8 Mart 2014 Cumartesi

Öyleyse Neden Hamlet? – W. Shakespeare (İstanbul DT)





HAMLET

Efendim, hepinizin bildiği gibi konumuz “Hamlet”. Yazılarımda en sevmediğim bölüm eser ve yazarı hakkında bilgi vermektir. (İnternette yokmuşcasına) Bu da genelde ilk paragrafta olur. O halde başlayalım. William Shakespeare’in, 1599 ile 1601 yılları arasında yazdığı (tam tarih bilinmiyor) trajedi türündeki eseri, aşk, ahlak, intikam arzusu, cinayet, akrabalık ve iktidar ilişkileri gibi birçok konuyu birarada barındırıyor. Hamlet, Shakespeare’in en uzun ve en çok sahnelenen oyunu olma özelliğini taşıyan, birçok yazara ilham kaynağı olan, “Külkedisi”sinden sonra en çok filme çekilen, hatta kadın oyuncular tarafından da (bizde Ayla Algan) canlandırılan en meşhur eseridir.

İnternetin dediğine göre; Shakespeare (1564-1616) büyük bir olasılıkla Hamlet’i, 13. Yüzyıl vakanüvisi Saxo Grammaticus tarafından, “Gesta Danorum” adlı eserinde korunan ve 16. Yüzyıl bilgini François de Belleforest'in tekrar anlattığı, Amleth efsanesi ile kaybolduğu varsayılan ve günümüze “Ur-Hamlet adıyla bilinen, I. Elizabeth dönemine ait bir oyundan esinlenerek yazmıştır. Çünkü efsanevi öğelere ilk olarak Saxo Grammaticus’un 13. Yüzyıla ait eseri “Gesta Danorum”un bir parçası olan “Vita Amlethi”de (Amleth’in Yaşamı) rastlanır. Latince yazılan bu eserde, Klasik Roma erdem ve kahramanlık kavramları görülür. Shakespeare’in zamanında kolaylıkla erişilebilen bu eserin önemli benzerlikleri arasında prensin sahte cinneti, annesinin tahtı eline geçirenle acele evliliği, prensin gizlenmiş bir casusu öldürmesi ve kendi yerine maiyetinde bulunan iki kişinin ölümü sayılabilir.

Tek kişilik oyunlar nedense her zaman daha fazla rağbet görür. Seyirciler bir yandan kalabalık kadro olsun da gülüp eğlenelim derken diğer yandan tek kişilik oyunlar için uzun bilet kuyrukları oluştururlar. Ben tek kişilik oyunları pek sevmem. Oyuncunun ön plana çıkıp, metnin ve teknik unsurların geri planda kaldığına inanırım. Aslında inanmaktan çok “görürüm”. Şüphesiz bu her oyun için geçerli değildir. Bazı oyunlar, oyuncusunun adı ile anılır. “Hamlet” buna verilebilecek en iyi (?) örnek. (Siz yine de örnek almayın) 65 yaşına gelmiş Devlet Tiyatroları’nın, metni farklı yorumlamak yerine neden tek kişilik bir Hamlet’e ihtiyaç duyduğunu anlamayadım. Bu sahneleyiş için “farklı yorumlanmış” diyemem. Olaylara sadece Hamlet’in gözünden bakmıyoruz. (Bu bir farklılık olabilirdi) Eseri “oyunlaştıran” ? (“uyarlayan” ya da “düzenleyen” daha iyi olmaz mıydı?) Zeynep Avcı, birkaç karakteri tek kişide buluşturmuş. Bazı karakterleri de sahnede var etmeden ‘mış’ gibi göstermiş.     

Normalde oyunun daha evvel Devlet Tiyatroları’nda ne zaman ve kim tarafından sahneleniğini “tarihsel bölüm” içerisinde ele alırım. Fakat mesele yorum farklılığına gelince arşivi buraya eklemeye karar verdim. Araştırmalarım doğrultusunda şu verilere rastladım (sezon, rejisör, il sıralaması ile): 1950-51, Muhsin Ertuğrul, Ankara / 1961-62, Cüneyt Gökçer, Ankara / 1993-94, Müge Gürman, İstanbul / 1994-95, Namık Agayev, Antayla ve 2003-04, Robert Sturua, Ankara. Görüldüğü üzre toplamda altı kez sahnelenmiş. Acaba ilk paragraftaki “en çok sahnelenen” tanımlamasıyla çeliştim mi? Çeliştirenler utansın! Şaşırdığım ve kızdığım husus, sayıdan ziyade, İstanbul’da yalnızca bir kez sahnelenmiş olması. (Devlet Tiyatroları’nın yaşı yukarıda yazılı)

O zaman soru 1: Bu kadar az oynanan bir oyunun nesinden bıkıldı da böyle bir (tek kişilik) seçim yapıldı? Soru 2: Yirmi yıldır neden hiçbir rejisör Hamlet’i sahneye koymadı? (İstanbul’da) Soru 3: Devlet Tiyatroları’nın aklı neredeydi? Soru 4: Yirmi yıldan sonra birdenbire ne değişti de sahneleme kararı alındı? Soru 5: Eğer dördüncü sorunun cevabı “Shakespeare’in 450. Doğum Yılı” olduğu içinse, olmasaydı sahneye de konulmayacak mıydı? (Klasik eserler jenerasyon farkı dolayısıyla on yılda bir sahnelenmelidir) Bir SEYİRCİ olarak bu soruları sormanın en büyük hakkım olduğunu düşünüyorum.

Zeynep Avcı, metin içerisindeki önemli kısımları alarak birbirine bağlamış ve duygu değişimlerini yoğun yaşatmış. Oyunu “epik” olarak nitelendiremem. (Çünkü değil) Buna rağmen her bölüm geçişinde (gördüklerim birer “sahne” değildi bu nedenle bölüm ya da kısım diyeceğim)  “yabancılaşma” yaşadım. Z. Avcı’nın, rejisörün (Işıl Kasapoğlu) ve oyuncunun (B.E.Yarar) neyi amaçladıklarını bilmiyorum ama seyredilmesi zor bir oyun ortaya çıkardıkları kanaatindeyim. Az önce “önemli kısım” kavramına değinmiştim. Bu önemin kime ve neye göre olduğu tartışılır. Mesela Ophelia ile Hamlet ilişkisinin, oyunda çok diplerde kaldığı taraftarıyım. Tiyatro oyununun oynandığı bölüm için de aynı şeyi söyleyebilirim. Orijinal metne göre 2. Perde / 2. Sahne (Rosencrantz, Guildenstern ve Hamlet’in tiyatro ve oyuncuları üzerine konuştukları sahne) muhakkak olmalıydı. O sahne sayesinde günümüze gönderme yapılabilir ve oyun biraz daha bugüne bakardı. Metin her dönemin metni olsa da bazı güncellemelere ihtiyaç duyabilir. Bu ihtiyaç, eserin yetersiz düzeyde oluşundan kaynaklı değil, dün ile bugünün ayrımına dikkat çekmek içindir.

Karakter bazında incelediğimde Rosencrantz ve Guildenstern gibilerin bugün de olduğu aşikar fakat ben bunu net bir biçimde sahne üzerinde göremediğimden şikayetçiyim. Her iki karakterin de parmakla gösterilmeyip, bir bedende hayat bulmasını isterdim. (Son cümle rejiyle alakalı oldu ama seyircilerin, o karakterlerin yerine konulması hoşuma gitmedi. Bu yolla ne denmek istendiğini anladım lakin anlamazlığa vurdum) Eserin “belirgin” temalarını yazımın başında sıralamıştım. Dediğim gibi onlar belirgin olanlar. Peki “alt tema” hiç mi ÖNEMLİ değildir? Biraz evvel yazdıklarım esas bununla ilgili idi. Shakespeare gibi şiirsel dile sahip bir yazarın, en önemli eserlerinden birinin sahne ve karakter seçimlerini, bağlamlarını ve amaçsızca kısaltılmış halini sevmedim.  

Galiba en başta yazmam gereken şeyi biraz gecikmeli olarak yazıyorum. Oyun, Hamlet’in “olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu” repliğiyle başlıyor. Yani metnin ortasından. Bu repliği metnin ortasında söyleyen Hamlet ile oyunun başlangıcında söyleyen Hamlet’in ruh hali aynı değil. Başlangıçtaki ruh hali de, tıpkı ortasındaki gibi şekillenseydi, koyu yazılan cümle havada kalmazdı. “Çürümüş bir şey var Danimarka Krallığı’nda” repliğiyle başlansa? (Bu repliği her ne kadar Hamlet söylemese de büründüğü karakter yoluyla seyirciye iletilebilirdi) Velhasıl oyunun başarısız yönünün mimarı olarak Zeynep Avcı’yı gördüm.  Metni ise Sabahattin Eyüboğlu çevirmiş. Şansıma elimdeki çeviri de onun. (Türkiye İş Bankası)

Bunca hatanın içerisinde Işıl Kasapoğlu’nun rejisinin, mücevher kutusundan çıkan Hamlet gibi parladığını duyurmazsam çok büyük haksızlık etmiş olurum. Oyundaki yoğun reji dolayısıyla not tutarken zorlandığımı da itiraf etmeliyim. Önce kumaş perdelerden başlayalım. Kırmızı perde, Hamlet ile Gertrude’un (annesi) konuştuğu bölümde perde arkasında onları dinleyen Polonius’un, Hamlet tarafından öldürülmesi sırasında kullanılarak “kan”ı simgelemiş. Claudius’un (Danimarka Kralı) bütün perdeyi toplayıp sırtlanması, elindeki kanın çokluğunu ve günahlarının ağırlığını betimlemiş. Ayrıca yukarıdan aşağıya inen perde Polonius’un perde arkasında öldürülmesine de hizmet etmiş.  Mavi perde ise Ophelia’nın suda boğulması esnasında görevini tamamlamış.

Aksesuarlarla (taç, kitap, baston, kırmızı top burun, beyaz mendil) bir bütünlük sağlanmış. Bundan dolayı “Hamlet Meddah mı?” sorusu akıllara gelmiş. (Benim aklıma gelmedi ama açıklama gereği duydum) Meddahın sadece bastonu ve mendili vardır. Mendilini kadın kılığına girerek sesini inceltmek, bastonunu da ses çıkarmak için kullanır. Konusunu genellikle efsanelerden, masallardan ve destanlardan alır. Güldürme amacı güder. Oyunun sonunda, yaptığı hatalar için seyirciden özür diler. Bu özelliklerin hiçbirini Hamlet’te bulamadığım için, meddah olmadığı kanısındayım. Zaten olmamalı. Neden olsun ki? Malzemesini eline alıp taklit yapan ya da tek kişilik oyunlarda farklı rollere bürünen herkes meddah mıdır? Hamlet meddah ise bizim şimdiye kadar tanıdığımız meddah kimdir? Her şeyden önce bu düşünülmeli. Gerçi günümüzün “Stand-up”çılarına bile “çağdaş meddah” yakıştırması yapanların böyle bir görüşte olmalarına şaşırmıyorum.

Taç, “genelde” karakter değişimini (Kral) vurgularken, “özelde”, bükülmesi açısından iktidarın (makamın) temellerinin çürüklüğünü ve kolayca ezilebilineceğini sembolize etmiş. Tiyatro oyuncularının temsil vermek istedikleri bölümde kırmızı top burunla “palyaço” benzetmesi yapılmasının ve burunun kitap arasından çıkmasının manasını çözemedim. (Olmayan soytarıya bir selam mı?) “Beyaz mendil” Ophelia karakteri ile özdeş kılınmış. Renginin beyaz oluşu, kişiliğinin saflığını anlatmada işlevine ulaşmış. Bu arada temsilin verildiği bölüme gelmişken “kukla” metaforundan bahsetmek istiyorum. Temsil anında Kral ve Kraliçe’nin o şekilde (kukla) karşımıza çıkmaları gücün, paranın ve iktidar hırsının kişiyi nasıl kuklaya çevirdiğini başarıyla aktarmış.

Yazının orta kısımlarında rejiyle ilgili bir tespitime yer vermiştim. Sahnede bedenen var olmayan önemli karakterin, oyuncu tarafından parmakla gösterilip, seyirci için tasarlandığından söz etmiştim. Işıl Kasapoğlu, bu tercihinden tiyatro oyununun oynandığı bölümde vazgeçmiş. Kral için herhangi bir seyirciyi göstermek yerine, oyuncuyu yükseklere baktırmış. Konum itibarıyle halkın arasında olmaması gereken Kral için doğru bir tercih fakat kişiliği ölçüldüğünde, Rosencrantz ve Guildenstern’den pek de bir farkı yok. Keşke yukarıya da (balkon niyetine) birkaç seyirci oturtulsaymış. (Rejisör böyle bir tutum sergilediği için ayrıntılı açıklama gereği duydum. Katılmadığımı daha önce belirtmiştim)

Dekor bir mücevher kutusundan oluşuyor. Her kutuda olmasa bile çoğu mücevher kutusunun içinde bir çıkıntı (puf gibi) vardır. Kolyenin zinciri o çıkıntıya bağlıdır. Taşlı kısmı ise aşağıya doğru sarkar. İşte o çıkıntı, kutunun kilit noktasıdır. Çıkıntı olmazsa kolye düzgün bir biçimde duramaz. Bu çıkıntı, oyunda Kral’ın tahtı olarak konumlandırılmış. Taht bir nevi her şeyin bağlı olduğu yeri ve sarsıldığında tüm bağların kopacağı bir noktada kendine yer edinmiş.

Vücudu siyah, başı kırmızı tülden yapılma Hamlet’in, Kral’ın elinde parçalanması, Hamlet’in öleceğini haber ederken, aynı tüllerin Ophelia elinde çiçek gibi koparılıp savrulması (seviyor, sevmiyor gibi) Ophelia’nın Hamlet’e duyduğu aşkı ve Hamlet’in farklı karakterlerce nasıl yorumlandığını gözler önüne sermiş. Gemilerin minimize olarak kağıttan yapılması ve bu kağıdın aynı zamanda Kral’ın, Hamlet’i ülkesinden sürmesi için yazdığı “ferman” görevi görmesi, “bu ferman ile yolculuğa çıktım” cümlesini kurdururken, Hamlet’in kağıt gemiyi başına koyup, kendini “amiral” yapması, “ben de hakimiyetimi denizlerde kurarım” mantığına kanıt sunmuş. Bu kadar “iyimser” bir mantığın çıkış noktası ise kağıt geminin üzerindeki çiçekler sayesinde desteklenmiş. (Düşünce yapısı)  

Mezarlık bölümünde renklerin temsil ettiği kişiler aynı yerde buluşurken, Hamlet’in, yere serili, kat kat toplanmış kırmızı perdeyi eşeleyerek mezar kazması, toprağın kanla sulandığına işaret etmiş. “Düello” bölümü efektle verilmiş. Hamlet karşısında biri var‘mış’ gibi yapmamış. (Yapar diye tahmin etmiştim) Haliyle, kılıcın pek de ehemniyeti kalmamış. Ve son olarak final bölümü klasik bir bitişle, mücevher kutusunun kapanması şeklinde gerçekleşmiş. Keşke kutuyu kapattığımızda iş bitse…  

Mücevher kutusundan meydana gelen dekor tasarımına “orijinal” tanımlamasını yapabilirim. Kutunun kırmızı oluşu kanlı bir hikayenin başlayacağına dair ipucu vermiş. İçinin siyahla kaplanması ise olayların karanlık vaziyetini ve Hamlet’in o karanlıkta kendisini aradığını yansıtmış. Kostümün parıltılı görünümü “mücevher” izlenimine son derece uyum sağlayarak, dönemin atmosferinin yaratılmasına yardımcı olmuş. Gri, siyah ve beyaz renklerden oluşan kostüm, iyi, kötü ve ikisinin arasında gezinen karakterlerin tahlillerini ortaya çıkarmış. Yeleğin üzerindeki çiçek tasvirleri gemi bölümünden sonra anlam kazanmış. Hem dekor hem de kostüm tasarımı için Hakan Dündar’ı kutlarım…

Işık tasarımı, bölümlerin yapısına uygun olarak ayarlanmış. Tiyatro oyunu bölümünde, oyun başlangıcından evvel ışığın yanıp sönmesi “prova” sürecini verirken, akabinde oyuncuya tutulan sahne ışığı, oyunun başladığına delalet etmiş. Kral’ın, tacı ile bütünleştiği anlarda kandan ilham alınarak kırmızı bir aydınlatma sunulurken, dramatik yönün ağır bastığı bölümlerde karartma yoluna gidilmiş. Hayaletin aktif olduğu yerlede ışık belirsizliğini koruyarak durumu kotarmış. Oyun boyunca oluşan gölgeler ise dikkat dağıtmış. (Işık: Cem Yılmazer)

Işık için söylediklerimi müzikler için de söyleyebilirim. (Bölümlerin yapısına uygun) Ezgiler, dönemsel ve oyuna destekçi bir biçimde varlığını hissettirmiş. Hayalet’in müziği “hayali”, oyuncunun müziği “tefvari” olarak kulaklarımıza aksetmiş. (Orkestra: Yasemin Taş, Cansın Bezircilioğlu)

Sıra, oyunun oyuncusuyla anılmasındaki en büyük etkene yani Bülent Emin Yarar’a geldi. Açıkçası oyunu B.E.Yarar için izlemeye gitmedim. Beni çeken Hamlet ve Shakespeare’di. Profesyonel (İstanbul DT) oyununu izleyenler eminim birtakım benzerlikleri (jest ve mimik olarak) fark etmişlerdir. Tek kişilik oyunların zor olduğunu biliyorum fakat abartılmasını doğru bulmuyorum. Başkalarına yazık oluyor, yapmayın! Çok sevdiğim bir büyüğüm şöyle der: “O kadar abartarak öv ki kimse inanmasın” Bülent Emin Yarar’a bayıldım. Yok böyle bir oyunculuk. O kadar iyi oynuyor ki ayakta alkışladım. Duyguları çok iyi vermiş, sürekli ağlıyor. Ses tonu karakterlere göre çeşitlilik gösteriyor. İnsanı büyüleyen bir oyunculuğu var. Evet o bir Hamlet!

Böyle bir oyun Devlet Tiyatrosu’na katkı değildir. Emeği geçenleri kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim.     


Not: Oyun 90 dakika / Tek perdedir.
Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

Kaynaklar

Türkiye İş Bankası: “Hamlet” (Basım: 2012)
Devlet Tiyatroları Belgeliği
Vikipedia




EGE KÜÇÜKKİPER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder