HALKTAN BİRİ
Bu yazımda, metni daha
güçlü bulduğum için kurumdan ve yazardan fazla bahsetmeyeceğim. Şüphesiz eseri
ortaya çıkaran yazardır fakat yazarın büyüklüğü eseri gölgede bırakabilir. Şu
kadarını söyleyebilirim “Sam Bobrick sever” biri olarak oyuna büyük
beklentilerle gittim. AST, bir önceki yazımda söz ettiğim gibi beni yine
muhalif bir oyunla buluşturdu. Arif Akkaya’nın yönettiği oyun, açlık sınırında
yaşayan, işinden atılmış “halktan biri”nin (Travis Pine), Başkan’a yazdığı
hakaret dolu mektupları durdurması için gönderilen ajan Tom Walker ile
yaşadıklarını anlatıyor.
Arif Akkaya’yı rejisör
koltuğunda başarılı buldum. İki ya da tek kişilik oyunları yönetmek oldukça
zordur. Metnin kuvvetli oluşu rejisörün
işini hafifletebilir de ağırlaştırabilir de. Bu cümlenin uygulanış biçiminden
yani hangi yönün daha ağır bastığından, bir rejisörün iyi ya da kötü oluşunun
belirgin hale gelebileceğine inanıyorum. “Nasıl olsa metin iyi bana fazla iş
düşmez, oyuncular da oyunculuklarıyla işi götürürler” zihniyetinin yaşadığı ve
yaşatıldığı oyunlarla sıkça karşılaştım ve her seferinde salondan mutsuz
ayrıldım. (Bu kısım beğenmediğim rejisörlere sitem olsun diye yazılmıştır)
Arif Akkaya, bana yukarıdaki
paragrafı (bu oyun için) geçersiz kıldırdı ve yazımı “monotonluk” üzerine
kurgulamamı sağladı. (Monotonluktan kastım oyunun sıkıcılığı değildir) Oyunun
her sahnesi aynı şekilde başlayıp, aynı şekilde sonlanıyor ve toplam altı
tablodan oluşuyor. Yani bir monotonluk söz konusu. Yazarın vermek istediği
mesaj ile rejisörün sahneleyiş tekniği birbirine çok uyumlu. Akkaya,
monotonluğu baz alarak perdeyi açmış ve işini bitirdiğinde yine aynı yöntemle
kapamış. Oyunun başında Travis Pine’ın günlük yaşamını kesitler halinde sunması
yine bu amaca hizmet etmiş ve seyirciye ilerisi için bilgi kaynağı oluşturmuş.
Aslında oyunda en
dikkat çekici unsur monotonluk değil. (Sadece teknik boyutta incelendiğinde
öyle) Rejisör, oyunda mektup yazılan Başkan George Bush olmasına rağmen yaptığı
gönderme ve güncelleştirmelerle (Orduda ki boşluk, %50, dindarlık, sanat ve
sanatçıya karşı bakış açısı vb.) “Türkiye” eksenli bir oyun ortaya çıkarmış. Hatta oyunda sıkça tekrarlandığı gibi “bizden”
bir ürün meydana getirmiş. Bir an oyunu bıraktım ve seyircilere kulak verdim.
Hepsi benimle aynı fikirdeydiler. Ben, buradan hareketle adaptenin sorun teşkil
etmediğini anladım.
Bir diğer husus “televizyonun
etkisi” üzerine kurulmuş. Oyun boyunca televizyon açık ve Başkan sürekli
kamuoyuna konuşma yapmakta. (Hep aynı şeyleri söylüyor) Bu da bana birini
hatırlatıyor ya neyse adapte kısmını geride bıraktık. Benim daha çok üzerinde
durmak istediğim nokta televizyonun “beyin yıkama” ve “hipnotize etme”
işlevleri. (Biri ona esas işlevinin bu olmadığını hatırlatmalı) Oyunda ve
elbette gerçekte, Başkan seçimi ikinci kez kazanıyor ve kazanışı halkın
televizyona karşı ilgisiyle somutlaştırılıyor. Başkan’ın “halktan biri”lerine yaptığı
konuşma(lar) yine “halktan biri”lerinin yaptığı planlar doğrultusunda
şekilleniyor.
Dediğim gibi metin
bugünü ve yarını (Ne yazık ki) anlatıyor. “Klasik” olmasa da “evrensel” bir
metin olduğunu söyleyebilirim. Dekor, eski püskülüğü, kırık döküklüğü ile
karakterin yaşam kalitesine (İlk paragrafta söz etmiştim) uygun olarak tasarlanmış. Çeşitli renklerden oluşan
parlak hediye paketleri, yaşananlar neticesinde “hayatın hiçte parlak olmadığını”
karşıtlık yoluyla gözler önüne sermiş. (Dekor: Sertel Çetiner) Bu kısım bana
“fotoğraf”ı hatırlattı. Dikkat ettiyseniz insanlar fotoğraf çektirirken hep
gülümserler. O mutlu anlarını dondurmak ve sonsuza kadar saklamak isterler. Ama
hayat fotoğrafa benzemez. Bir gün mutluyuz bir gün hüzünlü…
Kostüm tasarımı da
karakterleri tanımlar cinsten. Travis Pine’ın siyah giyinişi karamsarlığını
betimlemeye yetmiş. Kostümler aynı zamanda geçen zamanı bildirmede bir görev
üstlenmiş. Müzikler, sahne geçişleri için kullanılmış ve oyunun genel havasına olumlu
yaklaşmış. Efektler ise (Yağmur, gök gürültüsü) çok başarısız. Özel bir ışık
tasarımı göremedim. Oyunun final sahnesine rejisörün yaptığı katkıyı, ben de
yazımın final bölümüne bir etki unsuru olarak sakladım. Akkaya’nın, sahne
ortasında duran katı meyve sıkacağına, George Bush’un fotoğrafını koyup ezdirmesi,
salonda “halk seni ezdi” cümlesini yankılatmış. Ben de diyorum ki: “Biz ne
zaman ezeceğiz ve bu cümleyi ne zaman yankılatacağız?”
Oyunda Mehmet Atay ve
Mahir İpek oynuyor. Her iki oyuncu da çok başarılı. İki kişilik oyunlarda
rejisörün yanı sıra oyuncuların da payı büyüktür. Çok çok iyi oyuncular
olmamaları halinde oyun suya düşebilir. Bu oyunda ise oyuncular suyu arşın arşın
geçiyor. Hem de hiç durmadan. Emeği geçenleri kutlar, alkışlarının bol olmasını
dilerim…
Not:
Oyun 2 saat / 2 perdedir.
Ayrıntılı
bilgi için: www.ast.com.tr
Oyunda
kuru-sıkı silah patlamaktadır.
EGE KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder