31 Ocak 2014 Cuma

Shakespeare Üçlemesi (3): “Othello” (Antalya DT)



OTHELLO

UYARI: “Bir önceki yazım olan “Fırtına”yı okumadıysanız bu yazıyı okumayınız.


William Shakespeare’in 1603 yılında yazdığı trajedi türündeki eser, birçok opera ve filme konu olmuş, 1930’lu yıllarda ise “Arab’ın İntikamı” adıyla çadır ve halk tiyatrolarında oynanmış. Orijinal metin 5 perde ve Devlet Tiyatroları gibi köklü bir kurumda sadece 3 kez sahnelenmiş. (1954-55 ve 78-79 sezonu Ankara, 2012-13 sezonu Antalya)  

“Shakespeare Haftası” kapsamında seyrettiğim üçüncü ve son oyun olan “Othello” Antalya Devlet Tiyatrosu yapımı. Rejisör ise bir önceki yazımda (Fırtına) yer alan Malcolm Keith Kay. Salona girdiğim an kendime şu soruyu sordum: “Acaba dekor tasarımcısı aynı mı?” Genelde teknik ekibe bakar, kafamda bazı şeyler kurar ve oyunu öyle seyrederim. Bu sefer yoğunluktan dolayı olsa gerek atlamışım. Oyun bitiminde ilk işim dekor tasarımcısına bakmak oldu. Baktıktan sonra karşıma çıkan ismin aynılığını görünce (Hakan Dündar), kendime neden o soruyu sorduğumu daha net anladım. “Fırtına”da olduğu gibi bu oyunda da saydam ve bütün sahneyi kaplayan, projektör yardımıyla birtakım görüntüler aktaran perde ile karşılaştım. Tek farkı, bu sefer daha oyun başlamadan görüntüler hareketlendirilmişti.

Çok geçmeden bir benzerlik daha gördüm sahnede. Sol taraf aynalarla kaplıydı. O an bende şimşekler çaktı. Yaratıcılıktan uzak, kopya bir sahneleyiş yöntemiyle oyunu izleyeceğimi anladım. Yazılarımda genellikle rejiye ve dekora ayrı ayrı bölümler ayırırdım fakat bu yazıda bunu yapmak epey güç. Bu nedenle iç içe değerlendirmeyi uygun gördüm. Hatta kostümü ve müziği de araya sokmaya karar verdim. (Dekorist ve rejisör aynı olunca bu istediğim daha da arttı) Belli ki rejisör dekora fazla müdahale etmiş. Dekoristin yaratıcılığını elinden alarak kendi “kopya”sını oluşturmuş. Ben Hakan Dündar’ın yerinde olsam kendi tabirimle “İkinci bir Malcolm Keith Kay vak’ası” yaşamamak için bu işe hiç bulaşmazdım. Hakan Bey, “Cyrano de Bergerac” (Ankara DT) oyun dekoruyla bana göre (Şimdiye kadar izlediğim oyunlar arasında) en iyi dekor tasarımına imzasını atmıştı. Herhalde o zaman rejisör baskısı yoktu.

Oyunda anlamlandıramadığım bir sürü şey var. Bilindiği üzre Othello Mağripli bir asker. Mağrip ise Kuzey Afrika’da. (Günümüzde Fas, Cezayir ve Tunus’u içine alan bölgede) Haliyle siyahi. Dediğim gibi bu bizim bildiğimiz tarafı. Aslında başka tarafı yok ama rejisör olduğuna inanmış olacak ki Othello’yu Uzak Doğulu yapmış. Malcolm Keith Kay,  “yaptım demekle olmaz” sözünün doğruluğuna beni bir kez daha inandırdı. Madem Othello Uzak Doğulu oldu neden karşımda siyahi olarak duruyor. Yarı Mağripli yarı Uzak Doğulu mu? Son yazdığım soru cümlesi ne kadar mantıksız öyle değil mi? Ben bu oyunda mantıksız olan daha çok şey gördüm. Othello’nun siyahi Uzak Doğulu olması sadece “görünen” kısmı. (Ben de esmerim, yoksa yoksa…….)

Gelelim Uzak Doğu’nun felsefesine. “Yin-Yang” yani karşıtlıklardan doğan ilişkiyi simgeleyen sembol, dekorun ana hatlarını oluşturmuş. Gerçi sadece siyah kısmı bu hattın oluşumuna katkı sağladığı için pek de “karşıtlık” olduğu söylenemez. Bu siyahlık başa bela! Mekan algısı ve bilgisinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Shakespeare haftası kapsamında izlediğim üç oyunun üçünde de bu algıyı bulamadım. Allahtan metin elimdeydi de fazla zorluk çekmedim. (Bu cümlenin detayı yazı sonundadır) Zorluk çekenler için olsa gerek rejisör, saydam perdede oluşturduğu görüntülerle izleyiciye kolaylık sağlamak istemiş. “Hiçbir şey anlama en kolayı bu” demiş! Bir an nerede oturduğum konusunda bile şüpheye düştüm. Olay Venedik ve Kıbrıs’ta geçiyor. Bu iki yer ismi de oyunda belirtiliyor. Ona rağmen Uzak Doğu. İlginç.. Ve “Aynalar”. Onlar orada neden var? Cevap çok açık: “Eyletmen beni, söyletmen beni, ağlatman beni, aynalar… aynalar…” (Fırtına’yı hatırlayın)

Projektör ve perdeyi değerlendirmek gerekirse, başlangıcın “estetik açıdan” beni etkilediğini itiraf etmeliyim. Sonradan da bu etkiyi kaybettiğimi üzülerek belirtmeliyim. Kanın (Kırmızı bir tül) perde gerisinde, suda dalgalanıyor gibi gösterilmesi etkilendiğim kısımdı. Ama şöyle bir etraflıca düşününce, oyun boyunca kan görmediğimi hatırladım. İlk görüntü çok mühimdir. Oyun hakkında bilgi verir, ilerisini şekillendirir. Eser ve sahnede ölümün varolup, kanın olmaması kırmızı tülün etkisini geçersiz kılmış. Geçersiz olan bir diğer görsel ise, yanan çorak arazi görüntüsü. Finalde yer alan alevler sahnenin özünü anlatmaya yetmiş diye yazacak iken çorak arazi bu cümleyi kurmamı engelledi. O arazi neyi anlatmış, anlatmaya çalışmış ya da anlatamamış?

Malcolm Keith Kay, Uzak Doğu dövüş sporlarını (Karate, Aikido, Tekvando) kılıçlı, oklu düello sahnelerinde kullanmış. Oyun içerisinde, yazdığım üç sporun üçü de olmayabilir. Hangisi hangisidir ben pek bilmem. Gördüklerim bana bunları yazdırıyor. Othello, yanına gelenlerin karnına önce elinin tersiyle vuruyor daha sonra da iki eliyle karşısındakinin kollarına vuruyor. Karşısındaki de bir dizini yere koyarak selam veriyor. Sahnenin sol bölümü mavi ışıklandırma ile Othello’ya, sağ bölümü ise kırmızı ışıklandırma ile İago’ya ayrılmış. Bu durum bende ringe çıkacak iki boksörü çağrıştırdı. Oyundaki tellal (Karakterlerden biri tellal’ın söyleceği sözü söylüyor) köşeleri duyurur ve karşılaşmayı başlatır diye bekledim ama olmadı. (İyi ki) Kırmızı kısmın yani İago’nun alçakta, Othello’nun ise yüksekte konumlandırılışları amacına uygun olmuş. Amaç neydi? Boks mu? Her neyse karıştırdım devam edeyim..   

Hazır Uzak Doğu dövüş sporlarından bahsetmişken kostüm tasarımı hakkındaki düşüncelerimi de araya sıkıştırayım. Othello hariç tüm erkek karakterler siyahlar içerisinde. Aklıma yine “Fırtına” geliyor. “Acaba kostüm tasarımcısı da mı aynı?” diye düşünüyorum. Sonra aynı olmadığını öğreniyorum. (Candan Günay) “Dük” karakteri, (Venedik’in reisi) tahminimce Uzak Doğu dövüş sporları ustası. Bana bu tahmini yaptıran Dük’ün “siyah kuşaklı” olması. Başındaki Çin dövmeleri, saçını tepede toplaması da bu kanımı güçlendiren faktörler arasında. Zaten bütün olaylarda “hakem” olan o. Othello ise ilk başlarda beyaz sonraları siyah. (Kostümü) Yani son raddeye varmış ama görevi elinden alınıyor (?) Söylemiştim bu siyah başa bela! Bu kadar siyahlık bence yeter. Biraz da beyazlıktan bahsedelim. Desdemona ve Emilia’nın beyaz kostümleri, her ne kadar  iyiliği ve saflığı betimlese de incelikten yoksun tasarımları ile yaş farkını gözetmemesi durumu anlamsızlaştırmış. Bu arada Othello’nun kostümüne baktığımda “gizli Matrix” olduğunu keşfettim ve şöyle bir tanımlama yaptım: “Uzak Doğulu bir Matrix Mağriplisi”. Nüfus cüzdanını merak ediyorum…

Müzikleri dinlediğimde yapanın Çinli olduğuna kanaat getirdim. Çok iyi biliyor Çin işkencesini. Arada bile müzik devam ediyordu. Bir dur! Topu topu 10 dakikamız var kafamızı dinleyelim. Fuayeye çıktım kar etmedi, dışarı çıktım yağmurun sesini bastırdı. İşkence değil de nedir? Uzak Doğu’nun ezgilerini taşıyan müziklerde ağırlıklı olarak üflemeli enstrümanlar kullanılmış. Kimileri “dinlendirici” der ama bende daha çok uyuşturucu bir tesir bıraktı. Sahne üzerinde ise vurmalı çalgılar kendini göstermiş. Gong ise şüphe çeken sahnelerde yerini bulmuş. Bunların aksine Othello ile İago’nun tartıştığı sahne Uzak Doğu esintileri yerine daha batıya kayan ve sahnenin ruhunun canlanmasına hiçbir yardımı dokunmayan ölüm, ayrılık, hüzün gibi duyguların hakim olduğu duygular taşıyor. Bana başka bir ülkeye geçmişlik hissi verdi. “Fırtına” ile olan ortak nokta ise, “sözlü” müziğin varlığı. Bestecinin adını yazmak isterdim ama belirtilmemiş. Zaten broşür de göremedim.  

Işık tasarımcısı (Namık Gürsoy) karanlık olmayı tercih etmiş. Çıkmaza girilen sahnelerde ya da duyguların yoğun yaşandığı yerlerde bu uygulama yapılsaydı bir amaç taşıdığını söyleyebilirdim fakat baştan sona her sahnenin karanlık olarak tasarlanmasını benim aklım almadı. Üzerinde düşünmekte istemedim. Çünkü bir nedeninin olduğuna inanmıyorum. Dekor yanlarında sıra sıra dizilen ışıkları takip etmekten son derece gözüm yoruldu. Dikkati oyun ve oyuncu hariç her şeye çekiyor. Yeri gelmişken söyleyim ışık tasarımını görünce aklım yine “Fırtına”ya gitti. “Bu kadar da olmaz, bu benzerlikleri sen uyduruyorsun” diyebilirsiniz. Sizin söylediğiniz cümleden “bu benzerlikleri sen uyduruyorsun” kısmını çıkararak bende söyledim..

Akseaurlarda ön plana çıkan, sopa üzerine takılı mask. Sopayı kullanan Othello. Oturuş biçimi yoga yapar gibi. Desdemona’nın boğulduğu yastık da siyah. (Bu kısım bir sonraki bölümde daha detaylı açıklanacaktır) Othello’nun kulağı normale uygun olarak küpeli. Bunu Uzak Doğulular’a anlatmak zor olacak.  Efektler yapay. Senatonun yaptığı toplantıda izleyiciler, toplantıya katılan üyeler olarak konumlandırılmış. Senato başkanının her cümlesinin sonunda gelen yapay alkış efekti samimiyetten uzak. Benim yerime o (?) alkışlıyor. Ve en rahatsız edici problem: “Sis”. Ne lüzumu var? Oyuna hiçbir etkisi yok. Ayrıca çok yoğun. Sis olmasa ne olurdu? diye düşündüm. Tek kelime ile yanıt bulabildim: “İyi”.  Bundan sonrası metin ve çeviri ile ilintilidir.

Çeviriyi Özdemir Nutku yapmış. Benim elimdeki metnin çevirisi Mehmet Erdil’e ait. (Kitap Zamanı Yayınevi) Erdil, Desdemona için “fahişe” ya da “namussuz” diyor, Nutku “orospu.” Kibarlıktan dolayı değil ama fahişe daha uygun geldi bana. Ayrıca sürekli orospu kelimesinin tekrar edilmesini abartılı buldum. Metinde ise bazı budamalar ve değişiklikler var. Desdemona yastıkla değil, Othello tarafından ağızının tıkanmasıyla ölüyor. O zaman o kara yastıklar orada neden var? Othello kendisini, İago’da, Emilia’yı çakıya benzer bir kesiciyle öldürüyor. Ziya! Çakıyla aslan mı öldürdün??? Doğrusunu söylemek gerekirse ben “harakiri” yapacak sanmıştım. Sularını akıta akıta elma yeme ve elden dirseğe kadar yalama bölümlerine hiçbir mana veremedim. Bu kısımla bağlantılı olarak  karakterlerin boyut değiştirmesinden bahsetmek istiyorum. İago’nun cinsel dürtüleri aşırıya kaçmış. Sapık ile tecavüzcü arası bir noktada kendine yer edinmiş. Böyle bir tutumun tercih edilmesi, Uzak Doğu’da tecavüzün çok oluşundan dolayı mı? Benim midemi kaldırdı! Ve oyunun merkezlerinden biri olan mendil düşürme sahnesinde, mendili neden Desdemona değilde Othello yere attı? Hem de alenen.  

Ayrıca kavga sahnelerinde ve Othello ile İago’nun Desdemona hakkında konuştukları sahnede de (3. Perde 3. Sahne) birtakım budamalara şahit oldum. “Söğüt” adlı şarkıda yoktu. (Bu anlaşılabilir) Biraz da vurgu ve tonlamalardan bahsedeyim. Cassio ile Bianca sahnesinde (3. Perde 4. Sahne) Bianca’nın, ikinci repliğinden sonrası fazla yumuşak söylendi. Sahneye ve seyirciye işlemedi. Bu oyunda bir kez daha oyuncunun önemini anladım. Kimi çok hızlı, kimi çok sessiz, kimi çok abartılı kimi ise çok isteksiz konuşuyor ve oynuyordu. Haliyle anlamakta ve duymakta sıkıntı çektim. “Devlet Tiyatrosu Sanatçısı” kavramını düşündüm durdum. Klasik sahneleyiş tekniğinde yönetmenin yaratıcılığının sınırlandığına inanırım fakat böyle farklılıştırmaları gördükçe galiba en iyi klasik olanı diyorum. Oyuna fazlasıyla yabancılaştım ama Çin efektleriyle değil…

Kadro: Selim Bayraktar, Sertel Uğur, Ali Meriç, Orkun Yılmaz, Meltem Gülenç, Kader Özşen Gözpınar, Başak İşür, Bülent Ünsür, Ebru Tanrıver, Hüseyin Atav, Erol Karayılan, Yalçın Temmuz Yılmaz ve Toray Bostan.

Afiş ile ilgili açıklama: Rejisör, afişi içine sindirmiş ve Othello’yu kuklaya çevirmiş!

Oyunda geçen mekanlar (Sırasıyla)

PERDE 1
SAHNE 1: Venedik’te bir sokak
SAHNE 2: Başka bir sokak
SAHNE 3: Toplantı odası

PERDE 2
SAHNE 1: Kıbrıs’ta bir liman, limana yakın bir meydan
SAHNE 2: Bir sokak
SAHNE 3: Şatoda bir avlu

PERDE 3
SAHNE 1: Kıbrıs’ta şato önü
SAHNE 2: Bir oda
SAHNE 3: Kıbrıs: Kale bahçesi
SAHNE 4: Hisar önü

PERDE 4
SAHNE 1: Kıbrıs’ta şato önü
SAHNE 2: Aynı yer
SAHNE 3: Başka bir oda

PERDE 5
SAHNE 1: Kıbrıs’ta bir sokak
SAHNE 2: Hisarda bir yatak odası

Toplam sahne sayısı: 15


Not: Oyun 2 saat 20 dakika / 2 perdedir.


Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

Uyarı: Oyunda yoğun bir biçimde sis kullanılmaktadır.


Kaynaklar

Kitap Zamanı Yayınevi: Othello (2009 Basımı)

Vikipedia


EGE KÜÇÜKKİPER


Shakespeare Üçlemesi (2): “Fırtına” (İzmir DT)



FIRTINA


“Fırtına”, William Shakespeare tarafından 1611’de kaleme alınmış 5 perdelik bir eserdir. Aynı zamanda Shakespeare’in son eseridir. 1642’de Cromwell’in devrim idaresi tarafından, İngiliz tiyatrolarının kapatılmasına kadar pek dikkat çekmeyen eser, tiyatrolar tekrar açıldıktan sonra ilgi görmüş ve popülaritesini arttırmıştır. Uzmanlar, bu eserin kaynağını, Virjinya’ya gitmekte olan “Sea Venture” adlı bir geminin Bermuda adaları açıklarında kazaya uğrayıp, battığını kendi gözleriyle gören William Stracheyin’in hazırladığı raporlara bağlamaktadır. Çünkü bu rapor el yazması yoluyla çoğaltılmış ve elden ele dolaşmıştır. Bir kopyasının da Shakespeare’de olduğu düşünülmektedir. “Fırtına”, hem sessiz film döneminde, hem de savaş sonrası dönemde birçok kez beyazperdeye uyarlanmıştır. Aynı zamanda klasik batı müziği sanatçılarına ilham kaynağı olmuştur. İlginç olan kısım ise (Bana göre) Bursa ve Erzurum DT’nda “çocuk oyunu” olarak, Adana ve Ankara DT’nda yine yabancı rejisörler ile sahnelemiş olmasıdır. DT’nda rejisör mü kalmadı?

Malcom Keith Kay, İngiliz asıllı Avusturalyalı tiyatro yönetmeni, eğitmeni, sinema ve televizyon oyuncusu, öğretim görevlisi ve yöneticidir. Tiyatro eğitimine “The Webber Douglas Academy of Singing and Dramatic Arts”ta (Londra) başlamıştır. Yetmişin üzerinde tiyatro oyununda başrol oynayan Kay, elli sekiz oyunda da sanat yönetmeni olarak çalışmıştır. İki üniversitede müzik, müzik teknolojisi, sahne tasarımı ve dans bölümlerinin kurucusudur. Yönettiği oyunlar: “Othello”, “Kral Lear”, “Romeo ve Juliet”, “Üç Kuruşluk Opera”, “Küheylan”, “Cadı Kazanı”, “Marat-Sade”, “Hayvan Çiftliği”, “Mefisto”, “Her Devirde Adam”.

İzmir Devlet Tiyatrosu yapımı “Fırtına”, “Shakespeare Haftası” dolayısıyla Ankara’da izlediğim ikinci oyundu. Biletler temsil gününden 13 gün önce satışa çıktığı ve anında tükendiği için oyuna yer bulamam telaşıyla bilgisayar başında bekliyordum. Satış başladıktan sonra bu telaşımın yersiz olduğunu anladım. Çünkü 490 kişilik salon temsile saatler kala ancak doldu ve bu durum sadece bu oyuna mahsustu. Yine düşüncelere daldım. Her oyun, saniyesinde dolarken bu sefer neden dolmadı? diye. Seyirciyi iten neydi? Aklıma iki şey geldi. Birincisi, “Fırtına”nın, diğer Shakespeare oyunları gibi çok meşhur olmaması, (Bunun için oyuna dair birtakım bilgileri yazma gereği duydum) ikincisi ise, konusunun ya da rejisörünün dikkat çekmemişliğiydi. (Bunun için de gerekli bilgi yukarıda var) Belki her ikisi de işin içindeydi. Neyse, nihayetinde salon dolmuştu ama az bir süreliğine*

Salona girdiğimde, beni yarı saydam bir perde karşıladı. Projeksiyon yardımıyla aktarılan görüntüler arasında güneş, dağ, yol, kanat, kuru kafa vb. öğeler duruyordu. Gayet dinlendirici ve rahatlatıcıydı. Koltuğuma yumulmuşken irkildim. Oyunun adı çınladı kulaklarımda. Fırtına neredeydi? Daha çok tatil manzarasını anımsatan görüntüler içerisine mi gizlenmişti? Görüntüler henüz hareket etmiyordu. Sabırla oynunun başlamasını bekledim. Oyun başladı ve az önce yazdığım görüntüler yerine perde arkasında büyü yapan bir adam ve yaptığı büyüyü o yarı saydam perdeye ulaştıran bir mizansenle karşılaştım. Büyü, tılsım, dua gibi şeyler görünce gerçek yerine hayali bir anlatım tarzı aradım. Fakat aradığımı bulamadım..

Projeksiyon sadece büyü ya da diğer fantastik unsurlar için değil, olanları anlatmada ve izleyiciyi bilgilendirmede bir araç olarak kullanılmış. İlk perde için amacına uygun tasarlanmış olan görüntüler ikinci perdede aşırıya kaçmış. Oyun ile alakasız görüntüler, oyunun gidişatını bölmekten başka bir işe yaramamış. Neredeyse her sahnenin bitiminde perde indiriliyor ve o sahneden bağımsız türlü görüntüler sunuluyor. Ölen ve çürüyenin olmadığı oyunda dağların yamacından ağzında iskeletler taşıyarak süzülen kartallar neyi betimliyor? Bu teknikte (Projeksiyon) anlayamadığım esas kısım, projeksiyona neden kişi görünütülerinin yansıtıldığı. Oyuncuları zaten sahnede görüyorum, repliklerini dev perdeden duyma ihtiyacım neden olsun? Sadece mekanı görmeyi yeğlerdim. (O da olmasaydı olurdu da neyse)

Gerçek ve hayal kavramına geri dönmek istiyorum. Eko yapan mikrofon kullanımı hayali sahnelere uyum sağlarken, sahne önünün sularla kaplı oluşu olayı gerçeğe yaklaştırmış. Yani gerçek ile hayal aynı potada eritilmeye çalışılmış. Bu durum bende algı bozukluğuna yol açtı. Üstün güçlerin egemem olduğu bir oyunda, gerçekliğin ön plana çıkması diğer sahnelerin de etkisini azaltmaz mı? Efektler başarılı fakat sık tekrarlanmış. İlk görüntü dinlendirici, fırtınadan uzak demiştim, o görüntünün üstüne gelen ve daha sonraları (Fırtına dindikten sonra) sürekli kulağımı tırmalayan gök gürültüsü efekti neyin habercisi?

Oyun bitiminde herkesin çıkmasını bekledim ve dekorun fotoğrafını çektim. (Yazı sonunda mevcuttur) Şimdi o fotoğrafa bakarak gördüklerimi aktarıyorum. Fon kullanımı hoşuma gitti. Peri ve arkadaşlarının olduğu sahnelerde fonun renk değiştirmesi ve hareketlendirilmesi tılsımın etkisini ortama yaymış. İki taraftan oluşan merdivenler ada şartlarına uygun olarak yosun tutmuş. Sahne üstünün neden yosun tuttuğunu ve neden mavi rengin tercih edildiğini anlayamadım. Ortada duran kaya (?) açılıp kapanıyor. Çünkü içinde biri var ve oraya hapsedilmiş. Yine bir ütopya ile karşı karşıyayız. Su ve yosun gibi bir oluşumun içerisinde üretilen şeylerin yanında açılıp kapanan bir kayanın olması ne derece inandırıcı? Yeri gelmişken söyleyeyim, kayanın içerisine hapsedilen yarı insan yarı hayvan olan karakterin, boynunda zincir oluşu ve köpek gibi yürümesi bana “Godot’yu Beklerken”i hatırlattı. Ben de bekledim belki kaya döner ve içini görürüm diye ama nafile..  

Ve sahnenin her iki yanını kaplayan aynalar. “Aynaya bak gerçeği gör” demek için yaratılmışlar. Böyle bir oyunda ben neyin gerçekliğini aramalıyım? Yapılan büyünün mü?, açılan kayanın mı?, sırtıma konan perinin mi?, fırtına dindikten sonra devam eden gök gürültüsünün mü?, yarı insan yarı hayvan olan karakterin tam olarak ne olduğunun mu? Birde tepeden sarkan ipin ne işe yaradığını merak ettim. Oyun bitimine kadar bekledim. Acaba çekecekler de bir şey mi düşecek? diye. Düşmedi, sallanmadı, öylece durdu…

Bahsettiğim dekor tasarımı Hakan Dündar’a ait. Rejisör Malcolm Keith Kay, Hakan Bey’den çok memnun kalmış olacak ki bu oyunda da kendisiyle çalışmayı istemiş. (Bundan evvel birlikte çalıştıkları oyun “Othello”) Kostüm tasarımı ise Yıldız Köse İpeklioğlu imzalı. Siyahın hakim olduğu tasarımlar, hemen hemen her oyuncuyu kapatır cinsten. Kimi daha süslü kimi daha sade. Hepsinin siyah oluşu aklıma tek şeyi getirdi o da gördüğüm topluluğun bir “tayfa” oluşuydu. Bunun için siyahlığın şart olduğunu düşünmüyorum. Konuşmalar ve mizansen bana bunu açıklamaya yetiyor. Süs meselesinde ise “mevki farkı”nın gözetildiğini anladım. Prospero’nun kostümü büründüğü “büyücü” (Halbuki Dük. Düklüğü elinden alınmış fakat yeni bir büyücülük sıfatı verilmemiş.) rolüne uygun tasarlanmış. Peri’nin beyaz kostümü iyilikseverliği göz önüne alındığında başarılı ama pantolon yerine etek olmasını tercih ederdim.

Işık tasarımı oyun boyunca bana şu şarkıyı söyleyletti: “Karanlıklar içinden gün doğar ya aniden, belki öyle can bulur yarım kalan hikayemiz” Bu kadar karanlığın içerisinden gün doğar mı bilemem ama birdenbire gelen gök gürültüsü efektiyle sahnenin aydınlanmasına bakarsam, pek de doğacakmış gibi gelmiyor. Normalde ana gök gürültüsü duyulmadan önce öncü gök gürültüleri duyulur. Biraz aydınlanma olur. Bu şekilde oluşu, seyirciye konsantrasyon eksikliğinden başka bir şey getirmemiş. Gök gürültüsünün olduğu esnalarda renk değişiminin atlanmaması beni mutlu kıldı. Kayanın neden kırmızı olduğunu anlamadım. İçinde yaşayan cehennemde mi? Ben olsam kayanın üzerine bir renk cümbüşü yapardım ve o kişinin oraya büyü ile hapsedildiğini görsel yoldan anlatırdım. Bu arada bu kadar sis ve görüntü gözlerimi fazlasıyla yordu. (Işık: Osman Uzungören)

Müzik konusunda beğenmek ile beğenmemek arasında gidip geliyorum. Çağrı Beklen’in final müziği bana “Sessizlik”i (İDT) anımsattı. Neredeyse aynı. Kimi müzikler fazla uzun ve tekdüze. (Özellikle sözlü olanlar) Diğer besteler sahnenin anlatımına göre şekillenmiş. Bazen macerayı, aksiyonu ve gerilimi, bazen de aşkı ve hüznü birarada barındırmış.

Oyunculukları fazla abartılı buldum. Mikrofon olduğu unutulmamalı. Emeği geçenleri kutlarım. Kadro: Murat Çobangil, Melek Temel Çekmece, Süreyya Kilimci İdiz, Menekşe Bendeş Özyiğit, Serdar Kamalıoğlu, Uğur Kaya, Sadık Yağcı, Evren Serter, Nevzat Hakan Dönmez, Sedat Şenoğlu, Devrim Akkaya, Mustafa Şen, Recep Ayyıldız, Yusuf Köksal, Soner Akçay ve Birgen Engin.

Konuyu eserin daha bilindik hale gelmesi için yazdım. KONU;

Milano Dükü Prospero, kardeşi Antonio tarafından Napoli Kralı Alonso’nun yardımıyla dükalığı elinden alınıp  küçük kızı Miranda’yla birlikte yelkensiz eski bir tekneyle  ülkesinden sürülür. Prospero ve Miranda kendisine sadık lordlardan Gonzalo’nun gizlice tekneye koyduğu malzemeler ve kitaplarıyla ıssız bir adaya çıkarlar. Burada, Sycorax adlı, sonradan ölen, kötü  büyücünün, bir çam ağacının yarığına hapsettiği Ariel adlı periyi kurtarır ve Sycorax’ın oğlu Caliban’ı eğitir. Caliban adayı “Küçük Calibanlarla” doldurmak için Miranda’ya tecavüz etmeye kalkışınca, Prospero onu köle olarak kullanmaya başlar.

O fotoğraf:







Not: Oyun 2 saat / 2 perdedir.


Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

 * İlk perde bitiminde salonun yarısı boşaldı.


Kaynaklar: Vikipedia ve Devlet Tiyatroları Belgeliği    



 EGE KÜÇÜKKİPER    

Shakespeare Üçlemesi (1) : “Macbeth” (Ankara DT)



MACBETH


Macbeth, William Shakespeare’in 1606’da yazdığı trajedi türünde bir eser. Birçok opera ve sinema filmine uyarlanmış. “Shakespeare Haftası” dolayısıyla izlediğim ilk oyun olan Macbeth’i, tiyatro formu dışında, Verdi’nin bestelediği opera formuyla da izleyecektim fakat denk getiremedim. Oyuna yer bulduğuma şükrediyorum…

Klasikleşmiş metinlerde metnin ne barındırdığını anlatmaktan çok teknik unsurlara önem vermeyi  tercih ederim. Metin ile ilgili sadece ekleme(ler) ya da çıkarma(lar) varsa söz ederim. Üçlemenin diğer halkaları olan “Fırtına” ve  “Othello” için de bu tutumu sergiledim. Genellikle evrensel olan eserlerin farklılaştırılmasına olumlu yaklaşmam. Değerinin söndüğüne, evrensellikten ülkeselliğe geçerek alanını daralttığına inanırım. “Evet, bu onların (?) ………… (Bir oyun adı)” diye bir şeyi kabul edemem. (Aslında bunu birçok yönetmen de yapıyor ya neyse) Birazdan yazacağım “Macbeth”, tüm bunlardan uzak, evrensel değerlerini koruyabilmiş bir sahneleyiş biçimiyle karşıma çıktı. Her ne kadar klasik sahneleyiş tarzının rejisörün yaratıcılığını sınırlandırdığını düşünsemde, “farklı” olanı deneyip, “deneysel” olmasından iyidir. Hani demiştim ya “ekleme ya da çıkarma var ise söz ederim” diye. Şimdi onlara bir bakalım…

Orijinal metne göre 4. Perde 2. Sahne oyundan çıkarılmış. Bu sahnede Lady Macduff ile çocuğun konuşmalarına yer veriliyor. Ben tamamını olmasa da önemli gördüğüm bir kısmını yazmak istiyorum.

ÇOCUK: Babam hain miydi anne?

LADY MACDUFF: Evet, öyleydi.

ÇOCUK: Kimler haindir?

LADY MACDUFF: Kim olacak sövüp yalan söyleyenler.

ÇOCUK: Öyle yapanların hepsi hain midir?

LADY MACDUFF: Evet hepsi haindir. Kesinlikle asılmalıdır!

ÇOCUK: Sövüp sayanların hepsi asılmalı mıdır?

LADY MACDUFF: Evet hepsi.

ÇOCUK: Onları asma yetkisi kimindir?

LADY MACDUFF: Kimin olacak namuslu insanların.

ÇOCUK: Öyleyse sövüp yalan söyleyenler aptal, güçlerinin ve sayılarının farkında değiller çünkü. Onlar, o kadar çok ki namuslu adamları rahatlıkla götürüp asabilirler.

Özellikle “Onları asma yetkisi kimindir?” sorusu ve çocuğun söylediği son replik, metinde olmasına rağmen, hiç değiştirilmeden, bu haliyle bile bir gönderme olabilirdi. Hatta ben oyunun ana noktalarından biri olduğunu düşünüyorum. “Çocuk” karakterini oynayan kişi delikanlıydı. Muhtemelen sahne bunun için çıkartıldı. Yine de olmasını yeğlerdim. Hazır, çocuk karakteri ile ilgili görüşlerimi paylaşırken şunu da ekleyeyim, çocuğun kaçtığı sahne fazla havada kalmış. Daha net gösterilebilirdi. 1. Perde, orijinal metinde 3. Perdenin 3. Sahnesinden sonra sonlandırılmış. Yani katiller Banqou’yu öldürdükten sonra. Bir soru işareti ve merak unsuru için doğru bir ayrım. Kapıcının olduğu sahneyi ise, diğer Shakespeare oyunlarındaki “soytarı” ile özdeşleştirdim. (Bilgiç ve ukala)  Klasik sahneleyiş ile sınırlanmadan kastım bu idi. Rejisör için pek de söylenecek bir şey yok. Bozkurt Kuruç (Oyunu izlemeden bu şekilde sahnelendiğini tahmin etmiştim) yukarıda saydıklarımın haricinde başarılı bir oyun ortaya koymuş. “Ben Macbeth seyrettim” cümlesini rahatlıkla söyleyebilirim.

Dekor tasarımı Güven Öktem’e ait. Bu bölümde rejisör ile (Özellikle “mekan” kavramı hakkında) bağlantılı birkaç şey daha söylenebilir. Oyunu Büyük Tiyatro’da izledim. Sahne önü müsait olmasına rağmen dekor geriden başlıyordu. Oyun başlamadan önce sahne önünün çeşitli yollar için kullanılacağını sanmıştım fakat yanılmışım. Herhangi bir devinim olmadı. Buradan hareketle mekan kavramına değinmek istiyorum. Saray, oda, yol, orman, hisar gibi mekanların hepsi için aynı yer kullanılmış. Haliyle bu da biraz algı bozukluğuna yol açmış. O halde sahne önü neden boş tutulmuş? Bir kısım mekan oraya kaydırılabilirdi. Cadılar için ayrı bir yer oluşturulmasını beklerdim. Yalnız hayalet suratından yapılmış büyük pano (Başarılı) “özel alan”ı simgelemeye yetmemiş. 

Bir diğer kafama takılan husus, oyunun yüksek bir platformda oynanmış oluşu. Yükselik, iktidarın farklı konumunu betimlemiş elbette fakat herkesin o yüksekliğe çıkışı biraz evvel yazdığımı yerle bir etmiş. Oraya çıkmak, o makama ulaşmak o kadar kolay mı? Diyeceksiniz ki Macbeth bir bıçak darbesiyle o mevkiiye ulaştı. Haklısınız ama neticede gücün temsili olarak karşımızda duruyor. Gücünü yitirişi ise oyunun sonunda. Başından beri bunu görmemiz etkiyi azaltmış. Yukarıdan inen zırh biçimli perde Macbeth ile Lady Macbeth’in odasını belirlerken, konuşulanların gizliliğini ve odanın koruyuculuğunu göstermiş. Ayrıca zırhın arka plana yansıttığı parmaklık şeklindeki gölgeler Macbeth’in sıkışmışlık duygusunu vermiş. Şüphesiz bu kısımda ışık tasarımcısı Zeynel Işık’ın payı büyük. Zeynel Işık, genelde karanlık bir atmosferde geçen eseri, geceye ve zamana uygun olarak tasarlamış. Bıçaklanma sahnesindeki yanıp sönen ışık ise tehlikenin varlığını bildirmiş.

Kostüm tasarımına imza atan Gül Emre, rejisörün “klasik” yöntemine uyum sağlamış. Lady Macbeth’in intiharından önce giydiği beyaz gecelik “ölüm” (Kefen) halini, önceleri giydiği kırmızı elbise ise “kan”lı halini sunmuş. Hayaletin neden siyah kefenle dolaştığını anlayamadım. Fotoğraflara baktımtığımda beyaz ile gri arası bir renkti.? Müzikler ise ağırlıklı olarak gerilim ve hüznü beraber barındırmış. Kişinin kendi ile başbaşa kaldığı sahnelerde ise dinlendirici müzik ortamı rahatlatmış. Can Atilla oyuna bütün ruhunu katmış. Efektler abartıdan uzak. Borazan sesi de duymak isterdim. Aksesuarlar da dönemi anlatmaya yardımcı olmuş.      

Oyunculuklar, eseri hem daha güçlü hem de daha izlenebilir kılmış. Sinan Pekinton’un oyunculuğuna bayıldım. Özellikle ses tonu insanı etkiliyor. Aç parantez (Bence rejisörlüğü bıraksın) kapa parantez. İpek Çeken mi Lady Macbeth yoksa Lady Macbeth mi İpek Çeken bilemedim? O derece başarılı. İşin içerisine “ruh” katılınca ortaya da böyle güzel sonuçlar çıkıyor. Kadrodaki kalabalık “kuru kalabalık” gibi durmamış. Belli bir amaç ve bütünlük taşıyor. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. Fazlasıyla memnun kaldım. Bunun için ayrıca teşekkür ederim…


Not: Oyun 2 saat 30 dakika / 2 perdedir

Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

Kaynak

Antik Batı Klasikleri : “Macbeth” (Basım: Şubat 2011)



EGE KÜÇÜKKİPER

11 Ocak 2014 Cumartesi

İstanbul Halk Tiyatrosu'ndan: “İhtiyar Balıkçı ve Deniz"




İHTİYAR BALIKÇI VE DENİZ

İstanbul Halk Tiyatrosu’nun yeni oyunu.. Yıldıray Şahinler’in beşinci rejisörlüğü ve (yanılmıyorsam) ilk oyun yazarlığı..  Şöyle bir baktım da daha evvel yönettiği oyunların (Barut Fıçısı, Alevli Günler, Doğum Günü Partisi, Bezirgan) hepsini izlemişim. Burada kendime bir soru sordum. Acaba neden Yıldıray Şahinler’in farkına varamamışım? diye. Cevabımı bu yazımda bulmaya çalışacağım…

YAZMIŞ  -  YÖNETMİŞ  -  OYNAMIŞ

Başlık bana çok ters. Değil üçlü, ikili olanına bile karşıyım. Bence yazan, yönetmemeli ya da yöneten oynamamalı, hem yazıp, hem yönetip hem de oyuyorsa seyircinin (Kendi adıma konuşuyorum) oyunu beğenmemesini yadırgamamalı. “Nasıl olur yahu? Yazdım, yönettim, oynadım, ter döktüm, çile çektim, alkışı da sonuna kadar hak ettim.” Cümlesi artık bana bir şey ifade etmiyor. Bu cümlenin arkasına sığınan tiyatrocunun (Genel olarak konuşuyorum) bir başka oyununu izlemekte içimden gelmiyor.  Bu durumda suçu kendimde mi aramalıyım? Oyunun sonunda Erkan Can: “Her oyun yarım çıkar, seyircisiyle tamamlanır” dedi. Çok doğru. Fakat ben oyunu kendi içimde bir türlü tamamlayamadım. Aklımda bir sürü soru işareti var? Bu yazımı “soru” tekniği üzerine kurgulamaya karar verdim.

NEDEN BÖYLE BİR KONU? NEDEN BÖYLE BİR İSİM?

Oyunun ikinci yarısı, ilk yarısından daha iyi. Ne hikmetse hep öyle olur. Yıldıray Şahinler, ihtiyar bir balıkçının (Oyunun adı öyle, Erkan Bey’den özür dilerim) kaybettiği ailesi, gençliği ve çıraklarıyla olan ilişkisini hayal ile gerçeğin ortasına oturtmuş. Oturtmuş oturtmasına fakat işin içerisine hayal girince ben, daha fazla metafor ile karşılaşacağımı umdum. İkinci perdede birtakım metaforlar buldum. Fakat aynısını ilk perde için söyleyemeyeceğim. Peki o halde ilk perde neden var? Balık nasıl tutulur?, gemi nasıl yol alır?, balık nasıl pişirilir? gibi konularda seyirciyi uzmanlaştırmak için mi? Oyun broşürünün (yok ama neyse..) bir kenarına, “Bu oyunun ilk perdesi sadece balıkçı ve çıraklarını ilgilendirir” ibaresi konulsa önce şaşırırım sonra anlarım. Çorba yapım tarifi sahnesi bana, sanki seyirciye nefes aldırmak, seyircinin gülmesini sağlamak adına yazılmış gibi geldi. Gerek var mı?

İkinci perdede sistem eleştirisi, konu ve mekan bağlamında güzel bir konuma sahip ama dediğim gibi öncesinden gelen bir “bildiri” yok. Olmayınca da istenilen etkiyi verememiş. Ayrıca fazla Hemingway. Aynı cümlelerin ve benzer sahnelerin defalarca yaşanması beni oyundan uzaklaştırdı. Tablolar birbirinden çok bağımsız ve anlam bütünlüğünden uzak. Gözüme çarpan en belirgin çarpıklık, metindeki “hatalı kesme”lerdi. (Dizinin “özet”i gibi sanki) Oyun yazarlığı çok farklı bir kulvar. Türk Tiyatrosuna yeni metinler kazandırmak elbette çok güzel, orası ayrı..

Yıldıray Şahinler, oyunun adı için, Hemingway’in “İhtiyar Adam ve Deniz” adlı eseriyle bir ilgisi olmadığını söylüyor. Peki neden buna benzer bir isim? Oyun, adı dolayısıyla, herkesin aklında bir “Hemingway Etkisi” yaratıyor. Bu durumun, eseri olumsuz yönde etkilediğine inanıyorum. Daha özgün ve orijinal olabilirdi. Yıldıray Şahinler, oyun bitiminde nereden ilham aldığını da açıkldı. Tanıdığı bir balıkçının anlattığı hikayelermiş bu izlediklerim. Yüzde sekseni öyleymiş.. Hepsi gerçekmiş.. Biz de denizde toplu iğne arar gibi, oyunda “hayal” aramışız.. Gerçek olması ya da hayal olması benim için çok mühim değil. O gerçekliğe/hayalliğe ne derece derinlik katıldığı önemli. Bu oyunla, denizin derinliklerine kaç metre inebildik?

NEDEN BÖYLE BİR DEKOR? NEDEN BÖYLE BİR SAHNELEYİŞ?

Dekor tasarımı Barış Dinçel’e ait. Dinçel, neden bu kadar yoğun ve ıncık, cıncıkla dolu bir dekor tasarımını tercih etmiş? Bu soru oyun boyunca kafama takıldı. Oyuna birlikte gittiğim bir Ağabey’imle sürekli bunun kritiğini yaptık. Geminin penceresi içinden yansıtılan deniz, bu duruma biraz da olsa dinginlik sağlamış, sahneyi rahatlatmış. Peki neden sahnenin arkası boydan boya böyle bir görüntüyle kaplanmamış? Her şey ön tarafta kalınca, arka tarafın boşluğu çok göze batmış. Hayal ile gerçek demiştim. Dekor tasarımı da buna uygun fakat uygun oluşunu seyirciye geçiremiyor. Köhne gemi omurgasının amacını çözemedim. Böyle bir gemiyle mi açık denizde yolculuk yapılıyor? İskele-Sancak sahnesinde o gemi omurgası neden oynamıyor?, hareket etmiyor? ya da dönmüyor? Bu oyun yurt dışında sahnelenseydi, rejisörün böyle bir sahneleyişi tercih edeceğinden eminim.

En sıkıntılı kısım mekan farklılığı. Gemi ne zaman duruyor, ne zaman ilerliyor, bunu barkovizyondan tespit etmek güç. Bana yeterli gelmedi. Geminin önünde iskele var, kimi zaman geminin bir bölümü, kimi zaman hayallerin kurbanı olan bir başka mekan tasviriyle karşımıza çıkıyor. Sürekli yanıp sönen fener neden yamuk duruyor? Sırf genel görünüme estetik katmak için yapıldıysa başarıya ulaşamadığını söylemeliyim. Gemi uzaklaştığında ise, gemi ile fener arasındaki mesafe aynı kalıyor. Bu durumda yine bir mekan algısızlığı ortaya çıkıyor. Ben, bunun için iki tane alternatif yol öneririm. İlki, feneri raya geçirerek hareketli bir şekilde yakınlaştırıp, uzaklaştırmak. İkincisi de fenerin sadece ışık saçtığı kısmı sahne üzerinden göstererek, (Gövdesi gözükmeyecek) ışığı kısıp, açmak.

Altı adet “baba”ya ne gerek var? Sahnenin her iki yanının da dolu gözükmesi için yapıldığı çok belli. Zaten sahne dolmuş, taşmış, üstüne kat çıkmanın manası nedir? Genel dekor “kat kat”lığı yetmemiş mi? Oyuncuların sürekli inip, çıkıyor oluşu, oyunu takip etmeyi zorlaştırmış. Gözüm fazlasıyla yoruldu. Ayrıca böyle bir dekor tasarımında, kostümler nasıl ortaya çıkabilir? Oyunculuk nasıl kendini gösterebilir?  Etraf balıkçı ağı kaynıyor ama ağ çekme sahnesinde eller boşa dönüyor. Başka bir sahnede ise balıkçı ile çırağı ipe dolanıyor. Yani ortada bir ip var. Koca gemi penceresi var ama dümen yok. Peki hangisi hayal, hangisi gerçek? Anlayabilmiş değilim. Anladığım tek şey metinle son derece uyumsuz bir sahneleme tekniğinin ve dekor tasarımının varoluşu.    
   
NEDEN BÖYLE BİR KOSTÜM?  NEDEN BÖYLE BİR IŞIK? MÜZİK - EFEKT

Kostümler tipik balıkçı kostümü. (Allahtan tipik, yoksa yukarıda bahsettiğim dekor ile ilişkisi açısından pek iyi olmazdı)  Peki nerede bu kostümdeki hayal? Şimdi tüm bu zıtlıkların yanına (Reji, dekor) birde kostüm eklenmiş oldu. (Tasarlayan kim?) Işık tasarımı geceye uygun olarak loş bir biçimde ayarlanmış. Aynı şeyi oyuncuların yüzlerine tutulan ışık için söyleyemeyeceğim. Oyuncuların yüzleri neden o kadar aydınlık? Hemen hemen hiçbir mimiği göremedim. Yanal ışık bu durumu kurtarabilirdi. Ve çok fazla karartma var. Hayal (Eskiye dönüş) sahnelerinde farklı renk ışık kullanımını görmeyi beklerdim. (Işık: Yüksel Aymaz) Oyun içinde müzik olmadığı için sadece sahne geçişlerinde kullanılan müziklerden bahsedeceğim. Her iki perdenin müziği farklı. İkinci perde başladığında arka sıramda oturan bir bayan: ”İşte, ikinci perdenin oynak müzikleri” dedi. Metne bakıyorum, bir “oynak”lık göremiyorum.  Müzikler, aklıma “Kalipso Kralı” Metin Ersoy’u getirdi. Tamam, deniz temasına uyum sağlamış fakat metnin anlatımına bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Efektler beni sadece güldürdü. Oyun boyunca düşündüm ne zaman bir martı efekti gelecek diye. Biraz geç oldu ama güç olmadı..

OYUNCULUKLAR

Erkan Can, Yıldıray Şahinler, Orhan Eşkin, Salih Kırlı ve Buse Sinem İren’den oluşan kadro hem deneyimli hem de genç isimleri bir araya getirmiş. Diliyorum, genç arkadaşlarım, ustalarından çok şey öğrenir. Bunu şunun için belirttim. “Oyunda gördüğüm usta-çırak ilişkisi beni korkuttu…”

Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…


Notlar:
Balıkçımız suyu hiç sevmiyor ama elini suya daldırıp, deniz suyunun faydalarından bahsediyor. Yıldıray Bey’in bahsetttiği balıkçıyı şimdi çok daha merak ediyorum.

Oyun 2 saat / 2 perdedir.

Ayrıntılı bilgi için: http://www.istanbulhalktiyatrosu.com/ (Site açıldığında en altta ünlü yazar Bertolt Brecht’in, ünlü bir sözü duruyor:  “Bana ne anlatırsan anlat, ama önce eğlendir”)

Hadi bir soru daha..


OYUN DEKORU






EGE KÜÇÜKKİPER