KUYRUKLU
YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ
“Kuyruklu Yıldız
Altında Bir İzdivaç”, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, Halley kuyruklu yıldızının, 5
Mayıs 1910 tarihinde dünyaya çarpacağı söylentisi üzerine kaleme aldığı bir
eserdir. 1912 yılında basılmıştır. Yazar, kitabın önsözünde şöyle der: “Sözlerimin ne kadar doğru olduğunu 5
Mayıs’ın ertesi günü yine şu satırlara baktığınız zaman görecek ve benim şimdi
yaptığım gibi siz de o zaman bol bol güleceksiniz. İnsanoğlunun korktuklarından
ziyade korkmadıkları şeylerden çekininiz. Taa vaaz verenlerden tutunuz da,
teknik bilgi sahiplerine kadar insanların bilginleri de, filozofları da, öbür
kardeşlerini korkutma düşkünlüğünden kendilerini alamıyorlar.”
Bu arada oyun daha
önce Şehir Tiyatroları tarafından “Kuyruklu Yıldız Altında” adı ile
sahlenemiş. Konusu ise
şöyle; Kültürlü ve zengin biri olan İrfan Galip, Halley kuyruklu
yıldızı’nın, dünyaya çarpacağı söylentileri üzerine, kadınlara bununla ilgili
bir konferans verir. Kendisine uygun Türk kızı olmadığını düşünen İrfan
Galip’in amacı, seviyesini çok düşük bulduğu kadınlarla eğlenmektir. Ancak
konferanstaki kadınların birinden aldığı mektup, fikirlerini tamamen değiştirir
ve böylece yüzünü hiç görmediği Feriha Davud’a aşık olur.
Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944): Mahalle mektebi ile Mahmudiye Rüştiyesi’nde okudu. Özel dersler alarak Fransızca öğrendi. 1880′de Mülkiye Mektebi’ne girdi, hastalandığı için İkinci sınıftan ayrıldı. Adliye ve Nâfıa (Bayındırlık) bakanlıklarında kısa süreli memurluklarda bulundu. V. ve VI. dönemlerde (1935-1943) Kütahya milletvekili olarak TBMM’nde bulundu. Hayatının son 30 yılını Heybeliada’da geçirdi. Hiçbir edebî topluluğa katılmayan Hüseyin Rahmi ilk romanı olan "Sık" ile tanınarak Tercüman-ı Hakikat gazetesinin yazarları arasına katıldı. Bir müddet tercüme ile uğraştıktan sonra kendini tamamen telif romana verdi. Sayıları altmışa yaklaşan hikâye ve roman kitapları yayımlandı. 1921-1924 yıllan onun yazı hayatının en verimli yılları oldu.
Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944): Mahalle mektebi ile Mahmudiye Rüştiyesi’nde okudu. Özel dersler alarak Fransızca öğrendi. 1880′de Mülkiye Mektebi’ne girdi, hastalandığı için İkinci sınıftan ayrıldı. Adliye ve Nâfıa (Bayındırlık) bakanlıklarında kısa süreli memurluklarda bulundu. V. ve VI. dönemlerde (1935-1943) Kütahya milletvekili olarak TBMM’nde bulundu. Hayatının son 30 yılını Heybeliada’da geçirdi. Hiçbir edebî topluluğa katılmayan Hüseyin Rahmi ilk romanı olan "Sık" ile tanınarak Tercüman-ı Hakikat gazetesinin yazarları arasına katıldı. Bir müddet tercüme ile uğraştıktan sonra kendini tamamen telif romana verdi. Sayıları altmışa yaklaşan hikâye ve roman kitapları yayımlandı. 1921-1924 yıllan onun yazı hayatının en verimli yılları oldu.
YEŞİM GÖKÇE
Yeşim Gökçe’den ayrı
bir başlık altında bahsetmek istedim. Çünkü oyunun bu denli başarılı oluşunun
esas mimarı olarak (yazar hariç) kendisini gördüm. Dramaturgun bir oyun için ne
derece önemli olduğunu ve rejisörle işbirliği yapması halinde ortaya şüphesiz iyi
bir ürünün çıkacağını bu oyunda bir kez daha anladım. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın
çoğu eserini okumuş biri olarak, eserlerini şekillendiren karakterlerin,
renkli, samimi ve “çeşit”li olduğunu söyleyebilirim. Bu açıdan baktığımda, bahsettiğim özelliklere
uygun bir oyun izlediğimi de rahatlıkla belirtebilirim. Hatta herhangi bir kopukluğa rastlamadığımı,
manasız diyaloglara maruz kalmadığımı ve özün korunduğunu da net bir biçimde
ifade edebilirim. Tabii bunda Yeşim Gökçe’nin yanı sıra rejisör Kazım Akşar’ın
ve oyuncuların da yadsınamayacak büyük payı var.
Hazır Yeşim Gökçe’den
söz açmışken, şarkı sözlerinin de ona ait olduğunu bilelim istedim. Gökçe, ana
karakterlerin her biri için ayrı şarkılar güftelemiş. Şarkılar, karakterleri
tanıtır ve anlatır cinsten. Murat Kodallı ise, yine karakterlerin ruh yapısına
uygun olarak kimi zaman hüzünlü kimi zaman çoşkulu bestelere imza atmış. Müzik
kutusundan çıkan melodiye de oyun içerisinde “doğallık” kazandırmış. “Koro”
perde açılış ve kapanışlarında etkinliğini sürdürerek, olayları özetlemiş.
Öncelikle metindeki
göndermeler/güncelleştirmelerden bahsetmek istiyorum. Konu itibariyle kuyruklu
bir yıldızın dünyaya çarpacağına ve akabinde kıyametin kopacağına inanıldığı
için “Şirince’ye gideriz” repliği oyuna uyum sağlamış fakat biraz “eski”lerde
kalmış. (Seyircinin tepkisi de bana bunu söyletiyor) Dekor tasarımı ile reji
birbirini tamamlar nitelikte. Oyun boyunca karşımda duran “müzik kutusu” (hani
anahtarını çevirirsiniz de içerisindeki balerin döner ve müzik çalar) oyunun
eksenini oluşturmakla birlikte anlamlı bir amaca hizmet etmiş.
Rejisör, sanki kutunun
içerisindekileri, oyunun oyuncuları olarak kurgulayıp, anahtarı öyle çevirmiş.
Bu sayede hem oyunun başladığını hem de temsilin “müzikli” olacağını seyirciye
duyurmuş. Ayrıca müzik kutusunun üzerindeki kırmızı kadife perdenin (sahne
perdesi) daha büyüğünü, sahnenin geneline yayarak, az önce yazdığımı haklı
çıkarmış. Aslında bu kısım, yani müzik kutusunun “başkası” tarafından
çalınması, metinde yaşanan olaylar neticesinde de değerlendirilebilir. Örneğin;
kuyruklu bir yıldızın, insanların hayatını “yönlendirmesi” gibi…
Feriha’nın (İrfan’ın
sevdiği kız) pencerede kukla ile oynaması sırasında, İrfan’ın da aşağıda
kuklanın aldığı şekli alması, “kullanılmışlık” hissini vermiş. Annenin “taktı yuları cadı her istediğini
yaptırıyor” cümlesi de bu hissi desteklemiş. Karşılıklı mektup okuma sahnesinde ise,
yanyana olmalarına rağmen (aslında ikisi de farklı yerde) birbirlerini
görmeyişleri “koreografi” sayesinde iyi aktarılmış. Kukla sahnesinin de
ağırlıklı olarak koreografın başarısı olduğu kanaatindeyim. (Koreograf: Tanju Yıldırım) İrfan’ın
dolandığı kalın ip, aşkın “dolambaçlı” yollarını anlatırken, aynı ipi boynuna
geçirmesi, aşkı için ölebileceğini sembolize etmiş.
Kıyametin kopacağı anın
tasvir edildiği rüya sahnesinde, “azrail”in başlarında nöbet tutması rüyaya
daha “hayalperest” bir açıdan bakmamızı sağlarken, yüzlerdeki “mask”lar, karakterlerin “sahte” yönlerinin olduğunu
betimlemiş. (Rüya da her biri suçunu itiraf ediyor) Kazım Akşar, ikinci
perdenin başlangıcını, ilk perdenin bitişinden itibaren alarak, kopukluğu
önlemiş. “Ağır çekim” sahnelerine gerek var mıydı? diye çok düşündüm ve olmasa
da oyundan bir şey eksilmeyeceğine karar verdim. (Naçizane) Birde kutu satın
alma bölümünde bir kutuyu, “ayakkabı kutusu”na benzettim. Belki öyleydi belki
değildi…
Giyinme-soyunma faslı
müzik eşliğinde, zaman geçişleri ise saatin tik-tak efektiyle kotarılmış. O
esnada oyuncu farklı konumlarda durarak, bedensel olarakta değişimini
göstermiş. İrfan’ın, hak-hukuk gibi kavramlardan söz ettiği sahne çok çabuk
geçilmiş. Acaba günümüz adaletinin durumundan dolayı özellikle mi böyle bir
tutum tercih edildi? (Adalet nasıl olsa yok burayı geçelim..) Ve anlamadığım
bir diğer husus sahne gerisinde duran ayaklı ışık. (İlla ki bir işlevi vardır
fakat ben çözemedim.) Her ne kadar arkada dursa da dekorun bütünlüğüne aykırı
idi. Dekora başlamışken devam edelim. Raylı bir sistemde sürüklenerek gidip
gelen parçalar, ışık karartmasını azaltırken, seyircinin sıkılmamasını
sağlamış. Dekorun bütününün eski püskülüğü “mahalle” atmosferini yansıtırken,
tahtaların tertemiz durumu bu atmosfere gölge düşürmüş.
Kulise giden yollardaki
perdelerin kahverengi olması (her zaman siyahtır), dekora bir renk uyumu
katmış. Üzerlerinin neden yazılı olduğunu anlayamadım. Oyun boyunca mektup
yazılıyor acaba o yüzden mi? Kahverengi oldukları için ben de parşömen
çağrışımı da yaptı. (Yerler de aynı şekildeydi) Tabii oyunun adından
mütevellit, fonun yıldızlarla doldurulması şaşırtıcı değil. Arada bir “flaş”lanmaları da,“biz buradayız” deyip, kendilerini hatırlatmalarına ve seyircinin konudan
uzaklaşmamasına yardımcı olmuş. (Dekor: Şirin
Dağtekin Yenen)
Kostümler tıpkı
karakterler gibi renkli ve dönemi anlatmada birer etken. Azrail’in kostümü
klasik. Feriha’nın siyah kostümünü halet-i ruhiyesi ile örtüştüremedim. (Kostüm: Medine Yavuz) Işık tasarımı
oyunda en beğendiğim öğe. Feriha’nın gizemi, ışıklandırma sayesinde “silüet”
olarak belirmiş. Yani gizem son ana kadar devam etmiş. Enver Başar, besteci
Murat Kodallı ile ortak bir çalışma içerisine girmiş. Bu ibareyi, ışığın,
müziğin ritmine göre ayarlanmasından ötürü yazıyorum. Son olarak, kuyruklu yıldızın geldiği sahne de ışığın seyirciyi
aydınlatarak geçmesini isterdim.
Koreografi unsurunu
daha önce değerlendirmiştim falat birkaç şey daha var. Yunanlı karakter için “sirtaki”, Bakkal
karakteri için de (şivesinden dolayı Egeli olduğunu sanıyorum) “zeybek”
unutulmamış. Efektler başarı ama çocuk ağladığında efekt yok. Biz de duysak iyi
olurdu. Oyunculuklar çok başarılı (özellikle Şamil Kafkas), sesler idare eder.
Başlıkta da yazdığım gibi “keyifli” bir oyun. Çok güzel zaman geçirdim, “bol bol güldüm” (ilk paragrafı hatırlayın)
ve mutlu ayrıldım. Tavsiye ederim. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol
olmasını dilerim…
Kadro: Şamil Kafkas, İsmail İncekara, Sevinç Niş, Lale Ertiş
Gençtürk, Filiz Kılıç, Ahenk Demir, Selda Özler Taşdemir, Merve Ünal, Dilek Demir, Rabia Kaya, Fatma İnan, Çiçek
Üstün, Demet Genç, Cenk Dinçsoy, Nihat Keleş, Kerem Kurt, Eren Pekgöz ve Direnç
Dedeoğlu.
Not:
Oyun 2 saat 15 dakika / 2 perdedir.
Ayrıntılı
bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr
EGE
KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder