BEN
SİNEMA ARTİSTİ OLMAK İSTİYORUM
Ben Sinema Artisti Olmak
İstiyorum, Neil Simon’ın 1980 yılında yazdığı, 1982'de beyazperdeye uyarlanan ve dört yıldır İBB Şehir
Tiyatroları’nın repertuarını süsleyen bir oyun. Orijinal adı “ I Ought to be in
Pictures.” Türkçe’ye neden bu şekilde tercüme edildiğini bilmiyorum fakat
çeviri adının, metnin içeriğine uygun olduğunu söyleyebilirim. (Çeviri: Bilge
Koloğlu) Yazarın, “Aklımdaki Kadınlar” (Jake’s Woman), “Aşka 103 Adım” (Barefoot
in the Park) ve “Müziksiz Evin Konukları” (Lost in Yorkes) adlı eserleri de Ankara
Devlet Tiyatrosu ve Tiyatrokare’de oynanmakta. Bu oyunların Türkçe’ye çevirileri
de “ne ilgisi var?” dedirtecek türden. Diğer yazılarımda çeviri üzerinde pek
durmam ama böyle bir tutumun “moda” olmasını da istemem.
Burada ufak bir bölüm açıp, biraz
önce bahsettiğim diğer Neil Simon imzalı eserlerin tarafımdan yazılan
eleştirilerini eklemek istiyorum. Aynı yazarın her oyunu için “yazar tanıtımı”
yapmayı doğru bulmuyorum. Yani bu kısım bir nevi “meraklısına”…
Müziksiz
Evin Konukları (Tiyatrokare): http://egekucukkiper.blogspot.com.tr/2013/12/neil-simondan-pulitzer-odullu-bir.html
Aşka 103
Adım (Tiyatrokare): http://egekucukkiper.blogspot.com.tr/2013/09/mutluluga-ulasmann-yolu-aska-103-adm.html
Aklımdaki
Kadınlar (Ankara DT): http://egekucukkiper.blogspot.com.tr/2013/10/dusuncelerimizin-vazgecilmezleri.html
Meraklılar okumaya devam etsin :)
Oyun, sinema artisti olmak
isteyen ve babasını on altı yıldır görmeyen bir genç kız ile Hollywood’da
senaryo yazarı olan bir babanın kimi zaman kopuk kimi zaman sarmal öyküsünü
anlatıyor. Bu öyküyü anlatırken de hayallere, amaçlara ve ideallere ulaşmanın
yolunun “sabır”dan geçtiğini vurguluyor. Sabrın vurgusunun yanına azim, istek
ve çalışkanlığı da katarak yolculuğa çıkılması gerektiğinin altını çiziyor.
Tecrübenin kişiye birçok konuda yardımcı olacağını ve olaylara daha doğru
baktıracağını, “tecrübe ettirerek” gözler önüne seriyor. Buradan hareketle karakter
bazında değerlendirirsek;
Herbert Tucker (baba) “babalık”,
Libby Tucker (kız) ise “hayat” kavramını
tecrübe ederek doğruyu bulmaya çalışıyor. Fakat bulunmaya çalışılan doğru, “deneme-yanılma”
yoluyla kendini gösteriyor. Bu yöntemin yüzde yüz doğruyu vereceğini
düşünmüyorum. Bir toplumun herhangi bir
doğruyu, bu yolla tecrübe etmemesi gerektiği kanaatindeyim. Hata bir kez
yapılmalı ve tecrübenin ölçütü bu olmalı. (Bence) Herbert Tucker’ın kız
arkadaşı Steffy’yi, “arabulucu” bir karakter olarak gördüm. Sanki baba ile kızı
arasındaki çatışmaları dizginleyen, onların birbirine biraz daha yakınlaşmalarını
sağlayan denge unsuru gibi. Böyle durumlarda olan arada kalana olur. İki zıt
yönden gelen şey, aradakini ezer ve geçer. Fakat Neil Simon bu oyununda pek de
ümitsiz değil…
Ben sinema bölümü son sınıf
öğrencisiyim. Öyle olmama rağmen oyunu dört yıl beklettim. Belki ben de alanımda
tecrübe sahibi olmak istedim. Oyun her ne kadar tiyatro eseri olsa da, sinemaya
dair birçok şeyi içerisinde barındırıyor. Neil Simon’ın kendi çok yönlülüğünü
aktardığı bir eser olarak tanımlamak yanlış olmaz. Sessiz sinemadan başlayarak,
sinemanın gelişimini, sorunlarını ve bunun insandaki yansımalarını naif bir
dille anlatan oyun, hayatı bir film şeridine benzeterek, aslında herkesin bu
dünyada bir oyuncu olduğunun ipucunu veriyor.
Psikoterapist Yusuf
Baylan şöyle demiş: "Herkes bir ilişkiye insani ihtiyaçlarını
gidermek için girer ancak bu ihtiyaçların giderilmesi karşı tarafın elindedir.
Dolayısıyla bir ilişkinin doyum vericiliğini belirleyen şey, tarafların karşı
tarafın ihtiyacını ne oranda giderdikleridir." Bu söylemler oyunu
en iyi ifade eden ve seyircinin kendine göre bir pay çıkarması gereken
cümleler. Oyun, konusuyla, rejisiyle, oyuncularıyla, sahne, kostüm ve ışık
tasarımıyla hatta müzikleriyle benim (seyircinin) ihtiyacımı ne derece
giderebildi? Ben oyundan sonra bunu düşündüm ve yazımı bu doğrultuda yazdım.
Metin ile ilintili kısım yukarıda beğeninize sunuldu. Sıra teknik unsurlarda...
Bora Seçkin’in rejisi metnin
getirileri üzerine kurulu. “Sinema” teriminden ilham alınarak yaratılan
beyazperde ve o perdeye yansıtılan fotoğraflar, yazarın film şeridi düşüncesine
uyum sağlamış. Fakat metin sessiz sinemadan günümüz sinemasına (1980) doğru
ilerliyor. Başlangıçta fotoğraf olarak şekillenen görüntülerin daha sonra sadece
renklenmesinin haricinde hareketli birer görüntüye dönüşmesini beklerdim. Final
için tasarlanan yaşananları bir “oyun” haline getirme fikrini hesaba katarsam,
bu isteğimin pek de yersiz olmadığını ifade edebilirim. “Meyve” sepeti, sabır
ve isteğin, nihayet meyvesini verdiğini simgeleyerek oyunun en anlamlı metaforu
olarak yerini almış.
Dediğim gibi buram buram reji
kokan bir oyunla karşılaşmadım. Seçkin’in rejisi, sinemasal ve tiyatral öğelerin
birarada harmanlandığı, bu harmanın bazen kendi içinde çıkmaza girdiği ve bütünlük
kurma ihtiyacının hissedildiği bir oyun olmuş. Rejisörün yönettiği diğer
oyunlara baktım da hemen hemen hepsini farklı kurumlarda yönetmiş. Ben Sinema
Artisti Olmak İstiyorum, Bora Seçkin’in, bağlı bulunduğu kurumda (İBBŞT)
yönettiği üçüncü oyun. (Diğer ikisi “Can Ateşinde Kanatlar” ve “Trendeki Derviş”)
‘Klan’laşmanın boyutlarını görmek beni ürkütüyor!
Ayhan Doğan’ın sahne tasarımı ilk
bakışta sinemaya, oyun döngüsü içerisinde ise tiyatroya hizmet etmiş. Dekorda
kullanılan nesneler, olayın geçtiği yerin, evin bir bölümü olduğunu betimlese
de daha çok “stüdyo” havası yaratmış. (Film çekiyorlarmış da ara vermişler gibi)
Bir film şeridinde olan ses ve görüntü kısımları, kameranın içinde
dönüyormuşcasına (eski kameralar öyle idi) karşıya konumlandırılmış. Filmsel
öğeler aynı zamanda objektife takılan güneşlik izlenimi vermiş. Güneş ve portakal
ağacı ümitlerin yeşereceğine dair göz kırparken, oturmak için yastık tercih
edilmesi yazlık sinema ruhunu canlandırmış. Tasarım amaç dışı kullanılmasa da “kaba”
bir görünüm sunmuş.
Aksesuarlarda başarıyı yakalayan
peruklar, dönemin sinema aktrislerine atıfta bulunurken, bir “kulis” atmosferi oluşturmuş.
Renk seçimleri metal/soğuk nesnelerin (kamera,ışık vb.) durumuna uygun olarak
soluktan yana olmuş. Libby Tucker’ın hayallerini taşıdığı bavulun daha büyük
olmasını dilerdim. Bu haliyle hayalin inandırıcılığı biraz sönmüş. Zaman
geçişleri dekorun boyalı, ışığın ve kostümün farklı oluşuyla sembolize edilmiş. (Aksesuar: Mustafa Küçücük)
Kostümler Nihal Kaplangı’nın
elinden çıkmış. İspanyol paçalar döneme ayna tutarken, karakterler arasındaki yaş
farkı tasarımlarla gözetilmiş. Libby ve Steffy’nin renkli kostümleri ruhsal
durumlarına göre ayarlanmış. Ayrıca Libby’nin çocuksu hali giyimine yansımış.
Herbert, klasik kombini ile tipik bir babayı çağrıştırmış. Kızıyla arası
düzeldikten sonra hayatına bir renk geldiği kostümleriyle özetlenmiş. Bu arada
hem bu bölümle hem de reji ile ilgili bir sitemim var: Herbert’ın kostüm
değiştirmek için sürekli içeri gidip gelmesi konsantirasyon eksikliğine neden
olmuş. Bu kadar değişikliğine ne gerek var? En ufak bir şey için içeri
gitmesinin mantığı ne? Tempo yaratmak mı?
Kemal Yiğitcan’ın ışık tasarımı
oldukça başarılı. Dekorla ilintili birtakım düzenlemeler doğal yoldan ışığa
emanet edilmiş. (Pencerenin perdesi kapandığında ışığın kararması, film ve dizi
çekimlerinde kullanılan ayaklı ışıkların, filtreleme yöntemiyle zamanı
belirlemesi) Duvarların boyalı halinin ışık öğesiyle desteklenmesi, “film
hilesi”ne katkıda bulunmuş. Dramatik mizansenlerin ağır bastığı sahnelerde
karartma yoluna gidilmiş. Pencere, sinema salonlarındaki film odası biçiminde
düşünülerek, ışığı yoğun kılmış. “Ödül
alma” sahnesinde özel ışık es geçilmiş. (Star ışığı verilebilirdi) Baba ile
kızın birbirini sorguladıkları sahne için de aynı şeyi söyleyebilirim.
Başlangıç müziği, sessiz filmleri
andırmış. (Oyun başlamadan girilen “jenerik” misali) Radyo ile dışsaldan içsele
giden bir ritm yakalanmış. Romantik ve neşeli sahnelerde yine radyodan yardım
alınarak, sahnenin durumuna göre şarkılar seçilmiş. Müziğin, bu oyunda bir
ağırlığı yok. Yani sinemasal düzlemi yetersiz. Hem sessiz film hem de sesli
film dönemlerinde, bir filmin bütünlüğünü sağlayan yegane unsur müziktir. Müzik, boşu “dolu”, etkisizi “etkili” hale getirir. Unutmamalı...
Erhan Yazıcıoğlu’nu
izlerken, dört yıldır bu oyunu oynamaktan son derece sıkılmış bir profil
çizdiğini gördüm. Hatta seçim döneminde dışarıdan gelen seslere ve salonda cep
telefonu ile oynayan kıza takılarak, göndermelerde bulunmasını, sıkılmışlığına
yordum. Bestem Türen’in sesi çok yetersizdi. Dışarıdaki gürültüyü bastırmaya
yetmedi. Derya Çetinel oyunun kurtarıcısı idi. Gençlerin enerjisi bir başka
oluyor. Oyunu dört sene inatla beklettim. Dört yılın sonunda gitme kararı aldım
ve ilk hatamı yaptım. Hatamı deneme-yanılma yoluyla yapmadığım için mutluyum.
Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…
Not: Oyun 1 saat 30 dakika / 2 perdedir.
Ayrıntılı bilgi için: http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Program.aspx?ID=26
Kaynak: Oyun broşürü
EGE KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder