22 Şubat 2014 Cumartesi

'Keyifli' Bir Oyun: “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç” (İstanbul DT)




KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA BİR İZDİVAÇ

“Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç”, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, Halley kuyruklu yıldızının, 5 Mayıs 1910 tarihinde dünyaya çarpacağı söylentisi üzerine kaleme aldığı bir eserdir. 1912 yılında basılmıştır. Yazar, kitabın önsözünde şöyle der: “Sözlerimin ne kadar doğru olduğunu 5 Mayıs’ın ertesi günü yine şu satırlara baktığınız zaman görecek ve benim şimdi yaptığım gibi siz de o zaman bol bol güleceksiniz. İnsanoğlunun korktuklarından ziyade korkmadıkları şeylerden çekininiz. Taa vaaz verenlerden tutunuz da, teknik bilgi sahiplerine kadar insanların bilginleri de, filozofları da, öbür kardeşlerini korkutma düşkünlüğünden kendilerini alamıyorlar.”

Bu arada oyun daha önce Şehir Tiyatroları tarafından “Kuyruklu Yıldız Altında” adı ile sahlenemiş. Konusu ise şöyle; Kültürlü ve zengin biri olan İrfan Galip, Halley kuyruklu yıldızı’nın, dünyaya çarpacağı söylentileri üzerine, kadınlara bununla ilgili bir konferans verir. Kendisine uygun Türk kızı olmadığını düşünen İrfan Galip’in amacı, seviyesini çok düşük bulduğu kadınlarla eğlenmektir. Ancak konferanstaki kadınların birinden aldığı mektup, fikirlerini tamamen değiştirir ve böylece yüzünü hiç görmediği Feriha Davud’a aşık olur.

Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944): Mahalle mekte­bi ile Mahmudiye Rüştiyesi’nde okudu. Özel dersler alarak Fransızca öğrendi. 1880′de Mülkiye Mektebi’ne girdi, hasta­landığı için İkinci sınıftan ayrıldı. Adliye ve Nâfıa (Bayındırlık) bakanlıklarında kısa süreli memurluklarda bulundu. V. ve VI. dönemlerde (1935-1943) Kütahya milletvekili olarak TBMM’nde bulundu. Hayatının son 30 yılını Heybeliada’da geçirdi. Hiçbir edebî topluluğa katılmayan Hüseyin Rahmi ilk ro­manı olan "Sık" ile tanınarak Tercüman-ı Hakikat gazetesinin yazarları arasına katıldı. Bir müddet tercüme ile uğraştıktan sonra kendini tamamen telif romana verdi. Sayıları altmışa yaklaşan hikâye ve roman kitapları yayımlandı. 1921-1924 yıllan onun yazı hayatının en verimli yılları oldu.

YEŞİM GÖKÇE

Yeşim Gökçe’den ayrı bir başlık altında bahsetmek istedim. Çünkü oyunun bu denli başarılı oluşunun esas mimarı olarak (yazar hariç) kendisini gördüm. Dramaturgun bir oyun için ne derece önemli olduğunu ve rejisörle işbirliği yapması halinde ortaya şüphesiz iyi bir ürünün çıkacağını bu oyunda bir kez daha anladım. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın çoğu eserini okumuş biri olarak, eserlerini şekillendiren karakterlerin, renkli, samimi ve “çeşit”li olduğunu söyleyebilirim.  Bu açıdan baktığımda, bahsettiğim özelliklere uygun bir oyun izlediğimi de rahatlıkla belirtebilirim.  Hatta herhangi bir kopukluğa rastlamadığımı, manasız diyaloglara maruz kalmadığımı ve özün korunduğunu da net bir biçimde ifade edebilirim. Tabii bunda Yeşim Gökçe’nin yanı sıra rejisör Kazım Akşar’ın ve oyuncuların da yadsınamayacak büyük payı var.

Hazır Yeşim Gökçe’den söz açmışken, şarkı sözlerinin de ona ait olduğunu bilelim istedim. Gökçe, ana karakterlerin her biri için ayrı şarkılar güftelemiş. Şarkılar, karakterleri tanıtır ve anlatır cinsten. Murat Kodallı ise, yine karakterlerin ruh yapısına uygun olarak kimi zaman hüzünlü kimi zaman çoşkulu bestelere imza atmış. Müzik kutusundan çıkan melodiye de oyun içerisinde “doğallık” kazandırmış. “Koro” perde açılış ve kapanışlarında etkinliğini sürdürerek, olayları özetlemiş.   

Öncelikle metindeki göndermeler/güncelleştirmelerden bahsetmek istiyorum. Konu itibariyle kuyruklu bir yıldızın dünyaya çarpacağına ve akabinde kıyametin kopacağına inanıldığı için “Şirince’ye gideriz” repliği oyuna uyum sağlamış fakat biraz “eski”lerde kalmış. (Seyircinin tepkisi de bana bunu söyletiyor) Dekor tasarımı ile reji birbirini tamamlar nitelikte. Oyun boyunca karşımda duran “müzik kutusu” (hani anahtarını çevirirsiniz de içerisindeki balerin döner ve müzik çalar) oyunun eksenini oluşturmakla birlikte anlamlı bir amaca hizmet etmiş.

Rejisör, sanki kutunun içerisindekileri, oyunun oyuncuları olarak kurgulayıp, anahtarı öyle çevirmiş. Bu sayede hem oyunun başladığını hem de temsilin “müzikli” olacağını seyirciye duyurmuş. Ayrıca müzik kutusunun üzerindeki kırmızı kadife perdenin (sahne perdesi) daha büyüğünü, sahnenin geneline yayarak, az önce yazdığımı haklı çıkarmış. Aslında bu kısım, yani müzik kutusunun “başkası” tarafından çalınması, metinde yaşanan olaylar neticesinde de değerlendirilebilir. Örneğin; kuyruklu bir yıldızın, insanların hayatını “yönlendirmesi” gibi… 

Feriha’nın (İrfan’ın sevdiği kız) pencerede kukla ile oynaması sırasında, İrfan’ın da aşağıda kuklanın aldığı şekli alması, “kullanılmışlık” hissini vermiş. Annenin “taktı yuları cadı her istediğini yaptırıyor” cümlesi de bu hissi desteklemiş.  Karşılıklı mektup okuma sahnesinde ise, yanyana olmalarına rağmen (aslında ikisi de farklı yerde) birbirlerini görmeyişleri “koreografi” sayesinde iyi aktarılmış. Kukla sahnesinin de ağırlıklı olarak koreografın başarısı olduğu kanaatindeyim. (Koreograf: Tanju Yıldırım) İrfan’ın dolandığı kalın ip, aşkın “dolambaçlı” yollarını anlatırken, aynı ipi boynuna geçirmesi, aşkı için ölebileceğini sembolize etmiş.  

Kıyametin kopacağı anın tasvir edildiği rüya sahnesinde, “azrail”in başlarında nöbet tutması rüyaya daha “hayalperest” bir açıdan bakmamızı sağlarken, yüzlerdeki “mask”lar,  karakterlerin “sahte” yönlerinin olduğunu betimlemiş. (Rüya da her biri suçunu itiraf ediyor) Kazım Akşar, ikinci perdenin başlangıcını, ilk perdenin bitişinden itibaren alarak, kopukluğu önlemiş. “Ağır çekim” sahnelerine gerek var mıydı? diye çok düşündüm ve olmasa da oyundan bir şey eksilmeyeceğine karar verdim. (Naçizane) Birde kutu satın alma bölümünde bir kutuyu, “ayakkabı kutusu”na benzettim. Belki öyleydi belki değildi… 

Giyinme-soyunma faslı müzik eşliğinde, zaman geçişleri ise saatin tik-tak efektiyle kotarılmış. O esnada oyuncu farklı konumlarda durarak, bedensel olarakta değişimini göstermiş. İrfan’ın, hak-hukuk gibi kavramlardan söz ettiği sahne çok çabuk geçilmiş. Acaba günümüz adaletinin durumundan dolayı özellikle mi böyle bir tutum tercih edildi? (Adalet nasıl olsa yok burayı geçelim..) Ve anlamadığım bir diğer husus sahne gerisinde duran ayaklı ışık. (İlla ki bir işlevi vardır fakat ben çözemedim.) Her ne kadar arkada dursa da dekorun bütünlüğüne aykırı idi. Dekora başlamışken devam edelim. Raylı bir sistemde sürüklenerek gidip gelen parçalar, ışık karartmasını azaltırken, seyircinin sıkılmamasını sağlamış. Dekorun bütününün eski püskülüğü “mahalle” atmosferini yansıtırken, tahtaların tertemiz durumu bu atmosfere gölge düşürmüş.

Kulise giden yollardaki perdelerin kahverengi olması (her zaman siyahtır), dekora bir renk uyumu katmış. Üzerlerinin neden yazılı olduğunu anlayamadım. Oyun boyunca mektup yazılıyor acaba o yüzden mi? Kahverengi oldukları için ben de parşömen çağrışımı da yaptı. (Yerler de aynı şekildeydi) Tabii oyunun adından mütevellit, fonun yıldızlarla doldurulması şaşırtıcı değil. Arada bir “flaş”lanmaları da,“biz buradayız” deyip, kendilerini hatırlatmalarına ve seyircinin konudan uzaklaşmamasına yardımcı olmuş. (Dekor: Şirin Dağtekin Yenen)

Kostümler tıpkı karakterler gibi renkli ve dönemi anlatmada birer etken. Azrail’in kostümü klasik. Feriha’nın siyah kostümünü halet-i ruhiyesi ile örtüştüremedim. (Kostüm: Medine Yavuz) Işık tasarımı oyunda en beğendiğim öğe. Feriha’nın gizemi, ışıklandırma sayesinde “silüet” olarak belirmiş. Yani gizem son ana kadar devam etmiş. Enver Başar, besteci Murat Kodallı ile ortak bir çalışma içerisine girmiş. Bu ibareyi, ışığın, müziğin ritmine göre ayarlanmasından ötürü yazıyorum. Son olarak, kuyruklu yıldızın geldiği sahne de ışığın seyirciyi aydınlatarak geçmesini isterdim.

Koreografi unsurunu daha önce değerlendirmiştim falat birkaç şey daha var.  Yunanlı karakter için “sirtaki”, Bakkal karakteri için de (şivesinden dolayı Egeli olduğunu sanıyorum) “zeybek” unutulmamış. Efektler başarı ama çocuk ağladığında efekt yok. Biz de duysak iyi olurdu. Oyunculuklar çok başarılı (özellikle Şamil Kafkas), sesler idare eder. Başlıkta da yazdığım gibi “keyifli” bir oyun. Çok güzel zaman geçirdim, “bol bol güldüm” (ilk paragrafı hatırlayın) ve mutlu ayrıldım. Tavsiye ederim. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…

Kadro: Şamil Kafkas, İsmail İncekara, Sevinç Niş, Lale Ertiş Gençtürk, Filiz Kılıç, Ahenk Demir, Selda Özler Taşdemir, Merve Ünal, Dilek Demir, Rabia Kaya, Fatma İnan, Çiçek Üstün, Demet Genç, Cenk Dinçsoy, Nihat Keleş, Kerem Kurt, Eren Pekgöz ve  Direnç Dedeoğlu.


Not: Oyun 2 saat 15 dakika / 2 perdedir.
Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr




EGE KÜÇÜKKİPER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder