25 Şubat 2014 Salı

Sumru Yavrucuk ve “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” (Altıdan Sonra Yapım)




NO: 1- KİMSENİN ÖLMEDİĞİ BİR GÜNÜN ERTESİYDİ

“Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi”, Altıdan Sonra Yapım’ın, “6 Üstü Oyun” projesi kapsamında sahneye taşıdığı ilk oyun. Yazarı, Ebru Nihan Celkan. Oyuna geçmeden evvel proje hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. “6 Üstü Oyun” projesi, Yiğit Sertdemir’in sanat yönetmenliğinde, Aralık 2012’de başladı. Amacı, Türkiye’deki yerli yazarları bir araya getirerek, her ay “bugün” temalı bir oyunun prömiyerini gerçekleştirmek. Bu amaç doğrultusunda projenin ikinci oyunu Civan Canova’nın yazıp, Nihan Koldaş’ın yönetip, Ayşenil Şamlıoğlu’nun oynadığı “Evaristo” idi. Cümleyi geçmiş zaman eki ile bitirdim çünkü Ayşenil Hanım dizlerindeki rahatsızlıktan dolayı oyunu şu an oynayamıyor. Kendisine geçmiş olsun dileklerimi sunuyorum. Umarım en kısa zamanda iyileşir…

Üçüncü oyun ise, ikinci oyunun yönetmeninin yani Nihan Koldaş’ın oynadığı, Ayşe Bayramoğlu’nun yazıp, İlyas Odman’ın yönettiği “Tık.. Tıkıdı.. Tıkılap..”. Üç oyunun, birbirini takip eden aylar neticesinde ve birbirinden değerli oyuncular tarafından oynanması, şüphesiz kuruma bir ivme kazandırdı. Oyunların üçü de tek perde ve tek kişilik. Fakat ne yazık ki proje bu üç oyunla sınırlı kaldı. Mirza Metin, Yeşim Özsoy Gülan ve Yiğit Sertdemir’in yazacağı oyunlar, seyircisine ulaşamadı. Üstünden de epey bir zaman geçti. Belki sonraları devam eder. Temennim bu yönde. Oyun için biraz daha bekleteceğim çünkü sırada yazar var…

EBRU NİHAN CELKAN

1979 Adana doğumlu olan yazar,  Uludağ Üniversitesi “Çalışma Ekonomisi” bölümünü 2001’de,  İstanbul Üniversitesi “MBA” bölümünü ise 2004 yılında tamamladı. 2007-2008 yılları arasında “Stüdyo Oyuncuları” bünyesinde performatif oyun yazımı ve oyunculuğu kuramı üzerine çalışmalarda bulundu. Mitos Boyut Yayınlarının düzenlediği “3. Oyun Yazma Yarışması”nda (2008), “Tetikçi” oyunu ile “Özendirme Ödülü”nü aldı. Yazarın eserleri, aynı yayın evi tarafından basılmaktadır. 2012’de “BuluT Tiyatro”yu kurdu.

Oyunları: “Cennetten Cehenneme”, “Tetikçi”, “Kabuklu Sürprizli Hayvanlar”, “17.31”, “Tilt”, “Proje TX_7”, “Nerede Kalmıştık?” ve “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi”.

"BU OYUN İNSANLIĞIMIZIN TRANS BİR KADINLA İMTİHANIDIR"

Oyun, “Umut” adındaki transeksüelin bir günlük yaşamını anlatıyor. Bu cümleden hareketle  konunun “bilindik” olduğunu söylemeye cesaret edebilirim fakat “eski” olduğunu dillendirmeye cesaret edemem. (Etseydim de yalandan ibaret kalırdı) Aslında bu iki kavram (bilindik ve eski) birbiriyle bağlantılı. Eğer, bilindik bir konuyu bilinmedik hale getirebilirsek, yani transeksüellere de bu dünyada “yaşanılabilir” bir ortam sunup, “insan” muamelesi yapmayı başarabilirsek, rahatlıkla “eski” tanımlamasını da kullanabiliriz. Tabii bu “hiç yaşanmamış” anlamı taşımaz ama bir “özür” niteliği taşıyabilir. Özür de herkeste olmayan bir “erdem”dir…

“Bilindik” meselesi ile ilgili başka şeyler yazacakken ortaya yukarıdaki paragraf çıktı. Neyse ki metnin bütünlüğüne uyan bir yazı oldu. Ben, oyunun başarısındaki etkenin, metinden çok oyuncuda (Sumru Yavrucuk’ta) gizli olduğunu belirtecektim. Bilindik bir konunun, tıklım tıkış salon doldurup, bu kadar izleyici çekmesini başka türlü açıklayamadım. “En çok reyting alan diziler, hep aynı konuları işliyorlar” diyebilirsiniz ama tiyatroda böyle bir tutumun kolay kolay benimsenmeyeceği kanaatindeyim. (Hak verirsiniz ki televizyon bir kumanda kadar yakınınızda ve bedava) 

Dediğim gibi metin, bir transeksüelin gözünden, bütün transeksüllerin çektiği sıkıntı ve acıları anlatıyor. Bunu anlatırken de özelde “aile”nin, genelde ise “toplum”un bakış açısını baz alarak, “yalnızlık” (desteksizlik) ve “kadın(lık)” (bedenen/ruhen) sorunlarına parmak basıyor. Konu her ne kadar bilindik olsa da “evrensel”. Dilerim bu bilindik konu, evrensellikten, bölgeselliğe doğru küçülür ve nihayetinde yok olur. Aslında metinin ana noktası, trans olan bireylerin bu işe isteyerek girmedikleri, transeksüelliğin bir tercih değil, bir yaradılış olduğu ve toplumun bakış açısından ötürü işlenen nefret cinayetlerinin, o toplumu daha tahammülsüz, daha bilinçsiz ve en önemlisi kibar düşükünü (saygınlığını yitiren) bir hale dönüştürmesi ile ilgili.

BİR PROFESYONEL: SUMRU YAVRUCUK

Oyunu 20 Şubat 2014 (Perşembe) tarihinde Trump Towers’ta izledim. Hayatımda ilk kez bir tiyatro oyununa arka sıralardan bilet aldım. Ne olursa olsun Sumru Hanım’a değer dedim. Değdi ama biraz acıttı. Ses sisteminin arızasından dolayı bileti arka sıralardan aldığıma pişman oldum. (Dersimi aldım) İşte o esnalarda, bazı seyirciler sinir küpüyken, ses bozukken, Sumru Hanım tüm profesyonelliği ile durumu kurtarmayı başardı. Sanki oyun hiç kesintiye uğramamıştı. Kendisi bir daha Trump Towers’a “rağmen” gelir mi bilmem? Şayet gelirse ben de tekrar “rağmen” izlemeye giderim. (Bu sefer önden)

Sumru Yavrucuk, aynı zamanda rejisörlüğü ve dramaturgluğu da (Onur Coşkun ile) üstlenerek, oyunu “epik” sahneleyiş tekniği ile seyirciye sunmuş. Epik Tiyatro, toplumsal çarpıklıkları eleştirerek izleyiciye gösterir. Olaylar, parça parça verilir. Genelde araya giren bir anlatıcı vardır. Şarkı, türkü eksik olmaz. Seyirci, “gözlemci” konumundadır, acı duymak ya da sevinmek yerine, düşünür, neleri nasıl değiştirebileceğine kafa yorar. Yani “yabancılaşma” etkisi ön plandadır. Sahne bir propaganda amacı olarak kullanılır, temelinde sosyalizm vardır. Tiyatronun yalnızca burjuva kesimine hitap etmesinden ziyade halkın sorunlarını da konu edinebilen bir anlayış üzerine kuruludur. Seyirciyi de oyuna dahil eder.

Bunları açıklamamın nedeni, oyunun “tam” bir epik tiyatro örneği oluşu. (Rejisörün tercihiyle) Yazdığım özelliklerin hepsi oyuna başarıyla yedirilmiş. Oyunu izleyenler zaten biliyorlar. Bilmeseler de Sumru Yavrucuk sayesinde öğreniyorlar. Bu notlar daha çok oyunu izlemeyenler için. Ben de yazıyı yazarken, daldan dala atlayıp, önce projeye sonra yazara, daha sonra konuya, ardından salonda yaşadıklarıma ve akabinde rejiye, “anlatıcı” konumunda değinerek yabancılaşma hissi vermeye çalıştım. Becerebildim mi bilmiyorum?

Şimdi biraz olumsuz yönde eleştirim olacak. Sumru Yavrucuk’un oyun boyunca seslendiği, konuştuğu, sahne de var“mış” gibi yaptığı karakterler, yine türe uyum sağlamış fakat “manken”i “GÖRMEK” işi bozmuş. O da “mış” olsa iyi olurmuş. Bülent Ersoy’un adını oyun için çok gerekli görmedim. Kendisi “yapay” bulduğum bir insandır. (Seyircinin de güldüğünü hesaba katarsak ciddiye alınmadığını aşikar) Umut’u doğal bulmuştum ama Bülent Ersoy’un adı, oyundan bir nebze uzaklaşmama neden oldu.

Oyunda yapılan göndermeler, oyunun genel yapısını dramdan komediye çevirmiş. (Tamamen komedi değil ama komedi daha ağır basmış) Oyunu izlemeden evvel bu kadar güleceğimi tahmin etmiyordum. Bence de bu göndermeler olmalıydı (Hele ki transeksüellerin ağırlıklı olarak “Taksim” ve civarında takıldıklarını hesaba katarsam) ama sanki biraz aşırıya kaçmış. Bunları oyunun içerisine yerli yerince yerleştirebilmek ustalık işidir orası ayrı. Birde “tiyatro dediğin nedir ki iki kolon bir heves” cümlesi sanki Trump’a değil de “Kumbaracı50”ye daha uygun gibi…

Oyuncu, salona seyirci girişinden adım attığında “ay pardon tiyatro mu?” repliğiyle, izleyeceklerimizin sahnede geçeceğini ve bir tiyatro formu içerisinde aktarılacağını haber vermiş.  Kostüm değişikliğinin olduğu sahneler, yine Sumru Hanım’ın keskin zekası ile kotarılmış. Ayrıca o an da söylenen sözler merakı arttırarak, kostümü daha ön plana çıkarmış. Hazır söz kostüme gelmişken, leopar deseni “klasik” olsa da “mecburen bundan medet umacağız, elde kalan bu” mantığıyla, çaresizliği (her anlamda) betimlemiş. (Kostüm tasarımı: ?)

Mekan tasarımı Başak Özdoğan’a ait. Oyun sahnelerden değil, bölümlerden oluşuyor ve bir sürü mekan var. Başak Özdoğan, sahneyi “bölerek” çeşitli mekanlar yaratmış ve bu yaratımı yaparken “hepsi iç içe duruyor” izlenimi vermeyerek, elindeki imkanı akıllıca kullanmış. (Oyun sitesinde de “sahne tasarımı” yerine “mekan tasarımı” denilmiş.) Işık tasarımı da aynı şekilde bölüm bölüm aydınlatılarak ayarlanmış. Müzikle birlikte pat diye yanıp sönerek/çalıp susarak seyircinin “yabancılaştırılmasına” yardımcı olmuş. Sahne ışığı (ya da star ışığı) kullanılması karakterin kimliğine katkı yapmakla birlikte, müzikler, kişinin duygularını fazla okşamamış. (Epik ile ilgili açıklamaları hatırlayın) Yani amacına ulaşmış. Efektler ise epik türün olmazsa olmazı olarak amacına ulaşan bir diğer unsur halinde karşımıza çıkmış. 

OYUNCULUK

Ve gelelim oyunun bir numaralı ismi olan Sumru Yavrucuk’un oyunculuğuna. Oyunculuğunu değerlendirmek bana düşmez ama bu rolü Sumru Hanım’dan başkası oynayamazdı. Transeksüelleri çok iyi gözlemlediği belli. Ses tonunu, mimiklerini ve en önemlisi beden dilini kullanımı harika. Seyirci ile olan diyalogu samimi ve içten. Karakteri her yönüyle içine sindirmiş bir profesyonel. Bazı oyunlar vardır sadece oyuncusu için izlenir. Bu oyun onlardan biri. Tek kişilik oyunlar çok zordur, altından kalkmak sağlam bir oyunculuk ister. Sumru Yavrucu “tek kişilik DEV kadro” misali (Ata Demirer ile bir ilgisi yoktur) oyunu sırtlamış ve yükseklere taşımış. Bize de gidip izlemesi kalmış ama korkuyorum bu oyunun da biletleri karaborsaya düşecek diye. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışının bol olmasını dilerim…

Oyunu izlerken, sözleri Şemsi Belli’ye, bestesi Selahattin İnal’a ait olan Buselik makamında çok sevdiğim bir Türk Sanat Müziği şarkısı aklıma geldi. Umut’un kişiliği ile pek bağdaştırdım. Sizlerle de paylaşmak istedim.

Gözümde özleyiş, gönlümde acı,
Alnımda sevdanın sıcak teri var.
Bana benden yakın, benden yabancı,
İçimde dolaşan, gezen biri var.
Ne kapımı çalan garip postacı,
Ne beni bekleyen, özleyen bir yar
Bana benden yakın, benden yabancı,
İçimde dolaşan, gezen biri var.


Not: Oyun 1 saat / Tek perdedir. +16

Ayrıntılı bilgi için: www.kumbaraci50.com



EGE KÜÇÜKKİPER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder