3 Şubat 2014 Pazartesi

AST İzlenimlerim (2) : “Halktan Biri”




HALKTAN BİRİ

Bu yazımda, metni daha güçlü bulduğum için kurumdan ve yazardan fazla bahsetmeyeceğim. Şüphesiz eseri ortaya çıkaran yazardır fakat yazarın büyüklüğü eseri gölgede bırakabilir. Şu kadarını söyleyebilirim “Sam Bobrick sever” biri olarak oyuna büyük beklentilerle gittim. AST, bir önceki yazımda söz ettiğim gibi beni yine muhalif bir oyunla buluşturdu. Arif Akkaya’nın yönettiği oyun, açlık sınırında yaşayan, işinden atılmış “halktan biri”nin (Travis Pine), Başkan’a yazdığı hakaret dolu mektupları durdurması için gönderilen ajan Tom Walker ile yaşadıklarını anlatıyor.

Arif Akkaya’yı rejisör koltuğunda başarılı buldum. İki ya da tek kişilik oyunları yönetmek oldukça zordur.  Metnin kuvvetli oluşu rejisörün işini hafifletebilir de ağırlaştırabilir de. Bu cümlenin uygulanış biçiminden yani hangi yönün daha ağır bastığından, bir rejisörün iyi ya da kötü oluşunun belirgin hale gelebileceğine inanıyorum. “Nasıl olsa metin iyi bana fazla iş düşmez, oyuncular da oyunculuklarıyla işi götürürler” zihniyetinin yaşadığı ve yaşatıldığı oyunlarla sıkça karşılaştım ve her seferinde salondan mutsuz ayrıldım. (Bu kısım beğenmediğim rejisörlere sitem olsun diye yazılmıştır)

Arif Akkaya, bana yukarıdaki paragrafı (bu oyun için) geçersiz kıldırdı ve yazımı “monotonluk” üzerine kurgulamamı sağladı. (Monotonluktan kastım oyunun sıkıcılığı değildir) Oyunun her sahnesi aynı şekilde başlayıp, aynı şekilde sonlanıyor ve toplam altı tablodan oluşuyor. Yani bir monotonluk söz konusu. Yazarın vermek istediği mesaj ile rejisörün sahneleyiş tekniği birbirine çok uyumlu. Akkaya, monotonluğu baz alarak perdeyi açmış ve işini bitirdiğinde yine aynı yöntemle kapamış. Oyunun başında Travis Pine’ın günlük yaşamını kesitler halinde sunması yine bu amaca hizmet etmiş ve seyirciye ilerisi için bilgi kaynağı oluşturmuş.

Aslında oyunda en dikkat çekici unsur monotonluk değil. (Sadece teknik boyutta incelendiğinde öyle) Rejisör, oyunda mektup yazılan Başkan George Bush olmasına rağmen yaptığı gönderme ve güncelleştirmelerle (Orduda ki boşluk, %50, dindarlık, sanat ve sanatçıya karşı bakış açısı vb.) “Türkiye” eksenli bir oyun ortaya çıkarmış.  Hatta oyunda sıkça tekrarlandığı gibi “bizden” bir ürün meydana getirmiş. Bir an oyunu bıraktım ve seyircilere kulak verdim. Hepsi benimle aynı fikirdeydiler. Ben, buradan hareketle adaptenin sorun teşkil etmediğini anladım.

Bir diğer husus “televizyonun etkisi” üzerine kurulmuş. Oyun boyunca televizyon açık ve Başkan sürekli kamuoyuna konuşma yapmakta. (Hep aynı şeyleri söylüyor) Bu da bana birini hatırlatıyor ya neyse adapte kısmını geride bıraktık. Benim daha çok üzerinde durmak istediğim nokta televizyonun “beyin yıkama” ve “hipnotize etme” işlevleri. (Biri ona esas işlevinin bu olmadığını hatırlatmalı) Oyunda ve elbette gerçekte, Başkan seçimi ikinci kez kazanıyor ve kazanışı halkın televizyona karşı ilgisiyle somutlaştırılıyor. Başkan’ın “halktan biri”lerine yaptığı konuşma(lar) yine “halktan biri”lerinin yaptığı planlar doğrultusunda şekilleniyor.

Dediğim gibi metin bugünü ve yarını (Ne yazık ki) anlatıyor. “Klasik” olmasa da “evrensel” bir metin olduğunu söyleyebilirim. Dekor, eski püskülüğü, kırık döküklüğü ile karakterin yaşam kalitesine (İlk paragrafta söz etmiştim) uygun  olarak tasarlanmış. Çeşitli renklerden oluşan parlak hediye paketleri, yaşananlar neticesinde “hayatın hiçte parlak olmadığını” karşıtlık yoluyla gözler önüne sermiş. (Dekor: Sertel Çetiner) Bu kısım bana “fotoğraf”ı hatırlattı. Dikkat ettiyseniz insanlar fotoğraf çektirirken hep gülümserler. O mutlu anlarını dondurmak ve sonsuza kadar saklamak isterler. Ama hayat fotoğrafa benzemez. Bir gün mutluyuz bir gün hüzünlü…

Kostüm tasarımı da karakterleri tanımlar cinsten. Travis Pine’ın siyah giyinişi karamsarlığını betimlemeye yetmiş. Kostümler aynı zamanda geçen zamanı bildirmede bir görev üstlenmiş. Müzikler, sahne geçişleri için kullanılmış ve oyunun genel havasına olumlu yaklaşmış. Efektler ise (Yağmur, gök gürültüsü) çok başarısız. Özel bir ışık tasarımı göremedim. Oyunun final sahnesine rejisörün yaptığı katkıyı, ben de yazımın final bölümüne bir etki unsuru olarak sakladım. Akkaya’nın, sahne ortasında duran katı meyve sıkacağına, George Bush’un fotoğrafını koyup ezdirmesi, salonda “halk seni ezdi” cümlesini yankılatmış. Ben de diyorum ki: “Biz ne zaman ezeceğiz ve bu cümleyi ne zaman yankılatacağız?”

Oyunda Mehmet Atay ve Mahir İpek oynuyor. Her iki oyuncu da çok başarılı. İki kişilik oyunlarda rejisörün yanı sıra oyuncuların da payı büyüktür. Çok çok iyi oyuncular olmamaları halinde oyun suya düşebilir. Bu oyunda ise oyuncular suyu arşın arşın geçiyor. Hem de hiç durmadan. Emeği geçenleri kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim… 


Not: Oyun 2 saat / 2 perdedir.


Ayrıntılı bilgi için: www.ast.com.tr


Oyunda kuru-sıkı silah patlamaktadır.




EGE KÜÇÜKKİPER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder