CİMRİ
Yazıya kafa karışıklığı
ile başlıyorum. Aslında karışıklık falan yok. Ben, Moliere’in “komedi” yazarı
olduğuna eminim fakat elimdeki metnin (Oda Yayınları) girizgah kısmında “Moliere, yaşadığı dönemin en önemli
‘trajedi’ yazarlarından biri olarak ünlenmiştir.” ifadesi kullanılmış. Yani
sadece “Cimri” değil, Moliere’in “komedi” türündeki diğer eserleri de (“Kibarlık
Budalası”, “Hastalık Hastası”, “Tartüffe”, “George Dandin”, “Zorla Evlenme”, “Sevda
Doktoru”) bu ifade kapsamında ele
alınmış. Böyle bir ifadenin nasıl yazılabildiğine hem çok şaşırdım hem de çok
kızdım. Tesadüfe bakın ki Kenan Işık
rejisiyle sahnelenen İstanbul Devlet Tiyatrosu yapımı “trajik Cimri”nin de bundan aşağı kalır bir yanı yok. Şüphesiz
Kenan Işık’ın bu tutumu eserin türünü komediden trajediye çevirmiyor ama metinde
yazan ile Işık’ın rejisi birbirini tamamlar nitelikte olunca bu yazı ister
istemez farklı bir yere gidiyor. Şunu da belirtmeliyim ki yazımın başlığını, o
ifadeyi baz alarak değil “izlediğim oyunun sahneleniş tekniğine göre” koydum.
Şimdi benim araştırmalarım
doğrultusunda Moliere ve Cimri’sini tanıyalım. Tanımadan önce bir hatırlatma
yapmak istiyorum. “Klasik eserlerde ‘metin’
değerlendirmesi yapmıyorum.” Moliere’in (1622-1673), 1668 yılında yazdığı Cimri,
düzyazı türünde ve komedinin belli başlı kalıplarına bağlı kalınmadan yazılmıştır.
İlk gösterimi (1668) Palais Royal’de gerçekleştirilen oyunun baş karakteri olan
“Harpagon”u, eserin yazarı olan Moliere
oynamıştır. Moliere’in hemen hemen her eseri Türkçe’ye Ahmet Vefik Paşa
tarafından çevrilmiştir. İlk kez 1975’de Teodor Kasap tarafından “Pinti Hamit”
adıyla sahneye, 1980 yılında ise Jean Girault ve Louis de Funes yönetmenliğinde
beyazperdeye uyarlanmıştır. Ayrıca Nihat Akçan (1977), Bozkurt Kuruç (1987) ve
Işıl Kasapoğlu (2003) rejileriyle birçok kez Devlet Tiyatroları’nın
repertuarını süslemiştir.
Not:
“Traji-komik” demek, “trajedi” demek değildir. Bkz;
Traji-komik:
Hem acıklı, hem de güldürücü özelliği olan.
Trajedi:
Yaşamın acıklı ve hüzünlü yönlerini anlatan.
Koltuğuma oturup dekoru
incelerken, gözüme oraya ait olmayan bir nesne çarptı. Sahnenin baş köşesinde
bütün heybetiyle duruyordu. Bir piyanodan bahsediyorum. Her zamanki gibi metni
okuyup oyunu izlemeye geldiğim için piyanonun o oyundaki rolünü anlamaya çalışıyordum.
Çok geçmeden elinde peruğu ve üstünde ne yazdığını çözemediğim siyah tişörtü
olan biri sahneye girerek, piyanonun başına oturdu, çalmaya başladı. Bir süre
sonra peruğu kafasına taktı ve hemen üzerinde duran Moliere tablosu ile
bütünleşti. Evet burada bir “epik” yapılıyordu fakat neden yapıldığı konusunda hiçbir
fikrim yoktu. Oyunu birlikte seyrettiğim ağabey’im, “bu oyun bugünle sınırlı değil, her dönem oynanabilir, onu anlatmak
istiyor” dedi. Hal böyle olunca
aklıma bir sürü soru takıldı.
1-) Bunu bize metnin kendisi anlatmıyor mu? 2-) 1668
yılından günümüze kadar oynanışı ve bundan sonra da oynanacak olması metnin “her dönemin eseri” olduğunu kanıtlamamış mı? 3-) İlk iki soruya yanıtınız “evet” ise neden böyle bir
tutuma gerek duydunuz? “Hayır” ise kendi kendinizle çelişiyorsunuz demektir. Peki ben bu çelişkiye neden ortak olayım? Neyse devam edelim...
Dediğim gibi piyanonun
metinde bir yeri ve önemi yok fakat oyunda gizli/özel anlara tanıklık eden,
türlü işlerin çevrilmesi için kamuflaj olan ve de bazı “günümüz” şarkılarını
dönüşüme uğratmak için aracı kesilen bir obje haline getirilmiş. Tüm bunların
hangi amaçla yapıldığını bilmiyorum. Yazımın başında bahsettiğim “traji-komik”
meselesi oyunun genelinde olmasa bile “müzik” kısmında kendini göstermiş. Ajda
Pekkan’ın “Palavra” adlı şarkısı oyunun “para” üzerine dönmesinden dolayı “parayla”
şeklinde değiştirilmiş ve bir ibare eklenmiş. Parola: “Para” imiş. Komik…
Kenan Işık, metni
yeterli bulmamış olacak ki ek bir sahne ile (rüya sahnesi) oyuna katkıda
bulunmak istemiş. Eklediği sahneyi de gündeme bağlayarak “görevini” tamamlamış.
Gerçekten o sahneye gerek var mıydı? Yoksa tamamen “göndermenin öncüsü” olarak
mı tasarlandı? Metni okurken, “17 Aralık operasyonu” çerçevesinde
değerlendirilmeye alınacağını düşünmüştüm. Bu düşüncem beni “haklı”, oyunu
“saklı” çıkardı. Keza bütün salon o bölümü alkışlarken, ben metnin geri planda
kaldığına yanıyordum. Klasik eserlerde budama ya da ekleme yapılmasına ve
gündemle bir bağ kurulmasına karşıyım.
Eserin “kendine göre”
bir değerinin olduğuna ve seyircinin, gördüğünü kendi nezdinde “bugünle”
ilişkilendirilmesi gerektiğine inanlardanım. (Açıkçası “ayakkabı kutusu” da
bekliyordum) Hazır yeri gelmişken, “spoiler” vermeden söyleyeyim, Harpagon’un
son sahnede yaptığı mizansen oyunu yerle bir etmiş. Birde altınları çalındığı
zaman söylediği replik (“Hepiniz suçlusunuz”)
beni çok sinirlendirdi. Ne münasebet?
La Fleche’in,
Cleante’ye (Orijinal metne göre 2. Perde 1. Sahne) Harpagon’un borç vermesi
halinde istediklerini okuduğu sahne, “yok artık” dedirtecek türden bir etki
bırakmamış. Çünkü “dünya kadar” istek ufacık bir rulo parşömen kağıdına
yazılmış. Ben olsam birdenbire o ruloyu yerlere kadar saçar, hatta ilk sıraya
gelecek şekilde uzatır ve bir komedi unsuru yaratırdım. Metinde gözüme çarpan
bir diğer husus, “çeviri” değişikliği. Elimdeki metin “Gombault ile Mace”nin
ünlü aşklarını anlatan bir duvar halısı” derken, oyunda bu isimlerin yerini
“Leyla ile Mecnun” almış.
Dekor tasarımı
dönemin atmosferine uygun hazırlanmış. Sahne gerisi mermerle kaplıyken sahne
önü tahta ile bezenmiş. Oyunu izlerken oranın da evin “içi” olduğu anlaşılıyor.
Öyleyse neden farklı? Moliere tablosu bir “selam” niteliğinde, her yerden
görünebilecek bir yere asılmış. Yazarı sahnede görerek oyunu izlemek bana
farklı duygular (olumlu yönde) hissettirdi. "Fiskos"
adı verilen koltuk, o iş için (fiskos için) işlevine ulaşmış fakat bazı sahnelerde yüzünü
“mutlaka” görmemiz lazım gelen oyuncu, sırtını seyirciye dönerek oturmuş (?)
Bazen de tersi uygulanmış. Ayrıca koltuğun zıt yapısı, karakterlerin de
birbiriyle zıt oluşunu simgelemiş.
Duvarların kir,
camların pas içinde oluşu, Harpagon’un cimriliğinden ötürü bakımsız kaldığını
betimlemiş. Arka yol, eve geliş-gidiş olarak hesap edilmiş ama evdeki hesap
çarşıya uymamış. Oyuncunun, o uzun yolu devamlı gidip gelmesini beklemek
seyircinin dikkatini dağıtarak, sıkılmasına yol açmış. Bırakınız gitsin, siz
devam ediniz efendim. Tempo tempo! (Bu kısımda anladığınız üzre reji ile
ilintilidir) Dekor: Suzan Erbilgin
Kostümler Gülhan
Kırçova imzalı. Tıpkı dekor tasarımı gibi dönemi anlatır cinsten. Frosine’in
kırmızı kostümü seksiliğini, Elise’in koyu elbisesi mutsuzluğunu, Anselme’in
şık takımı ise zenginliğini anlatmaya yetmiş. Erkeklerin “bol” pantolonları
metne uygun bir biçimde hazırlanmış. Rejisör burada bol kelimesinin yanına
“düşük bel”i de ekleyerek “gençlere” bir gönderme yapmış. “Zevkler ve renkler tartışılmaz!” Pantolon konusunda metne uyulmuş ama “demir
kanca” gösterilmeden es geçilmiş.
Hem arabacı hem aşçı
olan “Jacques Usta”nın kostümleri, meslek tanıtıma yaramış. Ben işin komedi
yönünü daha fazla ortaya çıkarmak adına oyuncunun “önünü aşçı”, “arkasını
arabacı” yapardım. Başında duran şapkanın yarısı aşçı kimliğine uygun olarak
beyaz ve kabarık, diğer yarısı da arabacı haline uygun olarak kahverengi ve düz
olurdu. Oyuncu dönerek her iki karakteri de oynar ve zamandan kazanırdı. Ve her
karakterin içine altın sesini çağrıştırması için şıngırdayan metal bir nesne
takardım.
Işık konusunda pek bir
şey göremedim. Sadece rüya sahnesindeki kırmızı tercihi, “cehennem alevi”ni
sembolize ederken, zamana göre bir aydınlatma sunulmuş. (Işık: Önder Arık) Müzik öğesine, reji kısmında piyano ile
değinmiştim. Bunun haricinde paraya “ağıt” yakılması eserin diline yakışmamış. (Müzik / Piyano: Çağrı Kodamanoğlu) Aksesuarlarda
çiçeğin “yapma” olması, “yapma!” dedirtmiş.
Metin, ağırlıklı olarak
“soru-cevap” tekniğine dayanıyor. Bu nedenle oyuncuların hem repliklerini
söylemesi hem de sahnedeki hareketleri açısından çok seri olmalarını beklerdim.
Ne yazık ki bu beklentime uygun tek kişi Zeynep Erkekli oldu. Oyunun tüm yönlerini
içine sindirerek, “denge” unsuru yaratıp, türe uygun bir performans sergileyen
Erkekli’ye yürekten kocaman bir alkış. Oyuncuların genelinde “fazla es” verme
problemi vardı. İstediğim hızı ve aksiyonu yakalayamadım. Oyundan zevk alamayışımın
nedenlerinden biri de bu idi. Mehmet Ali Kaptanlar’ı yıllardır takip eden biri
olarak “Harpagon” rolüne çok yakışacağını tahmin etmiştim fakat yanılmışım.
Büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Simel Keçecioğlu aşırıya kaçan bir
durgunlukla rolünü oynamış. Herhalde “trajediye” destek çıkmak istemiş. Tabii
ortada bir emek var ve kutlanması gerekir. Ben de emeği geçen herkesi kutlar,
alkışlarının bol olmasını dilerim…
KONUSU
Paradan başka hiçbir
şeye değer vermeyen, zengin olmasına rağmen hastalık derecesinde “cimri” olan
Harpagon’un, kusurlu kişiliğininden dolayı düştüğü komik durumları ve sergilediği
tuhaf davranışları görürüz.
(Fotoğrafı çeken: Melih Anık)
Not:
Oyun 2 saat 15 dakika / 2 perdedir.
Ayrıntılı
bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr
Kaynaklar
Oda Yayınları : “Cimri”
(Basım: Nisan 2010)
Vikipedia
EGE
KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder