SON
TANGO
Oyunun yazarı Özcan Özer. On yedi
yıldır tiyatroya giden biri olarak itiraf etmeliyim ki bu ismi ilk kez
duyuyorum. Çok meşhur yazarların özgeçmişlerini genelde buradan yazmam. Özcan
Bey’in adını yeni keşfettiğim için
(muhakkak benim ayıbım) büyük bir hevesle hakkında bir şeyler öğrenmek
istemiştim fakat internet bana bu konuda pek de yardımcı olmadı. Sonra aklıma Devlet
Tiyatroları’nın digital arşiv sistemi geldi ve oradan oyun broşürüne bir göz
attım. İçindekiler bölümünde Özcan Özer’in özgeçmişini, oyunlarını, çevirilerini
buldum. O halde şimdi paylaşma zamanı…
Özcan Özer: Ankara
Üniversitesi, DTFC Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu. Ankara Sanat
Tiyatrosu, Oyuncular Birliği, Çağdaş Sahne ve Ankara Çocuk Tiyatrosu’nda
oyunculuk yaptı. Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Türk
Tiyatrosu ve Metin Çözümleme dersleri verdi. Halen Bilkent Üniversitesi, MSSF’de
Metin Analiz Yorumlama ve Dünya Tiyatro Tarihi dersleri vermekte. 1979’dan bu
yana Devlet Tiyatroları'nda dramaturg olarak çalışmakta. Rusça, İngilizce ve Fransızca bilmekte.
Şöyle bir baktım da, Özcan
Özer’in çevirilerinin sayısı, oyunlarının sayısından çok daha fazla. Birçok
dalda başarılı işlere imza atmasına rağmen sanki esas uğraşı “çevirmenlik”
gibi. (Bana göre) Fakat ben, Özcan Bey’i “oyun yazarı” olarak tanıdığım için yazımda
da oyunlarından bahsetmenin gerekliği olacağını düşündüm. Oyunları: “Avrupa Komedyası”, “Küçük Ölüm”, “Gitme”, “Güzel
Zamanlar”, “Çöl Oyunu” , “Son Tango.” Ayrıca, “Deniz Aşk ya da Çöl” adlı bir
romanı ve “Yazdan Kalan” adlı bir şiir kitabı var.
Son Tango, 1970’de başlayıp
1983’e kadar devam eden Arjantin’deki cunta dönemine ışık tutmuş. Yazar, bu
ışığı, mekan olarak seçtiği “bar” üzerinden şekillendirmiş. Barın gediklilerini
de konsomatris olarak sunmuş. Sunum böyle olunca eserin konusu sadece özgürlük
ve devrim odaklı değil, aynı zaman da kadın(lık) sorunlarına da değinen bir hal
almış. Bu durumu konunun dallanıp budaklanması olarak görmedim. Ana temayı daha
da güçlendiren, metne sadece toplumsal odaklı değil birey odaklı da bakabilen
bir açı olarak değerlendirdim. Demoktarik ve özgür bir ortam sağlama koşulunun,
kadının hak ettiği yere gelmesinden geçtiğini sorguladım. Fakat eylemci kadın karakter
hariç diğer karakterlerde bu arzuyu pek hissedemedim.
Özcan Özer, hükümet yanlısı olan
kişileri de aynı bara getirterek, barı çok amaçlı kullanıp, bir dünya yaratmış.
Sanki her türlü işin kaynağını, önemli mevzuların konuşulduğu yeri ve her
türden insanı tek çatı altında toplamış. Aşkı ve aşkın dansı tangoyu oyunun
merkezine alarak, "sevgi" kavramını irdelemiş. Toplumun ihtiyaç duyduğu yetilerin
ancak bir kaos ortamında günyüzüne çıkacağından dem vurmuş. Oyunu izlerken,
özelden giderek genele ulaşmaya çalışan bir kitle gördüm. Bu kitleyi, günümüzle
bağdaşlaştırarak yaşananların “evrensel” sorun(lar) teşkil ettiğini bir kez
daha anladım.
Düşüncelerime aykırı olan husus,
Albay’ın oyundaki varlığı idi. Bütün oyun boyunca ağzından tek bir laf çıkmayan
hatta yerinden bile kalkmayan Albay’ın, Pedro’ya yapılan işkence sonucu, Pedro’nun
sağ kurtulduğunu öğrendikten sonra hareketlenmesini ve sevincinden marş söylemesini
askerin siyasi hayatın içinde olmasına yordum. Her ne sebeple olsun ordunun,
siyasete karışmaması gerektiği kanaatindeyim. (Ben de hep “darbe” çağrışımı
yapar)
Metinde bazı kopukluklara şahit
oldum. (Belki yazar bilerek yaptı) Devrimci kızın yakalanmasının ardından
ikinci perde de tekrar görülmesi ve hakkında hiç konuşulmaması kafamda soru
işaretlerinin oluşmasına neden oldu. Kendime bir yanıt bulmam gerekiyordu ve
yanıt olarak kızın serbest bırakılabilme ihtimali üzerinde yoğunlaştım. Lakin
dönem, bu yoğunlaşmamı buharlaştırdı. Bir de oyun sonunun, başından belli
olmasını ile Maria’nın evliliğindeki tuzağın seyirci tarafından önceden
bilinmesi gibi bağlamları sevmedim. Merak ve gerilim unsurlarını yetersiz buldum.
“Bu ülke tango yapılarak kurtarılmaz”
cümlesini oyunun sloganı ve çıkış noktası olarak algıladım. Soru: Bu slogan ilk sahnede yaşananlar kötü
sonuçlandığı için mi türetildi? Eğer öyleyse, tangoyu bir araç edinip, oyunun
ruhuna işleyen aşkın yaptırım gücü tartışılmalı…
Metin yorumlaması genellikle kişiden
kişiye farklılık gösterir. Aynı oyunu aynı temsilde izleyipte çok farklı
düşüncelere sahip olduğumu hatırlıyorum. Ben oyunu anladığım biçimde yazdım.
Doğru ya da yanlış. Sıra teknik unsurlarda…
Salondan içeri adımımı attığım an
karşılaştığım manzara şu idi: Sağ tarafta her bir orkestra üyesi, enstrümanına ayar
yapıyor, sol tarafta ise barmaid, barı toparlayıp, içkileri hazırlıyordu. Müzisyenlerin,
prova yapmaları ile barmaidin etrafı toparlaması, barın o günkü mesaisine yeni
başladığının izlenimini verirken, içkilerin hazırlanması, biraz sonra müşteri
yoğunluğunun olacağına işaret etmiş. Açılan salon kapısı, aslında barın kapısı,
koltuklarına yerleşmek üzere olan seyirciler de, bara gelen “müşteriler” olarak
düşünülmüş. (Böyle algılamama neden olan bir diğer etken de bar sahibesinin
seyirciye hitaben konuşmasıydı) Bu şekilde bir tutum benimsendiyse, dekorun
salona girilen yerden itibaren başlamasını bekle(r)dim. Öneri: Bir görevli, dışarda bekleyen seyircilere, “bara giriş
bileti” verebilir ve bu yolla konseptin etkisi arttırılabilirdi.
Murat Sarı’nın yönetimindeki Son
Tango, açılış ve akabinde gelişen sahneleriyle, daha çok “iç öyküsel” kıvamda
ilerleyen, seyirciyi içine alıp almama konusunda henüz kararını veremeyen bir
oyun. Az önce bahsettiğim manzara, ikinci perde de varlığını sürdürmüş. Yani
bar, birinci perde bitiminde kapanıp, ikinci perde başlangıcında yeni bir güne
merhaba demiş. Aynı mizansen, sorgu sahnesinden sonra da kendini göstermiş.
Rejisör, ıslanan yerleri, bar görevlisine sildirerek, seyirciyi başka bir
zamana geçildiği hususunda haberdar etmiş. Bunların haricinde buram buram reji
kokan bir oyun izleyemediğimi de sitemle belirtmeliyim.
Dekor tasarımı Murat Gülmez’e
ait. Barın eski oluşu, duvardaki rutubet ve sandalyelerin/yerin aşınmışılığı
ile betimlenirken, fon zamanı iletmede yardımcı olmuş. İkinci perde de görev
edinen koltuk, zengin bir ortamın yaratılmasına katkı sağlamış. Koltuk
konulduktan sonra ortaya çıkan “boşluk” bu zenginliğin yetersiz kalışına neden
olmuş. İskele için de aynı şeyi söyleyebilirim. Rejinin sahneleyiş tekniğini
irdelerken, dekor kapıdan itibaren başlamalıydı demiştim. Buna salon
duvarlarını da dahil ediyorum…
Kostümler Akın Tezer Tunalı
imzalı. Kadın oyuncuların kostümleri, renkleri ve biçimleri dolayısıyla,
karakterlerine uygun tasarlanmış. Maria’nın elbisesi, o taraklarda bezi
olmadığını vurgularken, zengin kesim, kostümleriyle konumunu belli etmiş. Direnişçilerin
kostümleri ise varlıklarını kanıtlamak için büyük çaba harcamış. Bu çabanın
“kamuflaj” için olmasını dilerdim.
Işık, Ayhan Güldağları’na emanet
edilmiş. Sahne hem doğal olarak lambalardan (dekordan) hem de dıştan
aydınlatılarak iki türlü ışık kullanımı planlanmış. Açılıştaki tangonun silüet
halinde aktarılması, kişilerin bir öneminin olmadığını, sonucun herkes için
geçerli olduğunu anlatmış. Bar atmosferi uyumlu kılınarak, şarkılar yoğun
aydınlatıcı ışık altında söylenmiş. Albay’ın oturduğu kısımdaki lambanın
yanmayışı, umutsuzluğu simgelemiş. (Keşke umutlandığı an yansa imiş) Klasik
olarak dram yönünün ağır bastığı sahnelerde karartılan ışık, eğlenceli
durumlarda bir nebze açılmış.
Fotoğraf çekilme sahnesinde özel
ışık (sarı ışık) olabilirdi. Aydınlatma genel olarak renksiz ve ruhsuz. O bara
gelenler her ne kadar hallerinden memnun olmasalarda, giydikleri kıyafetler ve
takındıkları tavırlar baz alınarak daha “canlı” bir aydınlatma tercih
edilebilirdi. Aklıma en çok takılan şey işkence sahnesinde fonun yeşile
bürünmesi oldu. Ölmekle yaşamak arasındaki çizgiyi anımsatmak için mi? Evet ise
başarılı…
Müziklerin belirgin bir şekilde
tango ruhunu yansıttığına inamasam da, (canlı müzik bir derece durumu
kurtarmış) sözlerin, metinde geçen “insanlar,
tangodaki sözcükleri düşünerek yaşarlar.” cümlesiyle örtüştüğüne
katılıyorum. Bu cümleyi dikkate aldığımda, şarkı sözlerinin karakterlerin
yaşayışlarını, net bir dille ifade ettiğini söyleyebilirim. Orkestranın
kontrbas, piyano, bandoneon ve keman gibi “tango müzik aletleri”nden oluşması ise
görsel açıdan bir inandırıcılık sunarak, seyircinin tango havasına girmesini
sağlamış. Koreografi, sadece şarkılara değil, oyunun bütününe yansıyarak, ön
plana çıkmış. Müziğin görevini tam anlamıyla yerine getiremediğinin bilincine
varıp, işi devralmış gibi… (Müzik: Cem İdiz, Koreografi: Tanju Yıldırım)
Oyuncular birbirinden iyi. Ekibin
uyum içerisinde olduğu aşikar. Zeliha Güney’e özel alkış. Son Tango’yu
izlediğim için memnunum. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını
dilerim…
Not:
Oyun 2 saat / 2 perdedir.
Ayrıntılı
bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr
EGE
KÜÇÜKKİPER