyun olarak yerini alıyor. Ülkemizde ilk kez
Kenter Tiyatrosu’nda (1970), daha sonra Ankara Devlet Tiyatrosu (1982) ve İBB
Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenen (2007) Üç Kız Kardeş, altı yıl aradan
sonra seyirciyi selamlarken, aynı zamanda Anton Çehov’un değerini ortaya
koyuyor.
Artık hayatta olmayan
General Pozurov’un kızları Olga, Maşa ve İrina’nın değişen yaşamıyla, dönemin
çalkantılı atmosferini trajikomik bir dille izleyiciye sunan Üç Kız Kardeş,
kimi zaman siyasi, kimi zaman ahlaki kimi zamansa ruhi bir temelde
şekilleniyor. Ana temasını “değişim” olarak belirleyen oyun, gidenler ile (Üç
kız kardeşin değişen hayatı) gelenlerin (Natalya ve onun gibiler) toplumsal ve
bireysel açıdan etkisini tartışırken, aslında her ikisinin de birbirlerinin
eceli olduğuna değiniyor. Çekilen acıların, ahlak temasından yola çıkılarak bir
sonuca vardırıldığı eser, emeğin değerini göz önünde tutarak değişimin
sağlanabileceğini askeri garnizona gelen subaylar aracılığıyla gösteriyor.
Geçmişe bağlı fakat geleceğe
de göz kırpan kardeşlerin (sadece Moskova bazında, mutluluğu yakalamak için) git
gide küçülen hayalleri, artan mutsuzlukları ve yaşamdan çalışarak dahi olsa
keyif alamamaları “an” meselesinden yola çıkılarak aktarılıyor. Gelecekte nasıl
bir dünya ile karşılaşacağını hiçbir zaman düşünmeyenlerin, geçmişe
bağlılıklarıyla nasıl bir bataklığa süründüklerinin farkında olmayanların,
saatin kırılmasıyla kendilerine gelişleri, kurtuluş ümidini pekiştirirken,
ayaklı saatin yedi dakika ileri oluşu duruma ironik bir boyut katıyor. Mutluluğun
ancak değişimde gizli olduğunu belirten eser, tüm güzelliklerin ancak tutsak iken
farkedildiğini, isteklere kavuşulduğunda yine o güzelliklerden mahrum ve çevrede
olup bitene karşı kayıtsız kalınacağını yüzümüze çarpıyor.
Metin, özünde “çalışma”
yetisinin önemi üzerinde dururken, gazete üzerinden bilgelik ve cahillik kavramlarını
sorguluyor. Sadece gazetedeki yazarları tanıyan ama ne yazdıkları hakkında
hiçbir fikri sahibi olmadan, öyleymiş gibi görünenlerin aslında bilgelikten eser
taşımadığını vurgulayan eser, “dışarıda” olup bitenden bihaber olan kimselerin,
değişimin önündeki esas engel olduğunu söylüyor. İşçiler ise, “çalışkanlıklarıyla”
değişimin bir numaralı kaynağı olarak yüz kızartıyor. Değişemeyen, bir başka
deyişle, “giden” olanlar ise Dadı Anfisa üzerinden, işe yaramazlık duygusu
verilerek, sona gelindiğinin haberciliğini yapıyor. En büyük kavganın “yemek”
yüzünden çıktığı oyunda, tüketim kültürüne gönderme yapılırken, olumsuz giden
yaşama rağmen eğlencenin kesilmemesi duruma tuz biber ekiyor.
İlmi ve askeri
seçimlerin yarattığı durumlar üzerinde, ülke refahının hangi yolla
sağlanabilineceğini düşündüren oyun, kişi de bulunan “fazlalık”ları (birçok dil
bilmeleri) bireyin sırtında bir yük olarak betimleyip, yaşadıkları toplumu,
yaşadıkları andan daha da geriye götürmede birer araç olarak sunuyor.
Subayların, bir şehirden başka bir şehre gönderilmeleri ise metnin politik
kimliğini şekillendiriyor. Kadının
konumunu da “kadın asla filozof olamaz” mantığının işlediği, erkek egemen bir
düzen üzerinden veren metin, evlilik öğesini “ödev” bilinci olarak karşımıza
çıkarıyor. (Üstelik bu şekilde düşünen bir kadın! “Olga”) Keman çalan fakat bu
yolla geçimini sağlayamayan Andrey, aynı zamanda oymacılık yaparak, sanata
verilen değerin hiçliğiyle herkesi utandırıyor.
Aşkın bile karşılıksız
olduğu eserde, “mutlu rakip” olamayacağının altı çizilirken, süregelen yaşamın
kadere bağlanması ve Moskova’nın artık sadece fallarda çıkması, her şeyin bir
hayalden ibaret olduğunu anlatıyor. Değişimin gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması
ile birlikte “bir baron eksik ya da bir baron fazla ne farkeder ki?” cümlesiyle
umudun iyice kırıldığı Üç Kız Kardeş’te, “felsefe”nin, boşluktan ve sıkıntıdan
yapılışı, “bıyık” metaforuyla gülünç bir statü değişiminin yaşanışı ve de
sosyalleşmenin bu statüye bağlanışı durumun vahimliğini açığa çıkarıyor. Ayrıca
sonradan görme tavırların, hayata yön verişi ve bireyin yükselmesinde etken
oluşu da buna yardımcı oluyor.
REJİ
Öncelikle metinden
bağımsız olan sahneleri ve bu sahnelerin ele alınışı/zamansal olarak metne
yedirilmesi üzerinde durmak isterim. O sahnelere gerek var mıydı?
Eser bir klasik olmasaydı, belki olabilirdi. Yine de ek olarak konulan
toplumsal direniş sahnelerini “yeni metin”lerde görmeyi yeğlerim. Çehov gibi
bir yazarın eserlerine, sırf “seyirci beğenisi” için zarar verildiği
kanaatindeyim. Söylecek bir sözü olan rejisör elbette ele aldığı metni
çeşitlendirir ve bunu en iyi şekilde seyirciye sunmak ister. Fakat böylesine
değerli eserler de bu ele alınışın iki kere düşünülmesi gerektiğine
inanlardanım. Oyunu birlikte izlediğim dostum, sahneleri görmemesine rağmen
benim anlattığım kadarıyla bir fikir edindi ve şöyle dedi: “Oyunu eleştirirken,
bu sahneleri ön plana çıkar ve ana tema olarak "direniş"i belirle.” Bakın, görmediği
halde sırf toplumsal bir etki yarattı diye bütün metin çöpe atıldı! Kim bilir
bunu kaç seyirci söylüyor? Haliyle Çehov’a da yazık oluyor… Öte yandan ek
sahnelerin, oyun arasına konulması, izleyiciye bir tercih sunarak, metnin
bütünlüğü bozulmasın istenmiş. Tabii bu tutum ancak metni bilen seyirci için geçerli!
Kar yağdırılışı ve son
sahnede siyah duvakların düşüşü beni son derece rahatsız etti. Hem estetik
açıdan hem de mantıksal boyutta zıtlıklar söz konusu. Kar sadece sağ tarafta
(seyirciye göre) mı yağıyor? Sol tarafın boşluğunu anlamış değilim. (Eğer bu boşluk daha sonra bahsedeceğim kuşların göçü ve Moskova'nın orada oluşu ise saçma!) Duvaklar
ise gelişi güzel ve dikkat dağıtarak düşüyor. Lakin anlam açısından oldukça
iyi. Evlenememiş olan üç kız kardeşin siyah duvaklar altında kalışı oyunun
bütünlüğüne uyum sağlayarak finalde toplarlayıcı bir nitelik kazanıyor. Gelelim
seyircinin de hayalini kurduğu “Moskova panaroması”na. Bu panaroma İrina’nın gitmek istediği Moskova
hayalinden hemen sonra gösteriliyor. İrina’nın hayalini kurduğu Moskova bu mu? sorusu
da, akabinde gelişen olaylar neticesinde seyirci tarafından sorgulanıyor. Bunun
payı, yukarıda bahsettiğim ek sahnelerin gelişiyle bağlantılı!
Yaprakların, koro
tarafından torbalar içerisinden dökülmesi yerine kar gibi sahne üzerinden
yağdırılabilirdi. Latince, Lehçe ve Fransızca gibi cümlelerin (metinde geçen her dipnot alınmamış) yine koro tarafından
açıklanması ise oyuna komedi unsuru katarak amacına ulaşmış. (Çehov, “Vişne
Bahçesi” ve “Üç Kız Kardeş” eserleri için “komedi” yakıştırmasını yapmıştır.) Orijinal
metne göre birinci perde, “İçeri iki subay girer , öpüşenleri görünce
afallayarak duraklarlar” diye bitiyor. Mehmet Birkiye ise “fotoğraf çekimi” ile
bitirmeyi tercih ederek farklı bir yaklaşım ile özel hayata müdahale üzerinde
durmuş. Bu farklılık kime ve neye göre şekillenecek artık bilmek istiyorum…
Bence Mehmet Birkiye rejilerinin yanına bir uyarı konup: “Oyun post-modern bir anlayışla sahnelenmiştir.” ibaresi eklenmelidir.
DEKOR
– KOSTÜM – IŞIK - MÜZİK
Sahnenin üst bölümünü
tamamen kaplayan kuşlar (eserde turna olarak geçiyor fakat sahnede leylek) aynı yöne doğru uç(m)uyorlar. Kanatları, bir ipe geçirilerek kukla formu yakalanmış. Madem kukla formu yakalandı neden kanat çırpmıyorlar? Süs
niyetine konulmuş kuşlar sadece metinde adı geçiyor diye mi orada? Ve en
önemlisi bu kuşlar dört mevsim mi göç ediyor? (Metnin ilk perdesi Mayıs, ikinci
perdesi Şubat, üçüncü perdesi Mayıs ve dördüncü perdesi Eylül – Ekim) Kuşların uçtuğu yön (sol) aynı zamanda Moskova'ya giden yol. En "basit"inden kuş figürünün bunu belirttiğini düşünüyorum. Bu mantıkla bakıldığından oyuncak trenin hem sağa hem sola hareket etmesi, yön duygusunun bozulmasına neden oluyor. Tek yönde gitmesi (sol) anlatımı kuvvetlendirebilirdi. Bu senenin “oyuncak tren modası” olduğu aşikar. Bkz: “Yolcu” (İBBŞT) Trenin geçtiği anlarda bir efekt verilmesini isterdim. Aksi halde çıkardığı ses çok yapay ve
rahatsız edici.
Gerçeklik duygusu
sadece kuş ve trende değil “alev”de de yoksun bırakılmış. Öyle bir alev ki,
sadece Rusya’yı değil, “yemeği” bile yakar! Fon, her ne kadar Çehov’un
güldürüsüne katkı yapmış olsa da bu katkı biraz fazla olmuş. Ve en çok göze batan, ilk perdede
ortalık yerde duran defter kümeleri. Evdeki her eşya toz içerisinde ve
yıllardır bir milim bile kımıldatılmamış. Peki onca defter, onca tozun
içerisinde, onca yıla rağmen nasıl sararmamış? Beyazlığı göz kamaştırıyordu! Şöminenin
yanıp, yanmadığını ise “kuytu-köşe” saklandığından anlayamadım. İkinci perdenin
dekoru ise Çehov’un beklentilerini karşılıyor. İkinci kısımda ki perdeler, iç ile dışın ayrımını yaparken, birinci kısıma bir etkisini göremedim. Behlüldane Tor’a yakışmamış.
Emeğinden dolayı teşekkür ederim…
Kostüm oyunun en
başarılı öğesi. İrina’nın beyaz kostümü saflığını ve temizliğini simgelerken,
Maşa’nın siyahlar içerisinde oluşu sürekli karamsar tavırlarına uyumluluk
sağlamış. Olga’nın ise kimi durumlarda iyi kimi durumlarda kötü oluşu, hem
beyaz hem siyah giyinişiyle dengelenmiş. İlerleyen bölümlerde İrina’nın
kostümünün, yarı yeşile dönmesi ve giderek kahverengiye kadar koyulaşması kaybettiği
umudunu yansıtmayı başarmış. Natalya’nın sonradan görmeliği kostümlerle betimlenmiş.
Diğer karakterlerin kostümleri ise mesleklerine ve dönemin şartlarına göre son
derece doğal. Şirin Dağtekin Yenen’i yürekten kutlarım…
Işık tasarımı, yer
yer “bravo” denilecek cinsten gözlerinizi kamaştırırken, yer yer “hadi canım,
bu tasarımı yapmış olan bunu atlamış olamaz.” dedirtiyor. Sahnenin karanlık,
sokağın aydınlık oluşu, “içerinin” kasvetiyle, “dışarının” ferahlığını anlatmaya
yeterken, ilk sahnelerde bütün sahnenin stadyum ışığı gibi aydınlatılmasına bir
mana veremedim. (İlk perde neşeli ve hareketli geçse de bu daha özel bir aydınlatma ile sağlanabilirdi) Gece sahnelerinde ise mumların sahneyi aydınlatması, ortama
doğallık getirmiş. Kemanın, dekora yansıtılması ise, seyircinin dikkatini çokta
çekmemiş. Hatta yer yer dağıtmış diyebilirim. Önder Arık’ı tebrik ederim… Müzik
ise (canlı olan bölüm) zamanlama konusunda hatalı. Keman neredeyse hiç
susmuyor. Akerdeon, metinde belirtildiği gibi uzaktan gelmiyor. Piyano daha
etkili olabilirdi. Bestesi yapılan müzikler ise gayet başarılı. Özellikle ara
sahnelerdeki gerilimvari müzik, atmosferi güçlü kılmış. Çağrı Beklen’i
kutlarım…
OYUNCULUKLAR
Oyunculukları
değerlendirmek elbette bana düşmez ama başrollerden bahsetmeden olmaz. Okday
Korunan, şimdiye kadar gördüğüm diksiyonu en iyi ve ses tonu en etkileyici
oyuncu. Rolünü de hakkını vermeyi başarmış. Üç kız kardeşlerin üçü de (Ayşe Lebriz Berkem (Olga), Veda Yurtsever İpek (Mâşa),
İmer Özgün (İrina) oyunculuklarıyla
beni büyüledi. Şunu söylemeden edemeyeceğim, İmer Hanımın oyunculuğunu bir kat
daha beğendim. Diğer roller de ise; Kubilay Karslıoğlu (Çebutikin), Güray
Görkem (Baron), Onur Dikmen (Solyoniy), Kaya Akarsu (Ferapont),
Seval Gökçe (Anfisa), Kürşat Alnıaçık (Verşinin), Turan Günay (Kuligin),
Gümeç Alpay Aslan (Natalya), Hüseyin Sevimli (Fedotik), Hasan Demirci
(Rode) görev
almakta. Bütün ekibin uyum içerisinde olduğu belli.
Bu
arada Çebutikin yani Kubilay Karslıoğlu, gözlüğü, bastonu ve kasketiyle Çehov'a ne kadar da benzemiş. Özellikle mi yapıldı bilemiyorum fakat sahnede sahte Çehov'u görmek beni mutlu etti. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim.
Mehmet Birkiye’yi çok severim ve rejisörlüğünü üstlendiği her oyununa hiç
tereddütsüz giderim. Bu oyunda hayal kırıklığına uğrasam da, bir diğer Mehmet
Birkiye oyunun da görüşmek üzere…
Şükran Güngör'ün anısına...
Şükran Güngör'ün anısına...
Not: Oyun 2 perde / 160 dakikadır.
Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr
ANTON ÇEHOV
(1860 - 1904)
EGE KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder