SHAKESPEARE
“Shakespeare” bir
Azeri’nin (Elçin Efendiyev) kaleminden çıkıp, bir başka Azeri’nin (Melahat
Abbasova) yönetiminde hayat bulan ilginç bir oyun. İlginç olmasından kastım,
oyunun bana farklı bir bakış açısı kazandırmasından ileri geliyor. Ana fikri
sistem eleştirisi olan oyunlar üç aşağı beş yukarı aynıdır. Kimi vermek
istediği mesajı gözüne sokar, kimi içten içe sezdirir. Ben içten içe
sezdirenleri her zaman daha çok sevmiş, bazı şeyleri seyircinin anlaması
gerektiğini düşünmüşümdür. Bahsettiğim oyun bu düşünce tarzıma uygunluğu
açısından “sevdiğim” kısımda yerini aldı. Genelde oyunları izlemeden önce Ekşi
Sözlük’te, o oyun hakkında yazılan yorumları okur bir fikir edinmeye çalışırım.
Bir oyun hakkındaki yorumların hepsi olumsuz ise orada bir problem var
demektir. Tersini düşünürsek, yani hepsinin olumlu olduğunu varsayarsak yine
bir problemin olduğundan söz edebiliriz. Ben, arada mutlaka “çatlak seslerin”
çıkması taraftarıyım. Karar vermeden önce o çatlak sesleri fazlasıyla duydum ve
istemimi netleştirdim. Gitmeliydim…
Oyun için ön
araştırmamı yaparken, “iki Azeri birbirinin dilinden anlar mı?” sorusunun
yanıtını aradım ve oyunu izledikten sonra kendimce bir yanıt buldum. Bulduğum
yanıta geçmeden önce yazar ve rejisör hakkında birkaç şey söylemek istiyorum.
Çünkü adı geçen yazar ve rejisörün daha önce hiçbir oyununu izlemedim. (Melahat
Abbasova’yı “oyuncu” olarak izlemiştim) Bu nedenle de önceki yazılarımda
bahsetme fırsatım yakalayamadım.
Elçin Efendiyev, 1943
Bakü doğumlu, hikaye, roman, senaryo ve oyun yazarı. “Shakespeare” adlı yapıtı
İBBŞT’nda sahnelenen ikinci oyunu. Bundan önce “Yıldızlar Altında Cinayet –
Katil” adlı eseri yine Melahat Abbasova rejisiyle sahnelenmiş. Yani bir aşinalık
söz konusu. Konu aşinalıktan açılmışken İBBŞT Genel Sanat Yönetmeni Hilmi Zafer
Şahin, oyun broşüründe buna benzer açıklamalarda bulunarak, “artık oyun
yazarının sözcüklerine, tümcelerine, anlatım biçiminin arka planına daha hakim
olduğumuzun farkındayız” demiş. Elçin Efendiyev ise, yönetime ricada bulunarak,
“Shakespeare”in de Melahat Abbasova tarafından sahneye konulmasını istemiş.
Belli ki en başta söylediğim “uyum” ve “birbirinin dilinden anlama” meselesi onların
nezdinde olumlu sonuçlanmış.
Eserleri: “Min Geceden Biri”, “Bülbül”, “Ömrün Son Seheri”, “Özümüz ve Sözümüz”, “Mahmut ile Meryem”, “Ölüm Hükmü”, “Şuşa Dağlarını Duman Bürüdü”, “Ak Deve”, “Sarı Gelin”, “Gümüşün Beyaz Kervanı”, “Kırk Ambar”, “Şuşa’ya Sis Çöktü”.
Doktorlar (normaller?)
ile hastalar (deliler ?) arasında geçen “kara komedi” türündeki oyun, bir
yandan çeşitli kimliklere sahip bireylerin birbirlerine karşı olan özentiliğini
anlatırken bir yandan da ağır bir sistem eleştirisi yapıyor. Metnin geneli
birey üzerine yoğunlaşıp evreni hedef aldığı yani özelden genele giderek bir
bütün oluşturduğu için ben de yazıyı karakterler üzerinden şekillendirip,
oyunun özüne inmeyi uygun buldum.
BAŞHEKİM
(ERTUĞRUL POSTOĞLU)
İnsanlardan, dünyadan
ve sistemden bıkmış. Riyakarlıktan, sahtelikten ve ikiyüzlülükten nefret
ediyor. Mutlu geçirdiği tek bir günü yok. Hayatı monoton ve sıkıcı. Fakat
yanında çalışanlara hayatın güzelliklerinden, olumlu taraflarından bahsedip,
kendi hayatını da öyleymiş gibi gösteriyor. Altından kalkamayacağı işleri başka
bir doktora havale ediyor.
Oyunculuğu:
Karakterinin ruhuna tamamen girmiş, ses tonu etkileyici, tonlamaları yerinde.
DOKTOR
(MERİÇ BENLİOĞLU)
O da hayatından hiç
memnun değil. Başhekim’in bahsettiği güzelliklerin yaşadığı hayatta olmadığını
biliyor ama bilmiyomuş gibi davranıyor. Başhekim’in arkasından konuşup, yüzüne
karşı gülüyor. Yalnızlıktan bunalmış ve kadınlığını unutmuş. Hayallerindeki
erkeği arıyor. Başhekim’e göre daha gerçekçi.
Oyunculuğu:
Arka sıraların sesini duyamadığına eminim, rolü gereği mesafeci ve soğuk
tavrını iyi kullanabilmiş.
HASTA
BAKICI (NEVZAT ÇANKARA)
Başhekim ve Doktor’dan
daha çok şey biliyor. Saf ayağına yatıp, kurnazı oynuyor. Her şeyin farkında
ama çaktırmıyor. İnsani değerleri baz alıp, başka insanların duygularını
sömürüyor. Hak ve hukuktan söz edip, başkasının hakkını gasp ediyor.
Oyunculuğu:
Tipik Hasta Bakıcı, görevinin düşük düzeyde oluşundan dolayı ezilmişliğini ses
tonuyla son derece başarılı canlandırmış.
SARAH
BERNHARDT (SELMA KUTLUĞ)
Sürekli hayal kuruyor,
Shakespeare ile görüştüğünü, “Juliet” karakterinin kendisi için yazıldığını
söylüyor. Jüliet’i de “hayal” olarak tasarlayıp, yapılan “gerçek” heykelini
görmek istiyor. Aşk için yaşıyor ve oynuyor.
Oyunculuğu:
Oynadığı karakter neticesinde tiyatral yönü ağır basmış, hayalciliği, seyirciye
de hayal kurdurmuş. Selam Kutluğ’a özel alkış…
STALİN
(SEZAİ AYDIN)
Gerçek Stalin’in
kendisi olduğunu iddia ediyor. Stalin’in yaptığı kötülükler aklına geldiğinde
günah çıkarıyor. Tüm insanlıktan af diliyor. Kutsal kitabı önemli görüp,
Kapital’i dışlıyor. Materyalizmden kurtulmaya bakıyor.
Oyunculuğu:
Evet o bir Stalin, mimik ve jestler bunu söylemiş.
KARI
- KOCA (ELÇİN ATAMGÜÇ)
Çift karakteri tek bünyede
taşıyor. Barındırdığı iki ruhu devamlı tartıştırıp, doğruyu bulmaya çalışıyor.
İnsanın isterse neler yapabileceğini kanıtlıyor. Mantığı ön planda tutup,
gerçeği arıyor. Diğer ruhu için endişe duyuyor.
Oyunculuğu:
İki karakterin de hakkını vermiş, ses tonları ayrım yapabilmeyi kolaylaştırmış,
akıllara “Yüzüklerin Efendisi”ndeki ‘Gollum’u getirmiş.
DROP
13 (MURAT COŞKUNER)
Aralarına sonradan
katılıyor. “Telepati” yoluyla insanların düşüncelerini okuyabiliyor. Başka bir
gezegenden geldiğini söylüyor. Yaşadığı gezegen ile geldiği gezegen (dünya)
arasındaki ayrımları anlatıyor. Sistemi çözen tek kişi olduğu için diğer
insanları da kurtarmak istiyor.
Oyunculuğu: İnsancıllığı duruşundan ve konuşmalarından sezinlenmiş, bu hayatta onun gibi
biri olmadığına seyirciyi inandırmış. Çok iyidi…
VENÜSLÜ
(ÖZGÜR DAĞ)
Her karakterin bir
özelliğini taşıyor. Metinde geri planda kalmasına rağmen, olabilecek şeylerin
öncüsü konumuna geliyor.
Oyunculuğu:
Elinden gelenin en iyisini yapmış, rol çalmayarak az ama öz oyunculuğunu ortaya
koymuş.
Bütün bunların ışığında
metne bakacak olursak…
Metin, bir ana temanın
(sistem eleştirisi) etrafında birçok alt temaya değiniyor. Bahsi geçen meslek
gruplarındaki uzmanların, “anormal” insanları, “normal” hale getirmeye
çalışmaları sırasında, aslında kendi hayatlarının “normalliğinden” hiçte memnun
olmadıklarını anlamaları konusunda bir uyarı yapıyor. “Anormaller”i ise bu
uyarının yapılmasına katkı sağlayan kişiler olarak görevlendiriyor. Buradan
hareketle biçimlenen oyun, “birinin
akıllı, diğerinin deli olduğuna kim karar veriyor?” sorusunun cevabını
arıyor.
Malum, Doktorlar
bilimin üstünlüğüne inanan ve bu üstünlüğün yanılmazlığını ilke edinen, hatta
bunun için yemin eden kişilerdir. Yani hastaların aksine, daha “somut” veriler
ışığında hareket ederler. Gelin biz bu “somut” kelimesinin yerine “gerçek”
ifadesini kullanalım ve o şekilde devam edelim…
Yazar, “gerçek”
dünyanın iki yüzlülüğünün, zorluklarının ve sıkıntılarının sebeplerini, Doktorların
(normallerin) üzerine yükleyerek, hastaların yaşama idealist bakışları ile
Doktorların “sığ” görüşlerini zıtlık yoluyla vurgulamış. İnsandan, dünyadan,
sistemden tiksinen bir “normal” portföyü oluşturarak, tüm bunları değiştirmek
için çabalayan ve kendi içinde değiştirebilen delilerin, yaşamdan aldıkları
tadı, bize de tattırmış.
Daha önce belirttiğim
gibi özelden yola çıkarak genele gidersek, yazdıklarımı sadece belirli bir
meslek grubuyla sınırlandırmak yanlış olur. Elçin Efendiyev, insanlığın temel
sorunlarını baz alarak herkesin üzerinde bir etki yaratmak istemiş ve şahısları
taraflara ayırarak (Doktorlar/normaller ve hastalar/deliler) bir seçim yapmamız
gerektiğini savunmuş. Oyunu izlerken ben de kendimi sorgulayarak, hangi tarafta
olduğumu ve hangi tarafta olmam gerektiğini düşündüm…
“Sığ görüş” demiştim.
Bu tanımlamaya verilebilecek en iyi örneğin, Hasta Bakıcı’nın “Evet çalıyorum, ben bu dünya da yaşıyorum
nasıl çalmam!” repliği olduğu kanaatindeyim. Bir başka “kendi düşen ağlamaz”
durumu ise, Doktorların, “Bütün bu
kötülükleri insan yapıyor, insan yaşıyor, kendi ‘orman kanunlarını’ kendi
belirliyor, kendini sınırlandırıyor.” cümlesiyle açıklamak mümkün. Oyundaki
bir diğer husus “egozim”. Başka yerden gelen ve farklı özelliği olan birinin
(Drop 13), o özelliğini söylememesinden dolayı, dünya insanı tarafından
(Başhekim) “bencil” olarak nitelendirilmesiyle “egoizm” eleştirisi yapan yazar,
bireyin “hep banacılığı”nı da sistemin bir sorunu olarak ele almış.
Buraya kadar olaylara Doktorların
ve Hasta Bakıcı’nın gözünden baktık. Biraz da hastaların gözünden bakalım…
Doktorların genelinde
(aslında hepimizin özellikle şu günlerde yaşadığı sorun) vuku bulan “inanmama”
problemi, onların hastalığı olarak gösterilmiş ve nedeni sisteme bağlanmış. Bu
teşhis Akıl Hastahanesi’nde bulunan deliler tarafından konulmuş. Riyakarlıktan,
sahtelikten ve ikiyüzlülükten dem vuran Doktorlar, memnun olmadıkları
hayatlarını, memnun‘muş’ gibi göstererek birbirini mutlu ederken, “inanmadıkları”
hastaların yaşamlarına özenir hale getirilmiş. Esas mutluluk ise, bireyin
yararlı olmasıyla mümkün kılınmış.
Bu kısma baktığımda “uzay
mekiği” ile gelip, aralarına sonradan katılan “Drop 13” karakterinin işlevini
daha net anladım. Sanki, “göremeyen” insanlara, o göremedikleri şeyleri
göstermek, gerçekleştirilemeyecek hayaller için boşa çaba harcatmamak,
maddiyatın değil maneviyatın önemli olduğunu vurgulamak ve onların “gerçek”
sanılarının diğer yönlerini anlatmak için “gönderilmiş”. Bu nedenle “Drop 13”ün,
oyundaki en etkili karakter olduğunu
düşünüyorum. “Stalin” ise, hem gerçek bir kimlik hem de “insanlar güçlü olandan korkar” repliğinin sahibi olduğu için
bugünün ve her dönemin iktidarına aynan tutan bir karakter. Olmadığı halde “Ben
Stalinim” demesi, Stalin gibi nicelerinin olduğunun ve olacağının birer kanıtı.
Ayrıca Stalin’in kendisini “Othello” oyunundaki “İago” olarak görmesi de çoğu
şeyi açıklar cinsten. Oyunda da söylendiği gibi: “Bu kadar kötülüğü ancak ‘deliler’ yapabilir.”
Oyunun alt
metinlerinden biri de tiyatronun gerekli olup, olmaması. “Drop 13”, geldiği
gezegende tiyatronun olmadığını, bütün bunların yaşanmadığını ve sistemin
ayarında çalıştığını fakat dünyada olmasına karşın, dünyanın böyle bir nimetten
faydalanmayıp, kendi kendisini mahvetmesine dikkat çekiyor. Sistemi düzeltmenin
bir yolunun da sanattan geçtiğini bilerek ilerleyen metin, bu esnada, adını da
aldığı “Shakespeare”i devreye sokuyor. Yavaş yavaş Shakespeare okumaya (Romeo
ve Juliet) başlayan karakterler, ortak bir duygu (AŞK) çevresinde toplanıp, yaşama
Romeo ve Juliet’in gözünden bakmaya başlıyorlar…
Bu arada William Shakespeare’de,
eserlerinde konu itibariyle insanlığın temel sorunlarına ışık tuttuğu için (bu
oyun gibi) oyunun adının “Shakespeare”
olmasını yerinde buldum.
TEKNİK
UNSURLAR
Melahat Abbasova’nın
rejisi, Ayhan Doğan’ın sahne tasarımı sayesinde gözle görülür bir etkiye
ulaşmış. Dekor, kocaman bir beyinden oluşmuş ve bu beyin, sahne karartılarak
görevliler tarafından açılmış. Burada, bahsettiğim etkiyi yakalayamadım.
Karartma ve kişiye ihtiyaç duyulmadan, otomatik bir şekilde, kendiliğinden
açılmasını ve içerisinden bir renk cümbüşünün çıkmasını beklerdim. Dekor, bu
haliyle sadece görsel olarak bir amaca hizmet etmiş. Açıklama: Tıbben beynin sağ bölümünde “hayal gücü”,
sol bölümünde ise “mantık” ağır basar. Her iki bölümde bulunan irili ufaklı
çarkların dönüşünü ve karakterleri de bu işe katarsak, koyu yazılan cümlenin,
rejisörün elinde akıllıca kurgulandığından söz edebiliriz. Edelim…
Sağ bölüm çarkları
(hayal gücü) “otomatik” olarak durmadan dönüyor ve “Sarah Bernhardt”ın denetimi
altında. (Karakterin ruh halini yukarıda açıklamıştım) Sol bölüm çarkları
(mantık) ise bazen dönüp, bazen duruyor ve “Karı-Koca”nın denetimi altında. (Açıklaması
yine yukarıda) Fakat sol bölümdeki mantık çarkları, sağ bölümdeki hayal gücü
çarkları gibi “otomatik” bir biçimde dönmüyor. Çarkın dönmesi, karakterin o
çarkı kendi elleriyle döndürmesine bağlı. Yani “Karı-Koca”nın tutarlı
çatışmalarına. Olaya sonradan dahil olan Doktor da beynin içerisine girdiğinde bütün çarkları
birden döndürüp, kafasının karışık olduğunu izah eden bir rol üstlenmiş.
Beynin
ortasında/merkezinde bulunan yükseklik, bir yandan “konuşma alanı”nı
simgelerken, diğer yandan metnin barındırdığı tiyatral öğeler doğrultusunda
“sahne” görevi görmüş. (Konuşma alanına uygun bir nokta) Ve son olarak “Drop
13”ün beynin arkasından (bilgiyi işleyen alan) çıkıp gitmesi, işini
bitirdiğinin bir göstergesi olmuş. Burayla ilgili olduğu için kostümden önce
ışığı değerlendirmek istiyorum. “Drop 13”ün gezegen arkadaşları tarafından
götürüldüğü sahnede kullanılan ışık, “uzay macera filmleri”ni andırmış. Daha
yaratıcı olabilirdi.
Oyunun başında verilen
dört ayrı ışık, (içeride kaç kişi olduğunu bildirmiş) az evvel söylediğim uzay
macera filmleri ışığı ile aynı. Hal böyle olunca aklıma şu soru takıldı : “Akıl Hastahanesi’ndeki diğer hastalarda mı
başka gezegenden geldiler? Metinde buna rastlamadım. Bir başka soru: Son kısımda sekize çıkan ışık sayısı,
oyuncu sayısından ötürü “selam” mizanseni için mi yoksa finalde diğer üç
kişinin (Başhekim, Doktor, Hasta Bakıcı) de o beynin içerisine girmesinden
dolayı mı ? (Umarım ikincisi içindir)
Dört ışığın birleşip
beyni aydınlatması, hepsinin aynı amaç için biraraya geldiklerini betimlemiş.
Doktorların sahnelerinde klasik “star ışığı” uygunlanmış. Genelde ise düz bir
aydınlatma hakim. Beni en çok rahatsız eden şey, her tarafın gölgelerle dolu
olmasıydı. Özellikle yapıldığını sanmıyorum. Yine rejisörün tekniğinden
bahsetmek zorundayım çünkü bu sefer dekoristten bağımsız olarak sahnelediği yerlere
değineceğim. İki soru: İlk sahnedeki
uzun yürüyüşe ne gerek var? Oyun boyunca kulise giden yollar, hastahane kapısı
olarak planlandıysa, Başhekim neden seyircilerin önünden yürüp sahneye çıkıyor?
Planlı programlı
düşünülen bir rejide bu kadar bariz bir mantık hatasını benim aklım almadı.
Birde Doktorların egemen olduğu sahnelerde beyni görmeseydik iyi olurdu.
Sonuçta orası “özel” bir alan. Son soru: “Haç”
işaretinin orada ne işi var? Arkada durması, “aklına yeni mi geldi?” dedirtmek
için mi? Öyleyse güzel…
Oyunun en başarılı
öğelerinden bir tanesi de kostüm tasarımı. Doktorlar ve Hasta Bakıcı için
söylenecek pek bir şey yok. Tahmin ettiğiniz gibi. Hastaların kostümleri ise,
tahminlerinizin yanı sıra, üstlerine
giydikleri çeşitli kıyafet ve aksesuarlarla (üniforma, ceket, şal, şapka,
gözlük, topuklu ayakkabı) oyuncuları, canlandırdıkları kişiliklerle
özdeşleştirmiş. Özellikle S. Bernhardt’ın şalının rengi, hayata “toz pembe”
bakışını desteklemiş. Emra Albayrak Şahin’i kutlarım… Müzikler oyunun genel
ruhuna uygun olarak hüznü ve ümitsizliği birarada barındırmış. Haçın görüldüğü
anda çalan dinsel müzik durumu toparlarken, karakterlere göre ayrı müzikler
yapılmış. (Uzay vs.) Fakat Shakespeare devreye girdikten sonra müzik ritm
değiştirmemiş. Değiştirmediği için de aradaki ayrımı netleştirememiş. (Müzik:
Aygün Semedzade)
Kısacası memnun kaldım,
tavsiye ederim…
Not:
Oyun 2 saat / 2 perdedir.
Ayrıntılı
bilgi için: http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Anasayfa.aspx
İlgi
EGE
KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder