FIRTINA
“Fırtına”, William
Shakespeare tarafından 1611’de kaleme alınmış 5 perdelik bir eserdir. Aynı
zamanda Shakespeare’in son eseridir. 1642’de Cromwell’in devrim idaresi
tarafından, İngiliz tiyatrolarının kapatılmasına kadar pek dikkat çekmeyen
eser, tiyatrolar tekrar açıldıktan sonra ilgi görmüş ve popülaritesini
arttırmıştır. Uzmanlar, bu eserin kaynağını, Virjinya’ya gitmekte olan “Sea
Venture” adlı bir geminin Bermuda adaları açıklarında kazaya uğrayıp, battığını
kendi gözleriyle gören William Stracheyin’in hazırladığı raporlara
bağlamaktadır. Çünkü bu rapor el yazması yoluyla çoğaltılmış ve elden ele
dolaşmıştır. Bir kopyasının da Shakespeare’de olduğu düşünülmektedir.
“Fırtına”, hem sessiz film döneminde, hem de savaş sonrası dönemde birçok kez
beyazperdeye uyarlanmıştır. Aynı zamanda klasik batı müziği sanatçılarına ilham
kaynağı olmuştur. İlginç olan kısım ise (Bana göre) Bursa ve Erzurum DT’nda
“çocuk oyunu” olarak, Adana ve Ankara DT’nda yine yabancı rejisörler ile
sahnelemiş olmasıdır. DT’nda rejisör mü kalmadı?
Malcom Keith Kay,
İngiliz asıllı Avusturalyalı tiyatro yönetmeni, eğitmeni, sinema ve televizyon
oyuncusu, öğretim görevlisi ve yöneticidir. Tiyatro eğitimine “The Webber
Douglas Academy of Singing and Dramatic Arts”ta (Londra) başlamıştır. Yetmişin
üzerinde tiyatro oyununda başrol oynayan Kay, elli sekiz oyunda da sanat
yönetmeni olarak çalışmıştır. İki üniversitede müzik, müzik teknolojisi, sahne
tasarımı ve dans bölümlerinin kurucusudur. Yönettiği
oyunlar: “Othello”, “Kral Lear”, “Romeo ve Juliet”, “Üç Kuruşluk Opera”, “Küheylan”,
“Cadı Kazanı”, “Marat-Sade”, “Hayvan Çiftliği”, “Mefisto”, “Her Devirde Adam”.
İzmir Devlet Tiyatrosu
yapımı “Fırtına”, “Shakespeare Haftası” dolayısıyla Ankara’da izlediğim ikinci
oyundu. Biletler temsil gününden 13 gün önce satışa çıktığı ve anında tükendiği
için oyuna yer bulamam telaşıyla bilgisayar başında bekliyordum. Satış başladıktan
sonra bu telaşımın yersiz olduğunu anladım. Çünkü 490 kişilik salon temsile
saatler kala ancak doldu ve bu durum sadece bu oyuna mahsustu. Yine düşüncelere
daldım. Her oyun, saniyesinde dolarken bu sefer neden dolmadı? diye. Seyirciyi
iten neydi? Aklıma iki şey geldi. Birincisi, “Fırtına”nın, diğer Shakespeare
oyunları gibi çok meşhur olmaması, (Bunun için oyuna dair birtakım bilgileri
yazma gereği duydum) ikincisi ise, konusunun ya da rejisörünün dikkat
çekmemişliğiydi. (Bunun için de gerekli bilgi yukarıda var) Belki her ikisi de
işin içindeydi. Neyse, nihayetinde salon dolmuştu ama az bir süreliğine*
Salona girdiğimde, beni
yarı saydam bir perde karşıladı. Projeksiyon yardımıyla aktarılan görüntüler
arasında güneş, dağ, yol, kanat, kuru kafa vb. öğeler duruyordu. Gayet
dinlendirici ve rahatlatıcıydı. Koltuğuma yumulmuşken irkildim. Oyunun adı
çınladı kulaklarımda. Fırtına neredeydi? Daha çok tatil manzarasını anımsatan
görüntüler içerisine mi gizlenmişti? Görüntüler henüz hareket etmiyordu.
Sabırla oynunun başlamasını bekledim. Oyun başladı ve az önce yazdığım
görüntüler yerine perde arkasında büyü yapan bir adam ve yaptığı büyüyü o yarı
saydam perdeye ulaştıran bir mizansenle karşılaştım. Büyü, tılsım, dua gibi şeyler
görünce gerçek yerine hayali bir anlatım tarzı aradım. Fakat aradığımı
bulamadım..
Projeksiyon sadece büyü
ya da diğer fantastik unsurlar için değil, olanları anlatmada ve izleyiciyi
bilgilendirmede bir araç olarak kullanılmış. İlk perde için amacına uygun
tasarlanmış olan görüntüler ikinci perdede aşırıya kaçmış. Oyun ile alakasız
görüntüler, oyunun gidişatını bölmekten başka bir işe yaramamış. Neredeyse her
sahnenin bitiminde perde indiriliyor ve o sahneden bağımsız türlü görüntüler
sunuluyor. Ölen ve çürüyenin olmadığı oyunda dağların yamacından ağzında
iskeletler taşıyarak süzülen kartallar neyi betimliyor? Bu teknikte
(Projeksiyon) anlayamadığım esas kısım, projeksiyona neden kişi görünütülerinin
yansıtıldığı. Oyuncuları zaten sahnede görüyorum, repliklerini dev perdeden
duyma ihtiyacım neden olsun? Sadece mekanı görmeyi yeğlerdim. (O da olmasaydı
olurdu da neyse)
Gerçek ve hayal
kavramına geri dönmek istiyorum. Eko yapan mikrofon kullanımı hayali sahnelere
uyum sağlarken, sahne önünün sularla kaplı oluşu olayı gerçeğe yaklaştırmış.
Yani gerçek ile hayal aynı potada eritilmeye çalışılmış. Bu durum bende algı
bozukluğuna yol açtı. Üstün güçlerin egemem olduğu bir oyunda, gerçekliğin ön
plana çıkması diğer sahnelerin de etkisini azaltmaz mı? Efektler başarılı fakat
sık tekrarlanmış. İlk görüntü dinlendirici, fırtınadan uzak demiştim, o
görüntünün üstüne gelen ve daha sonraları (Fırtına dindikten sonra) sürekli kulağımı
tırmalayan gök gürültüsü efekti neyin habercisi?
Oyun bitiminde herkesin
çıkmasını bekledim ve dekorun fotoğrafını çektim. (Yazı sonunda mevcuttur)
Şimdi o fotoğrafa bakarak gördüklerimi aktarıyorum. Fon kullanımı hoşuma gitti.
Peri ve arkadaşlarının olduğu sahnelerde fonun renk değiştirmesi ve
hareketlendirilmesi tılsımın etkisini ortama yaymış. İki taraftan oluşan
merdivenler ada şartlarına uygun olarak yosun tutmuş. Sahne üstünün neden yosun
tuttuğunu ve neden mavi rengin tercih edildiğini anlayamadım. Ortada duran kaya
(?) açılıp kapanıyor. Çünkü içinde biri var ve oraya hapsedilmiş. Yine bir
ütopya ile karşı karşıyayız. Su ve yosun gibi bir oluşumun içerisinde üretilen
şeylerin yanında açılıp kapanan bir kayanın olması ne derece inandırıcı? Yeri
gelmişken söyleyeyim, kayanın içerisine hapsedilen yarı insan yarı hayvan olan
karakterin, boynunda zincir oluşu ve köpek gibi yürümesi bana “Godot’yu
Beklerken”i hatırlattı. Ben de bekledim belki kaya döner ve içini görürüm diye
ama nafile..
Ve sahnenin her iki
yanını kaplayan aynalar. “Aynaya bak gerçeği gör” demek için yaratılmışlar.
Böyle bir oyunda ben neyin gerçekliğini aramalıyım? Yapılan büyünün mü?, açılan
kayanın mı?, sırtıma konan perinin mi?, fırtına dindikten sonra devam eden gök
gürültüsünün mü?, yarı insan yarı hayvan olan karakterin tam olarak ne
olduğunun mu? Birde tepeden sarkan ipin ne işe yaradığını merak ettim. Oyun
bitimine kadar bekledim. Acaba çekecekler de bir şey mi düşecek? diye. Düşmedi,
sallanmadı, öylece durdu…
Bahsettiğim dekor
tasarımı Hakan Dündar’a ait. Rejisör Malcolm Keith Kay, Hakan Bey’den çok
memnun kalmış olacak ki bu oyunda da kendisiyle çalışmayı istemiş. (Bundan
evvel birlikte çalıştıkları oyun “Othello”) Kostüm tasarımı ise Yıldız Köse
İpeklioğlu imzalı. Siyahın hakim olduğu tasarımlar, hemen hemen her oyuncuyu
kapatır cinsten. Kimi daha süslü kimi daha sade. Hepsinin siyah oluşu aklıma
tek şeyi getirdi o da gördüğüm topluluğun bir “tayfa” oluşuydu. Bunun için
siyahlığın şart olduğunu düşünmüyorum. Konuşmalar ve mizansen bana bunu
açıklamaya yetiyor. Süs meselesinde ise “mevki farkı”nın gözetildiğini anladım.
Prospero’nun kostümü büründüğü “büyücü” (Halbuki Dük. Düklüğü elinden alınmış
fakat yeni bir büyücülük sıfatı verilmemiş.) rolüne uygun tasarlanmış. Peri’nin
beyaz kostümü iyilikseverliği göz önüne alındığında başarılı ama pantolon
yerine etek olmasını tercih ederdim.
Işık tasarımı oyun
boyunca bana şu şarkıyı söyleyletti: “Karanlıklar içinden gün doğar ya aniden, belki
öyle can bulur yarım kalan hikayemiz” Bu kadar karanlığın içerisinden gün doğar
mı bilemem ama birdenbire gelen gök gürültüsü efektiyle sahnenin aydınlanmasına
bakarsam, pek de doğacakmış gibi gelmiyor. Normalde ana gök gürültüsü duyulmadan
önce öncü gök gürültüleri duyulur. Biraz aydınlanma olur. Bu şekilde oluşu,
seyirciye konsantrasyon eksikliğinden başka bir şey getirmemiş. Gök
gürültüsünün olduğu esnalarda renk değişiminin atlanmaması beni mutlu kıldı.
Kayanın neden kırmızı olduğunu anlamadım. İçinde yaşayan cehennemde mi? Ben
olsam kayanın üzerine bir renk cümbüşü yapardım ve o kişinin oraya büyü ile
hapsedildiğini görsel yoldan anlatırdım. Bu arada bu kadar sis ve görüntü
gözlerimi fazlasıyla yordu. (Işık: Osman Uzungören)
Müzik konusunda
beğenmek ile beğenmemek arasında gidip geliyorum. Çağrı Beklen’in final müziği
bana “Sessizlik”i (İDT) anımsattı. Neredeyse aynı. Kimi müzikler fazla uzun ve
tekdüze. (Özellikle sözlü olanlar) Diğer besteler sahnenin anlatımına göre
şekillenmiş. Bazen macerayı, aksiyonu ve gerilimi, bazen de aşkı ve hüznü
birarada barındırmış.
Oyunculukları fazla
abartılı buldum. Mikrofon olduğu unutulmamalı. Emeği geçenleri kutlarım. Kadro:
Murat Çobangil, Melek Temel Çekmece, Süreyya Kilimci İdiz, Menekşe Bendeş
Özyiğit, Serdar Kamalıoğlu, Uğur Kaya, Sadık Yağcı, Evren Serter, Nevzat Hakan Dönmez, Sedat Şenoğlu, Devrim
Akkaya, Mustafa Şen, Recep Ayyıldız, Yusuf Köksal, Soner Akçay ve Birgen Engin.
Konuyu
eserin daha bilindik hale gelmesi için yazdım. KONU;
Milano Dükü Prospero,
kardeşi Antonio tarafından Napoli Kralı Alonso’nun yardımıyla dükalığı elinden
alınıp küçük kızı Miranda’yla birlikte yelkensiz eski bir tekneyle
ülkesinden sürülür. Prospero ve Miranda kendisine sadık lordlardan
Gonzalo’nun gizlice tekneye koyduğu malzemeler ve kitaplarıyla ıssız bir adaya
çıkarlar. Burada, Sycorax adlı, sonradan ölen, kötü büyücünün, bir çam
ağacının yarığına hapsettiği Ariel adlı periyi kurtarır ve Sycorax’ın oğlu
Caliban’ı eğitir. Caliban adayı “Küçük Calibanlarla” doldurmak için Miranda’ya
tecavüz etmeye kalkışınca, Prospero onu köle olarak kullanmaya başlar.
O fotoğraf:
O fotoğraf:
Bir
sonraki yazım “Othello” http://egekucukkiper.blogspot.com.tr/2014/01/shakespeare-uclemesi-3-othello-antalya.html
Not:
Oyun 2 saat / 2 perdedir.
Ayrıntılı
bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr
*
İlk perde bitiminde salonun yarısı boşaldı.
Kaynaklar:
Vikipedia ve Devlet Tiyatroları Belgeliği
EGE KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder