31 Ocak 2014 Cuma

Shakespeare Üçlemesi (2): “Fırtına” (İzmir DT)



FIRTINA


“Fırtına”, William Shakespeare tarafından 1611’de kaleme alınmış 5 perdelik bir eserdir. Aynı zamanda Shakespeare’in son eseridir. 1642’de Cromwell’in devrim idaresi tarafından, İngiliz tiyatrolarının kapatılmasına kadar pek dikkat çekmeyen eser, tiyatrolar tekrar açıldıktan sonra ilgi görmüş ve popülaritesini arttırmıştır. Uzmanlar, bu eserin kaynağını, Virjinya’ya gitmekte olan “Sea Venture” adlı bir geminin Bermuda adaları açıklarında kazaya uğrayıp, battığını kendi gözleriyle gören William Stracheyin’in hazırladığı raporlara bağlamaktadır. Çünkü bu rapor el yazması yoluyla çoğaltılmış ve elden ele dolaşmıştır. Bir kopyasının da Shakespeare’de olduğu düşünülmektedir. “Fırtına”, hem sessiz film döneminde, hem de savaş sonrası dönemde birçok kez beyazperdeye uyarlanmıştır. Aynı zamanda klasik batı müziği sanatçılarına ilham kaynağı olmuştur. İlginç olan kısım ise (Bana göre) Bursa ve Erzurum DT’nda “çocuk oyunu” olarak, Adana ve Ankara DT’nda yine yabancı rejisörler ile sahnelemiş olmasıdır. DT’nda rejisör mü kalmadı?

Malcom Keith Kay, İngiliz asıllı Avusturalyalı tiyatro yönetmeni, eğitmeni, sinema ve televizyon oyuncusu, öğretim görevlisi ve yöneticidir. Tiyatro eğitimine “The Webber Douglas Academy of Singing and Dramatic Arts”ta (Londra) başlamıştır. Yetmişin üzerinde tiyatro oyununda başrol oynayan Kay, elli sekiz oyunda da sanat yönetmeni olarak çalışmıştır. İki üniversitede müzik, müzik teknolojisi, sahne tasarımı ve dans bölümlerinin kurucusudur. Yönettiği oyunlar: “Othello”, “Kral Lear”, “Romeo ve Juliet”, “Üç Kuruşluk Opera”, “Küheylan”, “Cadı Kazanı”, “Marat-Sade”, “Hayvan Çiftliği”, “Mefisto”, “Her Devirde Adam”.

İzmir Devlet Tiyatrosu yapımı “Fırtına”, “Shakespeare Haftası” dolayısıyla Ankara’da izlediğim ikinci oyundu. Biletler temsil gününden 13 gün önce satışa çıktığı ve anında tükendiği için oyuna yer bulamam telaşıyla bilgisayar başında bekliyordum. Satış başladıktan sonra bu telaşımın yersiz olduğunu anladım. Çünkü 490 kişilik salon temsile saatler kala ancak doldu ve bu durum sadece bu oyuna mahsustu. Yine düşüncelere daldım. Her oyun, saniyesinde dolarken bu sefer neden dolmadı? diye. Seyirciyi iten neydi? Aklıma iki şey geldi. Birincisi, “Fırtına”nın, diğer Shakespeare oyunları gibi çok meşhur olmaması, (Bunun için oyuna dair birtakım bilgileri yazma gereği duydum) ikincisi ise, konusunun ya da rejisörünün dikkat çekmemişliğiydi. (Bunun için de gerekli bilgi yukarıda var) Belki her ikisi de işin içindeydi. Neyse, nihayetinde salon dolmuştu ama az bir süreliğine*

Salona girdiğimde, beni yarı saydam bir perde karşıladı. Projeksiyon yardımıyla aktarılan görüntüler arasında güneş, dağ, yol, kanat, kuru kafa vb. öğeler duruyordu. Gayet dinlendirici ve rahatlatıcıydı. Koltuğuma yumulmuşken irkildim. Oyunun adı çınladı kulaklarımda. Fırtına neredeydi? Daha çok tatil manzarasını anımsatan görüntüler içerisine mi gizlenmişti? Görüntüler henüz hareket etmiyordu. Sabırla oynunun başlamasını bekledim. Oyun başladı ve az önce yazdığım görüntüler yerine perde arkasında büyü yapan bir adam ve yaptığı büyüyü o yarı saydam perdeye ulaştıran bir mizansenle karşılaştım. Büyü, tılsım, dua gibi şeyler görünce gerçek yerine hayali bir anlatım tarzı aradım. Fakat aradığımı bulamadım..

Projeksiyon sadece büyü ya da diğer fantastik unsurlar için değil, olanları anlatmada ve izleyiciyi bilgilendirmede bir araç olarak kullanılmış. İlk perde için amacına uygun tasarlanmış olan görüntüler ikinci perdede aşırıya kaçmış. Oyun ile alakasız görüntüler, oyunun gidişatını bölmekten başka bir işe yaramamış. Neredeyse her sahnenin bitiminde perde indiriliyor ve o sahneden bağımsız türlü görüntüler sunuluyor. Ölen ve çürüyenin olmadığı oyunda dağların yamacından ağzında iskeletler taşıyarak süzülen kartallar neyi betimliyor? Bu teknikte (Projeksiyon) anlayamadığım esas kısım, projeksiyona neden kişi görünütülerinin yansıtıldığı. Oyuncuları zaten sahnede görüyorum, repliklerini dev perdeden duyma ihtiyacım neden olsun? Sadece mekanı görmeyi yeğlerdim. (O da olmasaydı olurdu da neyse)

Gerçek ve hayal kavramına geri dönmek istiyorum. Eko yapan mikrofon kullanımı hayali sahnelere uyum sağlarken, sahne önünün sularla kaplı oluşu olayı gerçeğe yaklaştırmış. Yani gerçek ile hayal aynı potada eritilmeye çalışılmış. Bu durum bende algı bozukluğuna yol açtı. Üstün güçlerin egemem olduğu bir oyunda, gerçekliğin ön plana çıkması diğer sahnelerin de etkisini azaltmaz mı? Efektler başarılı fakat sık tekrarlanmış. İlk görüntü dinlendirici, fırtınadan uzak demiştim, o görüntünün üstüne gelen ve daha sonraları (Fırtına dindikten sonra) sürekli kulağımı tırmalayan gök gürültüsü efekti neyin habercisi?

Oyun bitiminde herkesin çıkmasını bekledim ve dekorun fotoğrafını çektim. (Yazı sonunda mevcuttur) Şimdi o fotoğrafa bakarak gördüklerimi aktarıyorum. Fon kullanımı hoşuma gitti. Peri ve arkadaşlarının olduğu sahnelerde fonun renk değiştirmesi ve hareketlendirilmesi tılsımın etkisini ortama yaymış. İki taraftan oluşan merdivenler ada şartlarına uygun olarak yosun tutmuş. Sahne üstünün neden yosun tuttuğunu ve neden mavi rengin tercih edildiğini anlayamadım. Ortada duran kaya (?) açılıp kapanıyor. Çünkü içinde biri var ve oraya hapsedilmiş. Yine bir ütopya ile karşı karşıyayız. Su ve yosun gibi bir oluşumun içerisinde üretilen şeylerin yanında açılıp kapanan bir kayanın olması ne derece inandırıcı? Yeri gelmişken söyleyeyim, kayanın içerisine hapsedilen yarı insan yarı hayvan olan karakterin, boynunda zincir oluşu ve köpek gibi yürümesi bana “Godot’yu Beklerken”i hatırlattı. Ben de bekledim belki kaya döner ve içini görürüm diye ama nafile..  

Ve sahnenin her iki yanını kaplayan aynalar. “Aynaya bak gerçeği gör” demek için yaratılmışlar. Böyle bir oyunda ben neyin gerçekliğini aramalıyım? Yapılan büyünün mü?, açılan kayanın mı?, sırtıma konan perinin mi?, fırtına dindikten sonra devam eden gök gürültüsünün mü?, yarı insan yarı hayvan olan karakterin tam olarak ne olduğunun mu? Birde tepeden sarkan ipin ne işe yaradığını merak ettim. Oyun bitimine kadar bekledim. Acaba çekecekler de bir şey mi düşecek? diye. Düşmedi, sallanmadı, öylece durdu…

Bahsettiğim dekor tasarımı Hakan Dündar’a ait. Rejisör Malcolm Keith Kay, Hakan Bey’den çok memnun kalmış olacak ki bu oyunda da kendisiyle çalışmayı istemiş. (Bundan evvel birlikte çalıştıkları oyun “Othello”) Kostüm tasarımı ise Yıldız Köse İpeklioğlu imzalı. Siyahın hakim olduğu tasarımlar, hemen hemen her oyuncuyu kapatır cinsten. Kimi daha süslü kimi daha sade. Hepsinin siyah oluşu aklıma tek şeyi getirdi o da gördüğüm topluluğun bir “tayfa” oluşuydu. Bunun için siyahlığın şart olduğunu düşünmüyorum. Konuşmalar ve mizansen bana bunu açıklamaya yetiyor. Süs meselesinde ise “mevki farkı”nın gözetildiğini anladım. Prospero’nun kostümü büründüğü “büyücü” (Halbuki Dük. Düklüğü elinden alınmış fakat yeni bir büyücülük sıfatı verilmemiş.) rolüne uygun tasarlanmış. Peri’nin beyaz kostümü iyilikseverliği göz önüne alındığında başarılı ama pantolon yerine etek olmasını tercih ederdim.

Işık tasarımı oyun boyunca bana şu şarkıyı söyleyletti: “Karanlıklar içinden gün doğar ya aniden, belki öyle can bulur yarım kalan hikayemiz” Bu kadar karanlığın içerisinden gün doğar mı bilemem ama birdenbire gelen gök gürültüsü efektiyle sahnenin aydınlanmasına bakarsam, pek de doğacakmış gibi gelmiyor. Normalde ana gök gürültüsü duyulmadan önce öncü gök gürültüleri duyulur. Biraz aydınlanma olur. Bu şekilde oluşu, seyirciye konsantrasyon eksikliğinden başka bir şey getirmemiş. Gök gürültüsünün olduğu esnalarda renk değişiminin atlanmaması beni mutlu kıldı. Kayanın neden kırmızı olduğunu anlamadım. İçinde yaşayan cehennemde mi? Ben olsam kayanın üzerine bir renk cümbüşü yapardım ve o kişinin oraya büyü ile hapsedildiğini görsel yoldan anlatırdım. Bu arada bu kadar sis ve görüntü gözlerimi fazlasıyla yordu. (Işık: Osman Uzungören)

Müzik konusunda beğenmek ile beğenmemek arasında gidip geliyorum. Çağrı Beklen’in final müziği bana “Sessizlik”i (İDT) anımsattı. Neredeyse aynı. Kimi müzikler fazla uzun ve tekdüze. (Özellikle sözlü olanlar) Diğer besteler sahnenin anlatımına göre şekillenmiş. Bazen macerayı, aksiyonu ve gerilimi, bazen de aşkı ve hüznü birarada barındırmış.

Oyunculukları fazla abartılı buldum. Mikrofon olduğu unutulmamalı. Emeği geçenleri kutlarım. Kadro: Murat Çobangil, Melek Temel Çekmece, Süreyya Kilimci İdiz, Menekşe Bendeş Özyiğit, Serdar Kamalıoğlu, Uğur Kaya, Sadık Yağcı, Evren Serter, Nevzat Hakan Dönmez, Sedat Şenoğlu, Devrim Akkaya, Mustafa Şen, Recep Ayyıldız, Yusuf Köksal, Soner Akçay ve Birgen Engin.

Konuyu eserin daha bilindik hale gelmesi için yazdım. KONU;

Milano Dükü Prospero, kardeşi Antonio tarafından Napoli Kralı Alonso’nun yardımıyla dükalığı elinden alınıp  küçük kızı Miranda’yla birlikte yelkensiz eski bir tekneyle  ülkesinden sürülür. Prospero ve Miranda kendisine sadık lordlardan Gonzalo’nun gizlice tekneye koyduğu malzemeler ve kitaplarıyla ıssız bir adaya çıkarlar. Burada, Sycorax adlı, sonradan ölen, kötü  büyücünün, bir çam ağacının yarığına hapsettiği Ariel adlı periyi kurtarır ve Sycorax’ın oğlu Caliban’ı eğitir. Caliban adayı “Küçük Calibanlarla” doldurmak için Miranda’ya tecavüz etmeye kalkışınca, Prospero onu köle olarak kullanmaya başlar.

O fotoğraf:







Not: Oyun 2 saat / 2 perdedir.


Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

 * İlk perde bitiminde salonun yarısı boşaldı.


Kaynaklar: Vikipedia ve Devlet Tiyatroları Belgeliği    



 EGE KÜÇÜKKİPER    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder