OCAK
Kısım
kısım kiraya verilen bir eski konağın ikinci kat sofası. Seyirciye göre sol yön
mutfak, sağ yön yemek-oturma odası gibi kullanılır. Sol yön bir basamak daha
yüksektir. Sol yan duvarda, WC’ye açılan kapı. Köşede ocak. Ocakla WC kapısı
arasında bulaşık yıkama yeri. Karşıda sol yana yakın pencere. Pencere ile ocak
arasında uzunca bir mutfak dolabı. Duvarda raflar, kutular, kavanozlar, tabak,
tava, tencereler. Sağ alan, pencere hizasından bir metre kadar derinlik
kazanır. Tam karşıda, bu girintinin içinde sokak kapısı. Sağ yan duvarda yatak
odalarına açılan kapı. Sağ ortada önde yemek masası. Kırmızı – beyaz damalı
örtü. Sağ ön köşede eski iki koltuk. Yemek masasının üstünde tepe lambası. Sağ
alan açık renk desenli bir halı, sol alan koyu renk bir muşamba ile
döşenmiştir. Duvarlar açık, kapılar koyu renk. Yoksulluk sadelikle ifade
edilir. Genel olarak ölçülü bir stilizasyon. Sol geri köşedeki ocakla, sağ ön
plandaki büyükannenin koltuğu biçim ve renkleriyle ön plana çıkarlar…
Böyle başlıyor Ocak.
Yani Turgut Özakman’ın belirleyici ve tamamlayıcı açıklamalarıyla. İşe dekor
tasarımıyla girişmek adetim olmasa da eserden ilham alarak yazımı bu yolla şekillendirmeye kararı verdim. Şimdi, yazarın
ayrıntı içeren notlarını baz alarak dekoru irdeleyelim…
Oyunun dekoru ikinci
cümleye uygun olarak tasarlanmış. (Seyirciye göre sol kısım mutfak, sağ kısım
oturma odası) Fakat yemek masası için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Masa sağda
değil solda seyirciyi karşılamış.“Sol yön
bir basamak daha yüksektir” tanımlaması iki basamağa çıkarılarak, sağ
bölüme de uygulanmış. WC kapısı soldan sağa, yatak odasına açılan kapı ise
sağdan sola kaydırılmış. Sol köşedeki ocak ortada konumlandırılırken, ekstra
bir bulaşık yıkama yeri yaratılmamış.
Sol taraftaki pencere, ocağa uzak kalınca, uzunca bir mutfak dolabı
varlığını gösterememiş. Raflar ve üzerlerindeki nesneler, yazarın açıklamalarını
dinlerken, sağ taraftaki bir metrelik kazanç unutulmamış.
Kapı, tam karşıda ve
girinti arasında kendine yer bulurken, ön
kısma L biçimli bir divan yerleştirilmiş. Koyu yazdığım cümlenin farklı
anlamlar çıkarmaya müsait olduğunu düşündüm. Bunun için ayrıntılı açıklama
gereği duydum. Çünkü Turgut Bey “iki eski
koltuk” ifadesini kullanmış. Tekli, ikili ya da üçlü olduğunu belirtmemiş.
Fakat sonraları “büyükannenin koltuğu”
deyimiyle, koltuklardan bir tanesinin “tekli” olduğunun ipucunu vermiş.
Tasarımcı da bu ipucunu yakalamış olacak ki eski iki koltuğu L biçiminde
düzenleyerek, divan halinde sunmuş. Büyükannenin koltuğunu da üçüncü bir koltuk
olarak (tekli) arka plana yerleştirmiş. Ayrıca, yazarın “sağ ön plandaki büyükannenin koltuğu…” açıklamasını yerine getiremediği için, sağ tarafı
da tıpkı sol taraf gibi iki basamak yüksek tutmuş. Tepe lambası yerine gaz
lambası tercih edilerek, genel aydınlatma ışık tasarımcısının eline bırakılmış.
Halılar desenli ve açık renk olmakla birlikte her iki yön için de serilerek,
muşambadan vazgeçilmiş. Duvarlar, kapıdan halli açık yerine koyu olarak seyirciyi
selamlamış.
Rıfkı Demirelli’nin
dekor tasarımı, Turgut Özakman’ın “genel
olarak ölçülü bir stilizasyon” ibaresine imzasını atmış. Açıklamalardan “bazılarının”
değiştirilmesini sevdim. Mesela koltuğun L biçimli oluşu, aile üyelerinin
arasındaki bağı (birleşik olduğu için) ocağın ortaya taşınması ise oyunun
adıyla ilişik olarak, ailenin ehemniyetini vurgulamış. Duvarların açık yerine
koyu renkleri, karakterlerin sıkışmışlığını simgelemiş. Dekoru değerlendirirken
özellikle bahsetmediğim bir hususu önemli gördüğümden dolayı buraya sakladım. Aslında,
oyun dekorunda yatak odasına giden kapı yok. Kapının yerinde birkaç basamak
var. Bu basamaklar, dekorun devamlılığını sürdürerek, evin üst katının da
olduğunu anlamamıza vesile olmuş. Burada durup, Turgut Bey’in ilk açıklamasını
tekrarlayalım. “Kısım kısım kiraya
verilen bir eski konağın ikinci kat sofası.”
“Konak” kelimesi aklıma
“Kiralık Konak”ı getirdi. Kiralık Konak, üç kuşağın (Dede, kızı ve torunu) üç
katlı bir konakta, kuşaklardan her birinin farklı katlarda yaşayışı yoluyla
“kuşak çatışması”nı anlatıyordu. Bu oyunda da (Ocak) üç kuşak ve bir çatışma
ortamı var. (Büyükanne, kızı ve torunları) Acaba rejisör, Kiralık Konak’tan
esinlenerek mi böyle bir tasarım arzu etti? Eğer düşüncem doğru ise, Turgut
Bey’in sözünün dinlenmemesini hoş karşılamaya çalışırım. Aksi takdirde
“değişimi” kabullenmem mümkün değil. Dekor ile çok uğraştık. Rejisörden
bahsetmeye başlamışken, sahneleyişe bir bakalım…
1960-1961 sezonu Ankara DT |
FARKLILIKLAR
NOT: Rejisör, elbette
farklılık yaratabilir, metinle oynayabilir ve oyunu kendi bakış açısıyla
seyirciye sunabilir. Benim bu ve bundan sonraki bölümlerde, nedenleriyle
birlikte detaylı olarak anlatacaklarım, bu farklılıkların oyuna verdiği artı ve
eksi yönler üzerinedir.
Bir Pazar sabahı. Saat 10’u geçmiştir. Büyükanne
koltuğunda. Safiye mutfakta bir alçak iskemleye oturmuş. Önünde emaye bir kova
ve bir lenger. Patates ayıklar. Ocakta çaydanlık. Büyük ve parlak. Tarık
musluğun önünde...
Böyle devam eder Turgut
Özakman’ın Ocak’ı. Tarık musluk başında bağırarak şöyle der: “Yeter
be artık yeter. O kadar bıktım ki bu martavallardan.” Oyunun ilk
repliğidir bu. Öyle olmasına rağmen, önceliği büyükannenin söylentilerine ayırmayı
tercih eden rejisör, (Yıldırım Fikret Urağ) “Koca atlar böyle lap lap gidiyordu.
Atların boynunda küçük gümüş çıngıraklar
sallanırdı. Atlar böyle lap lap gidince, çıngıraklar da çın çın çalardı.”
cümleleriyle oyunu açmayı uygun görmüş! (Syf:113) Bu durumda da
Tarık’ın (baba) söylediği replik, sanki büyükanneye ithafen söyleniyormuş
havası yaratmış. Rejisör, ilk repliğin, bütün oyunu ta en başından özetler nitelikte
olduğunu unutmuş (mu?) Öyleyse hatırlatmak isterim. O replik, sadece büyükanneye
değil, ailenin her üyesine, içlerinde bulundukları duruma ve hayata karşı edilen bir serzeniş.
Tarık’ın, kaza geçiren
iş arkadaşına yardım olsun diye verdiği “10” lirayı, “30” yapan Yıldırım Fikret
Urağ, gündeme bir gönderme mi yapmak istemiş? Açıkçası aklıma başka bir şey
gelmedi. (Tabii yanılıyor da olabilirim) Tarık’ın nükte yaptığı bölümde,
Safiye’nin yapılan nükteye gülmemesi üzerine, Tarık’ın: “Gülsene!” demesini anlamsız bulan rejisör, (metinde bu şekilde)
Safiye’yi katıla katıla güldürüp, Tarık’a: “Ne
gülüyorsun be!” dedirtmiş. Neden böyle bir farklılığa ihtiyaç duyulduğunu
anlayamadım ama üzülerek belirtmeliyim ki bu farklılığı da ben anlamsız buldum.
Sevda’ya yapılanları
duyan babanın, eline bıçağı alıp sokağa fırlaması, “şiddet yanlısı” hatta
“potansiyel katil” olabileceğini açıklarken (bu neden açıklanır?) “haydut” diye
hitap edilen ağabeylerinin olaya sessiz kalmaları (halbuki bütün oyun boyunca
diken üstündesiniz) algı bozukluğuna yol açmış. Her ne kadar “bir anlık öfke”
olsa da bu öfke başka bir yolla aktarılabilir ve Turgut Bey’in “sakinliğinden” faydalanılabilirdi.
Ayrıca kızının kapıda beklediğini öğrenen babanın, “gelmesin” diye ısrar etmesi, kapıyı kapaması ve yukarılara kaçması
oyunu uzatmaktan başka bir işe yaramamış. O kadar şeyi kabullenen bir baba,
kızını kabullenmek için neden bin dereden su getirsin? (Metindeki mizansen
genel duruma daha uygun)
1960-1961 sezonu Ankara DT |
BUDAMALAR
Safiye’nin (anne),
Sevda’yı (kızı) bakkala gönderdiği sahnede, Safiye’nin: “Haydi git kızım” ve
Sevda’nın: “Niçin böyle oluyor anne?” repliklerinin kesilmesi, hem
annenin kızını kurtarma çabalarını boşa çıkarmış hem de sonradan olacakların
etkisini azaltmış. Tarık’ın, ucu delik çorabı giydiği bölümü sahneye taşımayan
rejisör neyi amaçlamış? Bence taşınmalı ve ailenin ekonomik durumunun vahimliği
bu yolla desteklenmeliydi. (Muhtemelen yazan da bu amaçla yazmıştır) İlle de
çıkarılmak isteniyorsa, yerine, destekleyici birtakım şeyler konulmalıydı. Ben,
bu desteği oyundan alamadım.
Öte yandan Safiye’nin,
kızına: “Sen bu çocuğu seviyor musun?” sorusundan sonra Sevda’nın: “Gece ‘GENE’ yatağına gelirim, konuşuruz
anne.” cevabını vermesi fakat rejisörün GENE bir budaması sonucu bu
sözcüğü aksettirmemesi, “Zaten Safiye ile Tarık çoğu zaman birlikte
yatmıyorlar. Yatağa soğukluk girmiş” hissini kaybettirmiş. Özcan’ın (en küçük
oğul) herkese defalarca söylediği: “Sormazlar ki zaten” repliğini
oyunda yalnız bir kez duymak, ailenin “ilgisiz” tarafını rafa kaldırmış. Safiye’nin,
dalgınlıkla büyükannenin koltuğuna oturması ve b.annenin: “Kalk oradan, orası benim yerim.”
uyarısı sonucu toparlanması kısmının çöpe atılması, “otorite” kavramının netlik
kazandığı yeri flulaştırmış. Nihat’ın, annesine hediye olarak aldığı, annesinin
de Sevda’ya verdiği “sahte” inci kolyenin kendini göstermeyişi, “ben sana ancak
böyle bir hayat sunabiliyorum, kaç kurtar kendini.” cümlesini kurduramamış. Fazıl’ın,
metne göre üçüncü bölümün başında gelip, durumunu izah ettiği yerin budanmasını
ise mesele etmedim.
EKLEMELER
Nihat’a (en büyük oğul)
ölü taklidi yaptırılması biraz “uçuk” kaçmış. Dans sahnesi seyirciye nefes
aldırmakla birlikte “lüzumsuz” görünürken, tokat atımı oyunu bitiş çizgisine
getirerek gerilimin son bulduğunu duyurmuş. (Devam etmesine rağmen) Sürekli
patates yenen bir evde menemen hazırlanması, “demek ki bu evde menemen de
yenilebiliyormuş” mantığını sorgulatmış. Bu sorgulatmadan sonra büyükannenin
sürekli tavuk istemesinin bir esprisi kalmamış Ayrıca Özcan’ın “Paşa” olup: “Masayı
patatesle donatın” emrini vermesi de bu sorgulatmaya hizmet eden bir
diğer unsur olarak üstüne vazife olmayan görevini tamamlamış. (Özcan’ı fazla "etkin" buldum)
Tarık’ın sinirli bir
anında çatalı eline alıp, oğluna: “Çatallarım seni” diye bağırması ve sonraları
Nihat’ın, babasının karşısında çatalı elinden masaya atması iki paralel durumu
pekiştirmiş. “Budamalar” başlığı
altında belirttiğim “otorite”, Safiye’nin hastalandığı sahnede farklı bir
üslupla ele alınmış. Büyükannenin yerinden kaldırılması şeklinde sunulan
kavram, sanki “onun yerine Safiye geçti” (B.Anne’de hasta idi) izlenimi
yaratmış. Üç erkek kardeşin içki içtikleri sırada Fazıl’ın, iki defa para
vermesinin (metinde bir kez) oyuna nasıl bir katkı yaptığını çözemedim lakin
rejisörün bonkör olması hoşuma gitti. Acaba daha evvel bahsettiğim 10 lirayı,
30 yapması da mı bonkörlüğünden? Gerçi metinden çıkardıklarını düşünürsek “bonkör” demek…
Orhan Veli şiirini
(“Anlatamıyorum”) duymak beni mutlu etti fakat aynı zamanda şakayla karışık
okunduğu için canımı acıttı. Son olarak Tarık’ın, bakkal dükkanını neden “en
güzel semt”te açmak istediğine bir mana veremedim? Bu ifadeyi eklemenin oyuna
nasıl bir faydası var? Böyle söylenmesi, insanların aklına ister istemez zengin
semtlerini getirmiş. Fakat unutmamak gerekir ki yıl 1961. O zamanın zengin
semtleriyle de günümüzün ki bir değil…
OLAN
BİTEN
Fazıl’ın kırıp
döktüklerini “biraraya” toplayan Safiye’nin o anda söylediği: “Birarada
olmamız lazım” söylevi işlevine ulaşmış. Masa başına toplanıp,
konuşulduğu sahnede oyuncunun, seyirciye arkasını dönerek oturması, “ayıp” kaçmanın
ötesinde, karşısında oturanın görülmesini de engellemiş. Büyükannenin, “olan
bitene ses çıkarılmıyor, umursanmıyor, değerlere sahip çıkılmıyor” anlamı taşıyan, “Küçük
konağında damı akıyormuş. Ben tek başıma yetişemem ki. Sahip çıkan yok”
sitemi, “rüya” olarak aktarılmış. Kendimi o ocakta yakmak istiyorum! Baston,
ocağın “dayanak noktası” ve “otoritenin temsilcisi” konumunda yer alırken,
(çocukların bastonu birbirlerinin elinden almalarını da göz önünde
bulundurursak) ucuna plastik takılması, “baş”ın sessiz kalışını
çağrıştırmış. Adı olmayan tek karakterin büyükanne olması ise oyuna dair birçok şeyi kanıtlamış.
Birinci perde sonunun Safiye’nin Tarık için söylediği: "İçimizde en çaresizi o" repliğiyle bitirilmesi alkışı hak etmiş. Metni okurken "ne güzel perde sonları hariç hiç karartma yok" diye içimden geçirmiştim. Fakat metin içerisinde yapılan değişiklikler neticesinde doğal olarak benim düşüncelerim de sekteye uğradı. Yine de Fazıl'ın, Sevda'ya: "O anladıya yeter" demesinin ardından karartma yapılmasının nedenini bulamadım. Işık tasarımından söz açmışken devam edelim. Yukarıda birkaç söz söylemiştim. Onların haricinde, dramatik yapının ağır bastığı yerlerde, hüznü hakim kılmak için tercih edilen klasik karartma ile karşılaştım. Camlardan süzülen ışıklar, "dışarıdan gelen güneş ışığı" atmosferini yaratmayı başarmış. (Radyoya özel ışık isterdim) Gök gürültüsü efekti, kavganın alevlendiği yerlerde verilip, olacaklara işaret etmiş. Akabinde yağan yağmurun sesi çok yapay olsa da barışın sağlandığını ve içlerin döküldüğünü anlatmaya yetmiş. (Işık: Özcan Çelik - Efekt: Yusuf Tuncer)
OLMASI
GEREKEN
Guguklu saat, Sevda eve
geri döndükten sonra “mutlaka” ötmeliydi. Metin içerisinde kayda değer bir yeri
olan saatin, duvarda bir çerçeve yerini doldurması, oyunu önemli bir
“metafor”dan yoksun bırakmış. Ocak ise Sevda gittikten sonra “mutlaka” sönmeli ya
da ateşi kısılmalıydı. Evden değerli bir parçanın ayrılışı bu yolla sembolize
edilebilirdi. (Tabii döndükten sonra tekrar yakılmak ya da ateşi körüklenmek
şartıyla) Sağ ön kısımda duran çiçek de en başından beri değil, yine Sevda gittikten sonra solmalıydı. (Aradan üç ay geçiyor, yapılabilir)
RADYO
Radyo için ayrı bir başlık açmak istedim. Metinde
olmayan ve rejisörün yaratımıyla oyuna eklenen radyo, dönem hakkında bilgi
veren yegane araç olarak yerini almış. Her şeyden önce gerekliliğinin
tartışılması taraftarıyım. Ben, oyun “bugüne” nasıl gelebilir diye kafa patlatırken,
olduğundan daha da eskiye gittiğine şahit oldum. Yaşım itibariyle radyo
dönemine yetişemesem de, bu hiç radyo dinlemediğim anlamına gelmez. (Okuduğum
bölüm "RADYO - Sinema ve Televizyon")
Şunu söyleyerek
başlayayım, radyoyu, oyun için çok da gerekli görmedim. Evet, oyunda bir
“bütünlük” kurmak istemiş. Seçilen şarkılar ve türküler neticesinde “anı” içselleştirmiş.
Oyundan önce açılıp, arada ve kapanışta devam etmesi, hiç susmayacağına delalet
etmiş. Dönemin sıkıntılarına parmak basıp, ekonomik ve siyasi hayat hakkında
bilgiler aktarmış. Hatta “Cahit Irgat balık satarken görüldü.”
gibi haberler ile “sanatçı değerinin” o günü ile bugünü arasında bir fark
olmadığına sitem etmiş. Etmiş etmesine ama metindeki yokluğu da eserin anlatım gücünden bir şey eksiltmemiş.
Metinde “dışardan belli belirsiz duyulan eski bir
tango çalar” açıklaması var ve bu açıklamadan sonra Tarık’ın, camı açıp
tangoyu çalan kişiye sinirlenmesi gerekiyor. Rejisör, tango yerine radyoyu
koyarak, Tarık’ı, radyoya karşı sinirlendirmiş. Bu sinirleniş, radyonun verdiği
haberlere mi, iç burkan şarkılara mı, eskiye duyulan özlemin yarattığı boşluğa mı yoksa metindeki ifadeyi bozmamak adına mı
yapılmış? Ayrıca radyoya hayran olan, bir türlü kapattırmayan büyükannenin,
Sevda’nın gittiği sahnede, radyoyu kendi elleriyle kapatması, “sen eğlence
aracısın, şimdi biraz sus, acımız büyük” anlamı katarak, radyonun vasfını değersizleştirmiş. (Büyükanne için sadece müzikler önemli bir yer tuttuğundan dolayı bu şekilde düşündüm)
Bu bölümü Bertol Brecht’in “Radyo Kuramı ve Sinema Üzerine” adlı eserinin “İletişim Aracı Olarak Radyo” metninden bir paragrafla bitirmek istiyorum. “Radyo, kamu hayatının düşünülebilecek en mükemmel iletişim aygıtı, muazzam bir yönlendirme sistemi olabilir. Olabilir ama ancak sadece yaymakla yetinmeyip, ‘almayı’da becerebilirse, yani dinleyiciyi sadece dinleyen değil, aynı zamanda ‘konuşan’ haline getirebilir, onu izole etmek yerine ilişkiye geçirebilirse”. Buradan hareketle, madem oyunun içerisine radyo eklendi, neden karakterler duydukları karşısında sadece “ah-vah” çekiyor? Bütün oyun boyunca eklenen “ekstra diyaloglar” neden radyo için “kıt” bir kaynak oluşturuyor? Ekonomik durumu bozuk olan bir aile (araba almayı planlıyor), radyodan duyduğu otomotiv haberi hakkında yorum yapsa ya…
Bu bölümü Bertol Brecht’in “Radyo Kuramı ve Sinema Üzerine” adlı eserinin “İletişim Aracı Olarak Radyo” metninden bir paragrafla bitirmek istiyorum. “Radyo, kamu hayatının düşünülebilecek en mükemmel iletişim aygıtı, muazzam bir yönlendirme sistemi olabilir. Olabilir ama ancak sadece yaymakla yetinmeyip, ‘almayı’da becerebilirse, yani dinleyiciyi sadece dinleyen değil, aynı zamanda ‘konuşan’ haline getirebilir, onu izole etmek yerine ilişkiye geçirebilirse”. Buradan hareketle, madem oyunun içerisine radyo eklendi, neden karakterler duydukları karşısında sadece “ah-vah” çekiyor? Bütün oyun boyunca eklenen “ekstra diyaloglar” neden radyo için “kıt” bir kaynak oluşturuyor? Ekonomik durumu bozuk olan bir aile (araba almayı planlıyor), radyodan duyduğu otomotiv haberi hakkında yorum yapsa ya…
Şarkılardan Bazıları
“Mehtaplı
Gecelerde”
“Yanıyor mu Yeşil Köşkün
Lambası?”
“Manolyam”
“Pencereden Kar Geliyor"
“Efendim”
“Beni Kör
Kuyularda”
“Söyleyemem
Derdimi”
“Olmaz İlaç Sine-i Sad
Pareme”
“Kara Bulutları Kaldır
Aradan”
“Orda Bir Köy Var
Uzakta”
“Kimseye Etmem Şikayet"
Oyunun tek sevdiğim
tarafı, birbirinden değerli Türk Sanat Müziği eserlerini dinlemek oldu. (Oyun
sonrası twitter’a yazdığım cümle)
DİĞER
ÖĞELER
Kostüm tasarımı yazarın
açıklamalarıyla birbirini tamamlar cinsten. Tarık ve Fazıl’ın işçi, Safiye’nin
ev hanımı, büyükannenin yaşlı, Özcan’ın çocuk, Nihat’ın ise özenli olduğu
kostümler sayesinde aşikar. Özcan’a her ne kadar “çocuk” desem de koca
delikanlı. Öyleyse neden Paşa kılığına girerken sünnet elbisesini giymiş?
“Baston”, “fes” ve “kuşak”tan güç alıp,
Paşa ile benzer noktalar taşıdığı için mi? Özcan’nın pijamasının yırtık, Fazıl’ın
beresinin haydutvari ve Nihat’ın kulağının her daim çiçekli olmasını sevdim. Bu
arada rejisörün yerinde olsam, aile yaşantısının “monoton”luğundan dolayı,
(aradan süre geçmesine rağmen) bütün oyun boyunca kostüm değişikli (ve masa
örtüsü) yapmazdım. (Kostüm:
Zuhal Soy)
KARAKTERLER
VE OYUNCULUKLAR
Bu bölümde her
karakterin bir repliğini seçerek, o karakteri anlatmaya çalıştım. Buna göre;
TARIK
(HAKAN GÜNER)
“Bu
hayata şikayetsiz katlansaydım, utancımdan geberir giderdim.”
Oyunculuğu:
Çocuklarına
karşı farklı muamelesi ve çaresizliği ile tatlı sert bir baba oluşunu
yansıtabilmiş.
SAFİYE
(ASLI İÇÖZÜ)
“Sen
ve ben yük arabasına koşulmuş at gibiyiz.”
Oyunculuğu:
Oyunun
bir numaralı oyuncusu. Ses tonu ve beden dili kullanımı şahane.
BÜYÜKANNE
(MAHPERİ MERTOĞLU)
“Paşa
dönse her şey düzelir.”
Oyunculuğu:
Beni
yaşlı olduğuna inandırdı. Hayalle gerçek arasında gidip gelmeleri son derece
başarılı.
FAZIL
(CENGİZ TANGÖR)
“Ne
istiyorum biliyor musun? Yemyeşil bir çayırda sırtıüstü yatıp dalga geçmek.”
Oyunculuğu:
Karakteri
içine sindirmiş. Sert ve ukala ağabey tiplemesinde oldukça iyi.
NİHAT
(ERKAN SEVER)
“Bak,
dün geldi geçti, hayal oldu. Eh, yarın da hayal edilebilir.”
Oyunculuğu:
Aynı
şeyi Erkan Bey için de söyleyebilirim. Umursamaz ve pozitif ruh halini
seyirciye geçirebilmiş.
SEVDA
(MANA ALKOY)
“Bizi
hiç kimsenin bilmediği, tanımadığı bir yere taşınsaydık.”
Oyunculuğu:
Karakterinin
biraz dönüşüme ihtiyacı var.
ÖZCAN
(MEHMET SONER DİNÇ)
“Mesela
kumar oynuyorlar ben oynayamıyorum, sigara içiyorlar ben içemiyorum, param yok.
Ben, bir çift laf atıyorum ortaya, bir hikaye anlatıyorum.”
Oyunculuğu:
Evin
en küçüğü olduğu belli. Uçarı ve pişkin durumu rolünü özetlemiş.
ÖZET
CÜMLE: “Herkes körlere acır. Ya her şeyi görenler? Onlara acıyan yok. Bazen bir yaprakta bir orman
yaşar yavrum. Sahipsiz bir çift terlikte bütün bekleyenlerin azabı.” (Erkan Sever'in buradaki vurgusunu "aykırı" buldum)
TURGUT
ÖZAKMAN
1 Eylül 1930’da
Ankara’da doğdu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Bir süre
Avukatlık yaptı. Köln Üniversitesi Tiyatro Bilimi Enstitüsü’ne devam ettikten
sonra Devlet Tiyatroları’na dramaturg olarak girdi. TRT’de Merkez Program Daire
Başkanlığı, Genel Müdür Yardımcılığı, Devlet Tiyatroları’nda Genel Müdür
Başyardımcılığı ve 1983-1987 yılları arasında Genel Müdürlük yaptı. 1988-1994
yılları arasında Radyo-Televizyon Yüksek Kurulu’nda üyelik ve başkan
yardımcılığı görevlerinde bulundu. Uzun yıllar Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde kadrolu öğretim görevlisi olarak çalıştı.
Dramatik yazarlık dersleri verdi. 28 Eylül 2013’te vefat etti.
Romanları:
“Korkma İnsancık Korkma”, “Romantika”, “19 Mayıs 1919 Atatürk Yeniden Samsun’da”,
“Şu Çılgın Türkler”, “Diriliş”, “Cumhuriyet”
Oyunları: “Pembe Evin Kaderi”, “Ocak”, “Kanaviçe”, “Paramparça”,
“Fehim Paşa Konağı”, “Sarıpınar 1914”, “Resimli Osmanlı Tarihi”, “Duvarların Ötesi”, “Töre”, “Güneşte On
Kişi”, “Kardeş Payı”, “Bir Şehnaz Oyun”, “Deli Bayramı”, “Üç Destan", “Deli Oğlan”, “Ah Şu Gençler”, “Komşularımız”,
“Hastahane”, “Ben Mimar Sinan”, “Karagöz’ün Dönüşü”, “Berberde”, “Darılmaca Yok”, “Ak
Masal Kara Masal.”
Turgut Özakman’ın 1961
yılında yazdığı “Ocak”, şimdiye kadar Avustralya, Ankara Devlet ve Adana Şehir Tiyatroları’nın
haricinde, 1973-74 sezonunda İzmir, 1991-92 sezonunda Adana ve
2006-07 sezonunda Trabzon Devlet Tiyatroları'nda sahnelenmiş. Konusu ise şöyle: 1960’lı yıllarda emekçi bir ailenin ekonomik
güçlüklere eve geçim sıkıntısının getirdiği zorluklara rağmen birarada durma
çabasını anlatır. Anne, baba, çocuklar ve büyükanneden oluşan aile bireylerinin
her biri farklı karakterlere ve
hayallere sahiptir. Tüm sıkışmışlıklarına rağmen birbirlerine duydukları sevgi,
diğer tüm yoksunluklarını unutturmaktadır.
SON
SÖZ
1961'in aile içi değerleri ile günümüz değerleri birbirinden oldukça farklı. İBBŞT'nın repertuarına kazandırdığı bu oyunun "bugüne" dair söyleyecek bir sözü olmadığı kanısındayım. 100. yılına gelen bir kurumdan çok daha farklı, ileriye ışık tutabilecek, hep aynı basamakta kalmaktansa, bir üst basamağa çıkarabilecek oyunlar beklerdim. (Yönetmeni aynı olduğu için söylüyorum "Yolcu" adlı oyun için de bu düşüncedeyim) Metni okuduktan sonraki
kanaatim, oyunun “iyi” çıkacağı yönündeydi. Hayalimde birtakım şeyler kurmuştum. Kurduğumla, sahnede gördüğüm birbirini tutmadı. (Tutmak zorunda değil)
Tıpkı büyükannenin hayalleriyle, yaşadığı hayatın birbirini tutmaması gibi…
Emeği geçen herkesi
kutlar, alkışlarının olmasını dilerim…
Turgut Özakman’ın
anısına…
Notlar:
Oyunu “nostaljik” bulduğum için, elimdeki
metnin arkasına basılmış olan fotoğrafları aralara ekleyerek, konsepte uygun
hale getirme amacı güttüm. Bu oyuna ait fotoğraflar ise yazı sonundadır.
Yıldırım Fikret Urağ, bu oyunu daha önce de yönetip, “İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri”nde “en iyi yönetmen” ödülünü almış. Bu gibi durumlarla daha önce çok karşılaştım. Aynı rejisör, aynı oyunu ikinci defa yönetince mutlaka bir “farklılık/değişim” arıyor. Saf hali sönüp gidiyor…
Yıldırım Fikret Urağ, bu oyunu daha önce de yönetip, “İsmet Küntay Tiyatro Ödülleri”nde “en iyi yönetmen” ödülünü almış. Bu gibi durumlarla daha önce çok karşılaştım. Aynı rejisör, aynı oyunu ikinci defa yönetince mutlaka bir “farklılık/değişim” arıyor. Saf hali sönüp gidiyor…
Oyun
2 saat 30 dakika / 2 perdedir.
Ayrıntılı
bilgi için: http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/AnaSayfa.aspx
Kaynaklar
Bilgi Yayınevi: “Ocak”
(Basım: 2008)
Vikipedia
EGE
KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder