HAMLET
Efendim, hepinizin
bildiği gibi konumuz “Hamlet”. Yazılarımda en sevmediğim bölüm eser ve yazarı
hakkında bilgi vermektir. (İnternette yokmuşcasına) Bu da genelde ilk
paragrafta olur. O halde başlayalım. William Shakespeare’in, 1599 ile 1601
yılları arasında yazdığı (tam tarih bilinmiyor) trajedi türündeki eseri, aşk,
ahlak, intikam arzusu, cinayet, akrabalık ve iktidar ilişkileri gibi birçok
konuyu birarada barındırıyor. Hamlet, Shakespeare’in en uzun ve en çok
sahnelenen oyunu olma özelliğini taşıyan, birçok yazara ilham kaynağı olan, “Külkedisi”sinden
sonra en çok filme çekilen, hatta kadın oyuncular tarafından da (bizde Ayla
Algan) canlandırılan en meşhur eseridir.
İnternetin
dediğine göre; Shakespeare (1564-1616) büyük bir olasılıkla Hamlet’i, 13. Yüzyıl
vakanüvisi Saxo Grammaticus tarafından, “Gesta Danorum” adlı eserinde korunan
ve 16. Yüzyıl bilgini François de Belleforest'in tekrar anlattığı,
Amleth efsanesi ile kaybolduğu varsayılan ve günümüze “Ur-Hamlet adıyla
bilinen, I. Elizabeth dönemine ait bir oyundan esinlenerek yazmıştır. Çünkü
efsanevi öğelere ilk olarak Saxo Grammaticus’un 13. Yüzyıla ait eseri “Gesta Danorum”un
bir parçası olan “Vita Amlethi”de (Amleth’in Yaşamı) rastlanır. Latince yazılan
bu eserde, Klasik Roma erdem ve kahramanlık kavramları görülür. Shakespeare’in
zamanında kolaylıkla erişilebilen bu eserin önemli benzerlikleri arasında prensin sahte cinneti, annesinin tahtı eline geçirenle acele evliliği, prensin gizlenmiş bir casusu öldürmesi ve kendi yerine maiyetinde bulunan iki kişinin ölümü sayılabilir.
Tek kişilik oyunlar
nedense her zaman daha fazla rağbet görür. Seyirciler bir yandan kalabalık
kadro olsun da gülüp eğlenelim derken diğer yandan tek kişilik oyunlar için uzun
bilet kuyrukları oluştururlar. Ben tek kişilik oyunları pek sevmem. Oyuncunun
ön plana çıkıp, metnin ve teknik unsurların geri planda kaldığına inanırım.
Aslında inanmaktan çok “görürüm”. Şüphesiz bu her oyun için geçerli değildir.
Bazı oyunlar, oyuncusunun adı ile anılır. “Hamlet” buna verilebilecek en iyi
(?) örnek. (Siz yine de örnek almayın) 65 yaşına gelmiş Devlet Tiyatroları’nın,
metni farklı yorumlamak yerine neden tek kişilik bir Hamlet’e ihtiyaç duyduğunu
anlamayadım. Bu sahneleyiş için “farklı yorumlanmış” diyemem. Olaylara sadece
Hamlet’in gözünden bakmıyoruz. (Bu bir farklılık olabilirdi) Eseri
“oyunlaştıran” ? (“uyarlayan” ya da “düzenleyen” daha iyi olmaz mıydı?) Zeynep
Avcı, birkaç karakteri tek kişide buluşturmuş. Bazı karakterleri de sahnede var
etmeden ‘mış’ gibi göstermiş.
Normalde oyunun daha
evvel Devlet Tiyatroları’nda ne zaman ve kim tarafından sahneleniğini “tarihsel
bölüm” içerisinde ele alırım. Fakat mesele yorum farklılığına gelince arşivi
buraya eklemeye karar verdim. Araştırmalarım doğrultusunda şu verilere
rastladım (sezon, rejisör, il sıralaması ile): 1950-51, Muhsin Ertuğrul, Ankara
/ 1961-62, Cüneyt Gökçer, Ankara / 1993-94, Müge Gürman, İstanbul / 1994-95,
Namık Agayev, Antayla ve 2003-04, Robert Sturua, Ankara. Görüldüğü üzre
toplamda altı kez sahnelenmiş. Acaba ilk paragraftaki “en çok sahnelenen”
tanımlamasıyla çeliştim mi? Çeliştirenler utansın! Şaşırdığım ve kızdığım
husus, sayıdan ziyade, İstanbul’da yalnızca bir kez sahnelenmiş olması. (Devlet
Tiyatroları’nın yaşı yukarıda yazılı)
O zaman soru 1: Bu kadar az oynanan bir oyunun
nesinden bıkıldı da böyle bir (tek kişilik) seçim yapıldı? Soru 2: Yirmi yıldır neden hiçbir rejisör Hamlet’i sahneye koymadı?
(İstanbul’da) Soru 3: Devlet
Tiyatroları’nın aklı neredeydi? Soru 4:
Yirmi yıldan sonra birdenbire ne değişti de sahneleme kararı alındı? Soru 5: Eğer dördüncü sorunun cevabı “Shakespeare’in 450. Doğum Yılı” olduğu
içinse, olmasaydı sahneye de konulmayacak mıydı? (Klasik eserler jenerasyon
farkı dolayısıyla on yılda bir sahnelenmelidir) Bir SEYİRCİ olarak bu soruları
sormanın en büyük hakkım olduğunu düşünüyorum.
Zeynep Avcı, metin
içerisindeki önemli kısımları alarak birbirine bağlamış ve duygu değişimlerini
yoğun yaşatmış. Oyunu “epik” olarak nitelendiremem. (Çünkü değil) Buna rağmen
her bölüm geçişinde (gördüklerim birer “sahne” değildi bu nedenle bölüm ya da
kısım diyeceğim) “yabancılaşma” yaşadım.
Z. Avcı’nın, rejisörün (Işıl Kasapoğlu) ve oyuncunun (B.E.Yarar) neyi
amaçladıklarını bilmiyorum ama seyredilmesi zor bir oyun ortaya çıkardıkları
kanaatindeyim. Az önce “önemli kısım” kavramına değinmiştim. Bu önemin kime ve
neye göre olduğu tartışılır. Mesela Ophelia ile Hamlet ilişkisinin, oyunda çok
diplerde kaldığı taraftarıyım. Tiyatro oyununun oynandığı bölüm için de aynı
şeyi söyleyebilirim. Orijinal metne göre 2. Perde / 2. Sahne (Rosencrantz,
Guildenstern ve Hamlet’in tiyatro ve oyuncuları üzerine konuştukları sahne)
muhakkak olmalıydı. O sahne sayesinde günümüze gönderme yapılabilir ve oyun
biraz daha bugüne bakardı. Metin her dönemin metni olsa da bazı güncellemelere
ihtiyaç duyabilir. Bu ihtiyaç, eserin yetersiz düzeyde oluşundan kaynaklı
değil, dün ile bugünün ayrımına dikkat çekmek içindir.
Karakter bazında incelediğimde
Rosencrantz ve Guildenstern gibilerin bugün de olduğu aşikar fakat ben bunu net
bir biçimde sahne üzerinde göremediğimden şikayetçiyim. Her iki karakterin de
parmakla gösterilmeyip, bir bedende hayat bulmasını isterdim. (Son cümle
rejiyle alakalı oldu ama seyircilerin, o karakterlerin yerine konulması hoşuma
gitmedi. Bu yolla ne denmek istendiğini anladım lakin anlamazlığa vurdum) Eserin
“belirgin” temalarını yazımın başında sıralamıştım. Dediğim gibi onlar belirgin
olanlar. Peki “alt tema” hiç mi ÖNEMLİ değildir? Biraz evvel yazdıklarım esas
bununla ilgili idi. Shakespeare gibi şiirsel dile sahip bir yazarın, en önemli
eserlerinden birinin sahne ve karakter seçimlerini, bağlamlarını ve amaçsızca
kısaltılmış halini sevmedim.
Galiba en başta yazmam
gereken şeyi biraz gecikmeli olarak yazıyorum. Oyun, Hamlet’in “olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu”
repliğiyle başlıyor. Yani metnin ortasından. Bu repliği metnin ortasında
söyleyen Hamlet ile oyunun başlangıcında söyleyen Hamlet’in ruh hali aynı
değil. Başlangıçtaki ruh hali de, tıpkı ortasındaki gibi şekillenseydi, koyu
yazılan cümle havada kalmazdı. “Çürümüş
bir şey var Danimarka Krallığı’nda” repliğiyle başlansa? (Bu repliği her ne
kadar Hamlet söylemese de büründüğü karakter yoluyla seyirciye iletilebilirdi)
Velhasıl oyunun başarısız yönünün mimarı olarak Zeynep Avcı’yı gördüm. Metni ise
Sabahattin Eyüboğlu çevirmiş. Şansıma elimdeki çeviri de onun. (Türkiye İş
Bankası)
Bunca hatanın
içerisinde Işıl Kasapoğlu’nun rejisinin, mücevher kutusundan çıkan Hamlet gibi
parladığını duyurmazsam çok büyük haksızlık etmiş olurum. Oyundaki yoğun reji
dolayısıyla not tutarken zorlandığımı da itiraf etmeliyim. Önce kumaş perdelerden
başlayalım. Kırmızı perde, Hamlet ile Gertrude’un (annesi) konuştuğu bölümde
perde arkasında onları dinleyen Polonius’un, Hamlet tarafından öldürülmesi
sırasında kullanılarak “kan”ı simgelemiş. Claudius’un (Danimarka Kralı) bütün
perdeyi toplayıp sırtlanması, elindeki kanın çokluğunu ve günahlarının
ağırlığını betimlemiş. Ayrıca yukarıdan aşağıya inen perde Polonius’un perde
arkasında öldürülmesine de hizmet etmiş. Mavi perde ise Ophelia’nın suda boğulması
esnasında görevini tamamlamış.
Aksesuarlarla (taç,
kitap, baston, kırmızı top burun, beyaz mendil) bir bütünlük sağlanmış. Bundan
dolayı “Hamlet Meddah mı?” sorusu akıllara gelmiş. (Benim aklıma gelmedi ama
açıklama gereği duydum) Meddahın sadece bastonu
ve mendili vardır. Mendilini kadın kılığına girerek sesini inceltmek, bastonunu
da ses çıkarmak için kullanır. Konusunu genellikle efsanelerden, masallardan ve
destanlardan alır. Güldürme amacı güder. Oyunun sonunda, yaptığı hatalar için
seyirciden özür diler. Bu özelliklerin hiçbirini Hamlet’te bulamadığım için,
meddah olmadığı kanısındayım. Zaten olmamalı. Neden olsun ki? Malzemesini eline
alıp taklit yapan ya da tek kişilik oyunlarda farklı rollere bürünen herkes meddah
mıdır? Hamlet meddah ise bizim şimdiye kadar tanıdığımız meddah kimdir? Her
şeyden önce bu düşünülmeli. Gerçi günümüzün “Stand-up”çılarına bile “çağdaş
meddah” yakıştırması yapanların böyle bir görüşte olmalarına şaşırmıyorum.
Taç, “genelde” karakter
değişimini (Kral) vurgularken, “özelde”, bükülmesi açısından iktidarın
(makamın) temellerinin çürüklüğünü ve kolayca ezilebilineceğini sembolize
etmiş. Tiyatro oyuncularının temsil vermek istedikleri bölümde kırmızı top
burunla “palyaço” benzetmesi yapılmasının ve burunun kitap arasından çıkmasının
manasını çözemedim. (Olmayan soytarıya bir selam mı?) “Beyaz mendil” Ophelia
karakteri ile özdeş kılınmış. Renginin beyaz oluşu, kişiliğinin saflığını
anlatmada işlevine ulaşmış. Bu arada temsilin verildiği bölüme gelmişken
“kukla” metaforundan bahsetmek istiyorum. Temsil anında Kral ve Kraliçe’nin o
şekilde (kukla) karşımıza çıkmaları gücün, paranın ve iktidar hırsının kişiyi
nasıl kuklaya çevirdiğini başarıyla aktarmış.
Yazının orta
kısımlarında rejiyle ilgili bir tespitime yer vermiştim. Sahnede bedenen var
olmayan önemli karakterin, oyuncu tarafından parmakla gösterilip, seyirci için
tasarlandığından söz etmiştim. Işıl Kasapoğlu, bu tercihinden tiyatro oyununun
oynandığı bölümde vazgeçmiş. Kral için herhangi bir seyirciyi göstermek yerine,
oyuncuyu yükseklere baktırmış. Konum itibarıyle halkın arasında olmaması
gereken Kral için doğru bir tercih fakat kişiliği ölçüldüğünde, Rosencrantz ve
Guildenstern’den pek de bir farkı yok. Keşke yukarıya da (balkon niyetine) birkaç
seyirci oturtulsaymış. (Rejisör böyle bir tutum sergilediği için ayrıntılı
açıklama gereği duydum. Katılmadığımı daha önce belirtmiştim)
Dekor bir mücevher
kutusundan oluşuyor. Her kutuda olmasa bile çoğu mücevher kutusunun içinde bir
çıkıntı (puf gibi) vardır. Kolyenin zinciri o çıkıntıya bağlıdır. Taşlı kısmı
ise aşağıya doğru sarkar. İşte o çıkıntı, kutunun kilit noktasıdır. Çıkıntı
olmazsa kolye düzgün bir biçimde duramaz. Bu çıkıntı, oyunda Kral’ın tahtı
olarak konumlandırılmış. Taht bir nevi her şeyin bağlı olduğu yeri ve
sarsıldığında tüm bağların kopacağı bir noktada kendine yer edinmiş.
Vücudu siyah, başı
kırmızı tülden yapılma Hamlet’in, Kral’ın elinde parçalanması, Hamlet’in öleceğini
haber ederken, aynı tüllerin Ophelia elinde çiçek gibi koparılıp savrulması
(seviyor, sevmiyor gibi) Ophelia’nın Hamlet’e duyduğu aşkı ve Hamlet’in farklı
karakterlerce nasıl yorumlandığını gözler önüne sermiş. Gemilerin minimize
olarak kağıttan yapılması ve bu kağıdın aynı zamanda Kral’ın, Hamlet’i
ülkesinden sürmesi için yazdığı “ferman” görevi görmesi, “bu ferman ile
yolculuğa çıktım” cümlesini kurdururken, Hamlet’in kağıt gemiyi başına koyup,
kendini “amiral” yapması, “ben de hakimiyetimi denizlerde kurarım” mantığına
kanıt sunmuş. Bu kadar “iyimser” bir mantığın çıkış noktası ise kağıt geminin
üzerindeki çiçekler sayesinde desteklenmiş. (Düşünce yapısı)
Mezarlık bölümünde
renklerin temsil ettiği kişiler aynı yerde buluşurken, Hamlet’in, yere serili,
kat kat toplanmış kırmızı perdeyi eşeleyerek mezar kazması, toprağın kanla
sulandığına işaret etmiş. “Düello” bölümü efektle verilmiş. Hamlet karşısında
biri var‘mış’ gibi yapmamış. (Yapar diye tahmin etmiştim) Haliyle, kılıcın pek
de ehemniyeti kalmamış. Ve son olarak final bölümü klasik bir bitişle, mücevher
kutusunun kapanması şeklinde gerçekleşmiş. Keşke kutuyu kapattığımızda iş
bitse…
Mücevher kutusundan meydana
gelen dekor tasarımına “orijinal” tanımlamasını yapabilirim. Kutunun kırmızı
oluşu kanlı bir hikayenin başlayacağına dair ipucu vermiş. İçinin siyahla
kaplanması ise olayların karanlık vaziyetini ve Hamlet’in o karanlıkta kendisini
aradığını yansıtmış. Kostümün parıltılı görünümü “mücevher” izlenimine son
derece uyum sağlayarak, dönemin atmosferinin yaratılmasına yardımcı olmuş. Gri,
siyah ve beyaz renklerden oluşan kostüm, iyi, kötü ve ikisinin arasında gezinen
karakterlerin tahlillerini ortaya çıkarmış. Yeleğin üzerindeki çiçek tasvirleri
gemi bölümünden sonra anlam kazanmış. Hem dekor hem de kostüm tasarımı için
Hakan Dündar’ı kutlarım…
Işık tasarımı,
bölümlerin yapısına uygun olarak ayarlanmış. Tiyatro oyunu bölümünde, oyun
başlangıcından evvel ışığın yanıp sönmesi “prova” sürecini verirken, akabinde
oyuncuya tutulan sahne ışığı, oyunun başladığına delalet etmiş. Kral’ın, tacı
ile bütünleştiği anlarda kandan ilham alınarak kırmızı bir aydınlatma sunulurken,
dramatik yönün ağır bastığı bölümlerde karartma yoluna gidilmiş. Hayaletin
aktif olduğu yerlede ışık belirsizliğini koruyarak durumu kotarmış. Oyun
boyunca oluşan gölgeler ise dikkat dağıtmış. (Işık: Cem Yılmazer)
Işık için
söylediklerimi müzikler için de söyleyebilirim. (Bölümlerin yapısına uygun)
Ezgiler, dönemsel ve oyuna destekçi bir biçimde varlığını hissettirmiş.
Hayalet’in müziği “hayali”, oyuncunun müziği “tefvari” olarak kulaklarımıza
aksetmiş. (Orkestra: Yasemin Taş, Cansın Bezircilioğlu)
Sıra, oyunun
oyuncusuyla anılmasındaki en büyük etkene yani Bülent Emin Yarar’a geldi.
Açıkçası oyunu B.E.Yarar için izlemeye gitmedim. Beni çeken Hamlet ve
Shakespeare’di. Profesyonel (İstanbul DT) oyununu izleyenler eminim birtakım
benzerlikleri (jest ve mimik olarak) fark etmişlerdir. Tek kişilik oyunların zor
olduğunu biliyorum fakat abartılmasını doğru bulmuyorum. Başkalarına yazık
oluyor, yapmayın! Çok sevdiğim bir büyüğüm şöyle der: “O kadar abartarak öv ki kimse inanmasın” Bülent Emin Yarar’a
bayıldım. Yok böyle bir oyunculuk. O kadar iyi oynuyor ki ayakta alkışladım.
Duyguları çok iyi vermiş, sürekli ağlıyor. Ses tonu karakterlere göre
çeşitlilik gösteriyor. İnsanı büyüleyen bir oyunculuğu var. Evet o bir Hamlet!
Böyle bir oyun Devlet
Tiyatrosu’na katkı değildir. Emeği geçenleri kutlar, alkışlarının bol olmasını
dilerim.
Not:
Oyun 90 dakika / Tek perdedir.
Ayrıntılı
bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr
Kaynaklar
Türkiye İş Bankası:
“Hamlet” (Basım: 2012)
Devlet Tiyatroları
Belgeliği
Vikipedia
EGE
KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder