7 Şubat 2014 Cuma

Bir Çehov Klasiği: “Vanya Dayı” (Ankara DT)




VANYA DAYI

Bu yıl “Shakespeare yılı” olarak ilan edilse de bana göre Çehov daha ağır basıyor. Repertuarında Çehov oyunu barındırmayan kurum neredeyse yok. İBBŞT ve İzmir DT Vişne Bahçesi’ni, İDT Üç Kız Kardeş’i ve (yazarı farklı olsa da) Çehov Makinesi’ni, Bursa DT Martı’yı, Adana DT Sevgili Doktor’u ve daha birçok kurum Çehov’un hikayelerini oyunlaştırıp sahneliyor. Ankara Devlet Tiyatro’su ise Erhan Gökgücü’nün sahneye koyduğu “Vanya Dayı”yı seyirciyle buluşturuyor. Ayrıca 18-23 Şubat tarihleri arasında Ankara’da “Çehov Haftası” düzenlenecek. (Biletler satışta benden söylemesi) Oyunu prömiyerden bir gece önce yani genel provada izledim. Aslında dekor, kostüm ve rejiyle ilgili çoğu şeyi oyunun facebook sayfasından (Link yazı sonundadır) adım adım takip ettim. O zamandan beri tuttuğum notlar neredeyse bir tomarı buldu. Beni dinleyen olmaz diye prova sürecinde oyun ekibiyle iletişime geçmedim. Tuttuğum notları (Ayıklayarak) oyunu izledikten sonra her zaman yaptığım gibi yazıya sakladım. İşte o yazı…   

Erhan Gökgücü, metne sadık kalmakla birlikte bazı tercihlerde bulunmuş. (Haliyle) Fakat bu tercihlerinin hemen hemen hepsi aklımda soru işareti bıraktı. Malum, Vanya Dayı’nın yazıldığı dönemde (1897) Rusya, ekonomik ve toplumsal olarak kötü durumdaydı. Vanya’nın, Profesör Aleksandr’a ateş ettiği sahnede, dışarıda köylülerin çalgı çalıp, şarkı söylemesi (Eğlenmesi) Çehov’u zıt bir yöne çekmiş. “Vişne Bahçesi”nde de aynı durum söz konusu idi fakat taraflar farklıydı. Eğlenen kesim “dışarıda” değil “içerideydi”. Yani dışarıda olup bitene karşı kayıtsız kalan kesimdi. Dışardakiler ise her şeyin farkındaydı. Vanya Dayı’da da (Eser olarak) “kayıtsızlık” ya da “çalışmazlık” (Vanya’nın uzun süredir hesap-kitap tutmaması, Yelena’nın iş seçiciliği, Astrov’un rahatlığa alışıp gitmek istemeyişi, Prof. Aleksandr’ın çiftliği satıp kolay yoldan para kazanma arzusu) eğilimlerinin oluşu bu zıtlığı anlamsız kılmış. (Her ne kadar Sonya çalışmak için yanıp tutuşsa da oyun boyunca gelişen durumlar neticesinde bir türlü bu isteğini gerçekleştiremez)

Rejisör, bahçeyi “gizli anların mekanı” olarak kurgulayıp (Bahçeyi dışarıdan saymıyorum), içeriyi de parçalara ayırmış. Bu ayırış, karakterler arasındaki kopukluğu vurgulamaya yaramış. (Burada böyle bir amaç gözetilmesine rağmen bir önceki paragrafta nasıl tersi olur (mu?)) Yağmur fazla göz yormuş ve dikkat dağıtmış. Bahçeye ve ağaçlara yağmamış. (Nereye yağmalı?) Ve en önemlisi yapay oluşu, Çehov’u bütün “doğallığından” uzaklaştırmış. Halbuki afiş tasarımında ne kadar da gerçek. Afiş oyun hakkında çok şey söyler. İnsanı “görsel yolla” çeken ilk metafordur.  

Şimdi söyleyeceğim genelde bütün Çehov oyunlarında yapılıyor. (İyi ki) Bir karakter seçiliyor ve gözlük-baston-şapka üçlüsüyle Çehov’a benzetiliyor. Bu oyunda şanslı kişi Oktay Dal (Prof. Aleksandr). Aslında şanslı olan seyirci. Çehov’u sahnede görmek (Benim için) mutluluk. Sahte olduğu bilinmesine rağmen yine de insanı güçlü bir tesir altına alıyor. Elimdeki metnin arka kapağında şöyle bir ifade var: “Vanya Dayı’yı ayrıcaklıklı kılan bir diğer unsursa, ruh halleri bakımından Çehov’un kendisine en yakın kahramanı olan Astrov’un bu eserde bulunmasıdır. Açıkçası oyunu izlerken Çehov’a benzeyecek olan (Tip olarak) karakterin Dr. Astrov (Durukan Ordu) olacağını düşünmüştüm. (Mesleği de aynı) Bu düşüncemi belirtmeyecektim fakat ifade sürekli karşıma çıktı ve beni kandırdı…  

Bunların haricinde klasik bir sahneleyiş tekniği kullanan Gökgücü, Çehov’un yalın ve durgun  atmosferini yaratmayı başarmış. Tabii bu yaratımda payı olan sadece rejisör değil. Dekoratör Emre Satı biraz önce değindiğim yalınlığa destek olan bir tasarıma imza atmış. Evin genelinin beyaz oluşu hem Çehov’un istediği derinliğe katkı yapmış hem de saflığa bir göndermede  bulunmuş. Dekorda eskitme yoluna gidilmesi yapının yaşını belirtirken, aynı zamanda karakterlerin iç dünyalarındaki çürümüşlüğü sembolize etmiş. Fakat bu belirtiyi ağaçlarda pek göremedim. Keşke metinde yazıldığı gibi “yaşlı” olsalardı. Vitrin bana fazla modern geldi. (Ama uyumu bozmamış) Aynı şeyi sandalyeler için de söyleyebilirim. O eskiliğin içinde cilalı olmamaları gerekirdi. Masa ise oyunda önemli bir konuma sahip olması gerekirken, amacı dışında her şeye hizmet etmiş. O masa Mariya’nın özel alanı değil. Ayrıca yuvarlak yerine dikdörtgen masa kullanımının Rus yaşantısına daha uyum sağlayacağı kanaatindeyim.

Ve piyano. Aslında bu kısmı rejisör odaklı değerlendirecektim fakat dekorla ilintili olduğu için buraya yazmayı uygun buldum. Rejisör, oyunda piyano çalınması istenmediği halde  (Bkz: 2. perdenin sonu - Orijinal metin) sahne geçişlerinde ve bazı sahnelerde kulakların pasını piyano ile silmiş. Benim burada tartışacağım konu piyanonun çalınmasının doğruluğu ya da yanlışlığı değil. Belli ki Erhan Bey zıtlığı temel edinmiş. Peki Emre Satı neden piyanoyu en arkaya koymuş? Özel bir etki yaratmak istendiyse daha ön plana yerleştirilebilirdi. Öneri: Ayaklı büyük bir saat olsaydı “zaman” kavramı daha net anlatılabilirdi. Akseaurlarda beni üzen şey bavullar oldu. O döneme ait değiller ve az gösterilmeleri “gidişin” etkisini havada bırakmış.

Sevgi Türkay’ın ellerinde hayat bulan kostümler, zamana ve köy yaşantısına uyum sağlasalar da renkleriyle yine düşünmeme sebep oldular. Yelena’nın ruh hali mutsuzluktan mutluluğa (Kurtuluşa) doğru giderken, kostümleri açıktan koyuya bir yol izlemiş. Sonya’nın kostümleri ise tersi bir ruh halindeyken koyudan açığa ulaşmış. Kısacası o “ruh” bana  geçmedi. (Oyunculuk ile geçti) Çünkü gördüğüm, hayal ettiğimden çok daha farklıydı. Buradaki zıtlığı da farketmişsinizdir. Erhan Bey zıtlıkları temel edinmiş derken espri yapmıştım fakat inanmaya başlıyorum. Bu arada diğer karakterlerin koyu renk giyinişleri karamsarlıklarını betimlemiş.

Oyunda en beğendiğim unsur ışık tasarımıydı. Her oyunda beni şaşırtan ve bir türlü karar kıldırmayan Zeynel Işık konusunda galiba kararımı verdim. Gaz lambalarının yanmasıyla sahnenin aydınlanması, gece sahnelerinde ağaçların bir bölümünün aydınlıkta kalması ve finalde bütün sahneye hakim olan sarı ışık ince ince tasarlanmış. Her zaman söylemişimdir detay çok mühimdir diye. Sarı ışık bana eskimiş, sararmış bir fotoğrafı anımsattı. Birde oyuncuların hepsi sahneyi doldurup, seyirciye taraf bakınca bu anımsatma kanıya dönüştü. Sonya’nın “gitti” repliğinden sonra sönen mumu, “tüm umutların söndüğüne” işaret ederken, piyano sahnesindeki ışık (1. Perdenin sonu) mutluluğa inen gölgeyi temsil etmiş.

Müziği zaten reji kısmında yazmıştım. Piyano haricindeki müzikler canlı olarak kullanılmış. Fakat piyano gitarın önüne geçmiş. (Bence hata. Gitar Ruslar’ın yaşantısında önemli bir enstrüman) Vanya ve Astrov’un şarkı söyledikleri sahnede bile figüran olarak duruyor. Besteler atmosferi şekillendiren birer unsur olarak görevlerini tamamlamış. Final sahnesinde müzik biraz boş kalmış. Geç başlıyor ve etkili değil. Efektler ise harika. Artandan azalana…

Oyuncuların hepsi birbirinden iyi. Meral Niron’u ilk kez sahnede izlemenin heyecanını yaşadım. Durukan Ordu’nun daha espritüel olmasını beklerdim. Doktor Astrov öyle bir karakter. Ve itiraf etmeliyim ki bir oyuncuyu daha dikkatli izledim. Herhalde arkamda oturan bayanlar da öyle yaptılar. Sürekli onun hakkında konuşuyorlardı. Söyledikleri cümleden sonra epey güldüm. “Çok düz konuşuyormuş ama bir büyüsü varmış”. İlk kısıma katılmıyorum ama ikincine imzamı atarım.

Vanya Dayı benim için çok özel bir eser. Teknik olarak hatalar olmasına rağmen izlerken gerçekten keyif aldım. Ya da o büyüye kapıldım. Artık her neyse… Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…

Kadro: Levent Çelmen, Durukan Ordu, Funda Gökgücü, Zeynep Ekin Öner, Emine Orhun, Oktay Dal, Adnan Erbaş, Bülent Aksoy, Bahadır Tunç, Meltem Tunç, Sercan Çentay ve Meral Niron.

Oyunun konusunu yazmak yerine, Sonya’nın bütün oyunu özetleyen konuşmasını aktarmak istedim.

Yaşayacağız Vanya Dayı… Biz daha ne uzun günler, geceler geçireceğiz. Alnımıza yazılan çileyi sabırla çekeceğiz. Elimiz ayağımız tuttuğu sürece dur durak bilmeden başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel geldiği zaman da usulca öleceğiz. Çok acı çekip gözyaşı döktüğümüzü, çok içimizin yandığını söylediğimizde Tanrı bize acıyacak. Ve seninle ben, sevgili dayıcığım, aydınlık ve güzel bir hayat yaşayacağız. İşte o zaman şimdiki mutsuzluğumuzu hatırlarken gülümseyeceğiz ve huzura ereceğiz. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Büyük bir coşkuyla, sonsuz bir tutkuyla inanıyorum. Huzur içinde dinleneceğiz. Meleklerin sesini duyacağız, parıltılar içindeki gökyüzünü seyredeceğiz, dünyadaki bütün kötülükler, çektiğimiz acılar Tanrının merhametinde boğulup yok olacak, günlerimiz bizi okşayacak… Buna inanıyorum… İnanıyorum… Zavallı Vanya Dayı sen de ağlıyorsun. Hayatta mutluluk nedir bilmedin. Ama bekle Vanya Dayı bekle. Huzur içinde dinleneceğiz… Huzur içinde dinleneceğiz!



Not: Oyun 2 saat / 2 perdedir.

Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

Oyunda kuru-sıkı silah patlamaktadır.




Kaynak
Antik Batı Klasikleri : “Vanya Dayı” (Basım: 2008)



Oyuna girmeden afişi kendim çekeyim dedim. Sonra farkettim ki Ataol Behramoğlu "çeviren" yerine "yöneten" olarak nitelendirilmiş. 








EGE KÜÇÜKKİPER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder