BERNARDA ALBA'NIN EVİ
UYARI:
Yazı sonunda hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. (Benim gibi)
Lorca’nın 1936’da “köy
trajedileri üçlemesi” adı altında yazdığı (Diğer ikisi “Kanlı Düğün” ve
“Yerma”) ve son eseri olan “Bernarda Alba’nın Evi”, İspanya iç savaşı dönemi
öncesinde, toplumda yaşanan kaosun, bir evin içerisine yansımasını “töre”
öyküsü şeklinde anlatır. Birçok filme, baleye ve müzikale uyarlanmış olan eser,
Devlet Tiyatroları’nda, Mahir Canova, Leyla Tecer ve Ergin Orbey, Şehir
Tiyatroları’nda ise Engin Alkan gibi rejisörler tarafından sahnelenmiş olup, şu
an da “Tiyatro Oyunbaz” adlı özel bir kurumda izleyici karşısına çıkmaktadır.
Meraklısı
için yazar hakkında bilgi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Federico_Garc%C3%ADa_Lorca
Fuayede sakin sakin
otururken birden kapı açıldı. Eşikten geçtiğimde oyunun altı oyuncusu beni
karşıladı. Dört bir taraf büyük şamdanlarla donatılmıştı. Salona girdim ve
yerime oturdum. Dekorun bir parçası olan sandalyeler üst üste diziliydi.
Hizmetçi rolünü üstlenen oyuncu sahneye girdi ve sandalyeleri bir bir
düzeltmeye başladı. Buraya kadar yaşadıklarımı düşündüm. Rejisörün kullandığı
teknik hoşuma gitti. Kapıda bekleyen Bernarda ve beş kızı, Bernarda’nın ölen
kocasına düzenlenen dua için beni karşılaşmıştı. Salon ise evin salonuydu ve
hizmetçi benim için sandalyeleri düzeltiyordu. Sahne ise “haç” şeklindeydi.
Seyirciler haç’ın dikey kısmının sağ ve sol taraflarına konumlandırılmıştı. Bu
sahneleyiş tarzı seyirciyi oyunun içerisine dahil ederek “interaktif” olmasını
sağlamış. Selam faslı oyunun sonunda olur fakat ben yazının sonunu bekleyemeyeceğim.
Oyun sonunda oyuncuların tek tek selam vermemesi oyunun büyüsünü daha da
arttırmış. Eğer selam verilseydi, seyirci o evin bir parçası ya da o eve gelen
misafir olmayacaktı. Başta verilen etki, finale kadar devam ettirilmiş.
Şüphesiz bu yazdıklarımın mimarı oyunun rejisörü Ayşe Emel Mesci.
Oyunun başlangıcı, yazımın
başlangıcı oldu. Buradan hareketle devam edelim. Orkestra hemen yanımdaydı.
Kostümleri ise oyunun konseptine uygun olarak hazırlanmıştı. Kadınlar siyah
uzun bir matem elbisesi, erkekler ise ispanyol giysileri içerisindeydiler.
Erkeklerin kostümlerinin “müziğe” daha yatkın olduğunu düşünüyorum. Oyun
fazlasıyla İspanyol esintiler taşımış. Oyuncular ayaklarını “flamenko” yaparak
kullanmış. (Belli yerlerde) İspanyol esinti demişken, oyunu izlemeden önce her
zaman yaptığım gibi metni okudum. Daha sonra kadroyu inceledim ve bir sürü
“erkek” oyuncu ismi gördüm. Ayşe Emel Mesci’nin farklılık yaratıp, adı geçen
ama görünmeyen “Pepe el Romano” karakterini, oyuna dahil ettiğini sandım. Tamamen
kadın karakterlerden oluşan bir oyunda (ki özelliği bu) erkek görmek her şeyi
yerle bir ederdi. Sahnede o erkeği gördüğüm an “eyvah!” dedim. Fakat tahminimin
yanlış olduğunu, sahne başında duran sivil muhafızların “Federico Garcia Lorca”
diye bağırmasıyla anladım. Bu nedenle yazımın başlığını “İçinden ‘Lorca’ Geçen
Oyun” koydum. Mesci, Lorca’nın 1936’da Franco’nun adamları tarafından öldürülmesini
sahne arkasına taşıyarak, Lorca’ya bir selam gönderip, saygı duruşunda bulunmuş.
O yıllarda nazizim ve faşizmin kol gezdiğini düşünürsek (Günümüzü de düşünerek)
rejisörün bu tutumunu gözardı edip bahsetmemek haksızlık olurdu.
Mesci’nin uygulamaları
bunlarla sınırlı değil. Martirio’nun
kuru kırmızı biberleri ipe dizmesi ve boynuna dolaması bana bereket tanrıçası
“kibele”yi anımsattı. Bu anımsatma kadının “bereket” oluşunu simgelerken aynı
zamanda “doğurganlık” özelliğine de vurgu yapmış. (Metni bilmeyenler belki bu
söylediklerimi anlamakta güçlük çekebilirler) Fakat bununla ilintili olarak
önemli bir vurgu atlanmış. Evlenmemiş birinin çocuk doğurması yüzünden çıkan kavga
sahnesinde (Orijinal metne göre 2. Perdenin son kısmı) kadının öldürülmesi
gerektiği konuşulurken, hamile olan Adele’nin karnını tutmaması, oyun sonunun
havada kalmasına neden olmuş. Ekin biçmeye giden erkeklerin türküsünün
söylendiği sahnenin (Orijinal metne göre 2. Perde sayfa 46) neden oyundan
çıkarıldığını anlayamadım. Kızların dışarıya olan hasretlerini imgeleyen bu
türkünün yerinde ve zamanında söylenmesini beklerdim. Martirio’nun ellerini domatese bulayıp,
Adele’nin beyaz kostümüne sürmesi, yaklaşan ölümünü çağrıştırmış. Maria
Jozefa’nın elinde kanlı beyaz bir güvercin ile dolaşması “barışın yok olduğunu”
anlatırken yine döneme gönderme yapmış. Aygırın ahırda bağlı olduğu için tepişmesi
ise özelde Maria Jozefa’yı, genelde ise tüm kızların esaretliğini anlatmaya
yetmiş.
Dekor tasarımına imza
atan Murat Gülmez, evin içi ile dışını birbirine bağlayarak “içi seni dışı beni
yakar” tanımlamasını başarıyla gerçekleştirmiş. Bu bağlayış ayrıca salon ile
avlunun ayrımını sağlamış. Dekor için metinde belirtilen, “püsküllerle arkakaya
doğru bağlanmış kenevir perdeler, hasır iskemleler ve duvarlardaki efsanevi
krallıklarla yüklü manzara resimleri”ni göremedim. Bunlar yerine eskitme
yöntemiyle tasarlanmış sandalyeler ve çarmıha gerilmiş İsa heykeli duruyordu. Bu
cümle rejiyi ilgilendiriyor fakat bir önceki cümle ile bağlantılı olduğu için
burada belirtmeyi tercih ettim: Maria Jozefa’nın odasına kilitlendiği sahnede
çarmıha gerilmenin izlerini taşıyordu. Fonu kaplayan açılır kapanır sürgülü
demir kapı ise bir daha dışarı çıkılamayacak oluşunu ve hapishane hayatını
sembolize etmiş. Bernarda Alba’nın koltuğunun, diğerlerinden (sandalye) farklı
olması “dokunulmazlığı” baston ise “otorite”yi temsil etmiş. Fakat bu
otoritenin “atılarak” değil “kırılarak” sona ermesini dilerdim.
Kostümler çok başarılı.
Aslında sadece başarılı demek yanlış olur. Başarılı oluşunun haricinde anlamlı
ve özenli. Hale Eren’in ellerine sağlık. Siyah kostümler için söylenecek pek
bir şey yok. Matem havasını ve yaşananların karanlığını aktarmada oldukça iyi. Aynı
adamı seven üç kardeşin beyaz kostümleri ise gelinliği andırarak amacına uygun
tasarlanmış. Adele’nin kendini beyaz geceliğiyle asması kefenini betimlerken,
diğer kızlarında beyazlar içerisinde oluşları sonlarının aynı olacağının habercisi
olmuş. Maria Jozefa’da elbisesinden sarkan yün bebekler ile bu haberciliği
üstlenmiş. Bu arada yün bebekler, Lorca’nın “köy kadınları”nı akıllara
getirmiş.
Yakup Çartık’ın ışık
tasarımını beğenmedim. Demir kapının üstünde beliren mavi ışıkları gece,
kırmızı ışıkları ise güneş olarak yorumladım. Ekstra bir yaratım bulamadım.
Final sahnesindeki ışığın üç kez yanıp sönüşü, oyunun geneline yayılan “çan”
metaforuna bir gönderme yapmış. “Ne karanlık gece” repliğinin yankı bulduğu
sahnede bir karanlık göremedim. Orkestra gitar, çello, piyano, flüt, klarnet,
keman, kemança ve perküsyondan oluşuyor. Canlı müzikler, enstrümanlar eşliğinde
İspanyol müzikleri çalarken, bant kaydı yapılan müzikler daha çok ağıt havasına
bürünmüş. Bu da oyunun ruhuna işlemiş. Sözlü olan besteler ise oyunun
gidişatını belirlemiş. Efektler gerçeğe uygun olarak azalan ve artan tonda
ilerlemiş.
Oyunculuklar genel
olarak çok başarılı. Özellikle Miraç Eronat ve Sükun Işıtan’ın oyunculuklarını
çok beğendim. İyi çalışılmış, iyi sahnelenmiş ve en önemlisi iyi yazılmış bir eser. Emeği
geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim.
Şimdi gelelim yazımın
en başında verdiğim “UYARI”ya.
Rejisör Ayşe Emel Mesci, Bernarda Alba’nın Evi’ni, 2005 yılında Bursa Devlet
Tiyatrosu için sahnelemiş. Üstelik dekor ve kostüm tasarımcısı da aynı. Sadece
ışık tasarımcısı farklı. Dikkat ettiyseniz bu yazıda beğenmediğim tek unsur
ışık idi. Buradan ekibin “uyumlu” olduğu sonucu çıkabilir. Fakat ben uyumun çok
ötesinde şeyler gördüm. Devlet Tiyatroları Belgeliği’ne girip 2005 yılında
sahnelenen halini inceledim. Sahne yine haç şeklinde. Dekor hemen hemen aynı.
Kostümler de öyle. Afiş ise mor yerine mavi. Yani sadece renk farkı var. Ayrıca
oyunun ilk beş dakikasını izledim. Yine kapıda karşılama ritüeli ile başlıyor
fakat biraz farklı. Şimdi soru:
Bir
kurum (Devlet Tiyatroları), aynı oyunu (Bernarda Alba’nın Evi) aynı rejisöre
(Ayşe Emel Mesci) 9 yıl ara ile neden sahnelettirir?
Notlar:
Bursa’da
sahnelenişle ilgili linkler aşağıdadır. Linkler açılmaz ise Devlet Tiyatroları
sitesine girip, “arşiv” kısmından “digital oyun bilgi sistemi”ne tıklayıp,
açılan çubuğa oyun adını yazdığınız tadirde bütün sahneleyişler karşınıza
çıkacaktır.
Bernarda, İspanyolca’da
“ışık”, Latince’de “aklık” anlamına gelmektedir. Dıştan
temiz, kusursuz ve eksiksiz olarak görünür fakat derin uyumsuzluk ve çelişkiler
taşıyan bir figürdür. (Aziz Çalışlar)
Oyun
2 saat 30 dakika / 2 perdedir.
Oyunda
kuru-sıkı silah patlamaktadır.
Ayrıntılı
bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr
Kaynaklar
İz Yayıncılık:
“Bernarda Alba’nın Evi” (Basım: 2012)
Devlet Tiyatroları
Belgeliği
Vikipedia
Linkler
HEYKEL
HAÇ
ALT
KISIMDA KAPAK AÇIK (Bu oyunda da o şekildeydi)
KAPAK
VE DEMİR KAPI
Görüntünün linkini veremiyorum. Dediğim yerden bakıp
izleyebilirsiniz.
Şimdi
ne oldu? Bütün yazı ÇÖP!
EGE KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder