16 Nisan 2014 Çarşamba

Dostluğun Vefasız Öyküsü: “Nice Yıllara” (İstanbul DT)




NİCE YILLARA

Çok önemli eserlerde başrol oynamış ama özel yaşamında figüran kalmış bir kadının öyküsü...

Tuncay Özinel’in yazdığı ya da oynadığı herhangi bir oyunu şimdiye kadar izlemedim. Açıkçası bu oyunun, Devlet Tiyatrosu’nun sitesinde belirtilen konusu da beni çekmedi. Oyunu, Defne Yalnız’ı sahnede seyredebilmek adına tercih ettim. Defne Yalnız, Cüneyt Gökçer’in Devlet Tiyatrosu’nun başında bulunduğu yıllarda, kendisine yirmi yıl (1975-95) uzaklaştırma cezası verdiği için kızgın. Aslında kırgın demek daha doğru olur. “Eğer cezalı olmasaydım yirmi farklı oyunda oynayabilirdim.” Demesi bana biraz daha naif bir sitem olarak geldi. Bir Delinin Hatıra Defteri adlı oyun için kuyrukta bilet beklerken, sıradaki diğer insanlarla sohbet etme imkanım oldu. Yaşlı bir amca, Defne Yalnız’ın biraz hasta olduğunu, belki oyunun bir sonraki sezona devam edemeyeceğini söyledi. Ne kadar doğru bilemiyorum fakat Bey amca, bu cümlelerin sahibi olarak Defne Yalnız’ı gösterdi.  İtiraf etmek gerekirse, sırf bu yüzden oyunu dolu bir günüme sıkıştırıp, Beyoğlu’nun yolunu tuttum. İzleme fırsatı bulamasaydım üzülürdüm…

Oyuna geçmeden evvel Tuncay Özinel’den biraz bahsedelim. 1942’de İstanbul’da doğdu. 1961’de Dormen Tiyatrosu’nda, Ulvi Uraz’ın himayesinde ve Haldun Dormen yönetimindeki Cep Tiyatrosu’nda çalışmaya başladı. 1966’da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’ne girdi. 1971’de profesyonel oyunculuğa adım atarak Üsküdar Oyuncuları’na, Ergun Köknar ve Suna Pekuysal’a katıldı. 1972’de Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu’na girerek beş yıl çalıştı. 1975’de Deneme Sahnesi’ni kurdu. 1977’den itibaren bir buçuk yıl kadar Hadi Çaman ile show yaptı. 1978’de Halit Akçatepe ile birlikte İğneli Fıçı Kabare Tiyatrosu’nu kurdu. Daha sonra 1980’de Çevre Tiyatrosu’nda oyuncu olarak görev yapmasının ardından kendi adını taşıyan tiyatrosunu açtı. Sinema filmlerinde rol aldı. 2002’de “Tek Kişilik Aile” adında bir kitap yazdı. 23 Kasım 2013’de zatürree nedeniyle yaşama veda etti.

“Nice Yıllara” çok katmanlı bir oyun. Birçok konu ve konuğu birarada barındırıyor. Özünde yalnız bir tiyatro sanatçısının, doğum günü gecesi yaşadıklarını anlatsa da, derinde iğne ile çuvaldız meselesini ortaya koyuyor. Oyun tek kişilik. Tuncay Özinel, rolü Defne Yalnız’ın oynamasını Göksel Kortay’a vasiyet etmiş. Yani Göksel Kortay’a da bir nevi “yönet” demiş. Oyunu izlerken, Tuncay Özinel’in bu rolü neden Defne Yalnız’ı düşünerek yazdığını bulmaya çalıştım. Oyunun tek karakteri olan Zerrin Karaman’ın, oynadığı ve oynamak istediği rolleri sahnede canlandırmasını baz alarak, yazarın isteminin nedenlerinden birini buldum. Dostlarının vefasızlıklarını da bir başka neden olarak saydım. Sanki her iki neden de Cüneyt Gökçer’in kapısını çalıyor gibi…  

Oyuncu seçiminin bu yolla oluşturulduğu benim düşüncem. Peki ya yazar? Tuncay Bey sırf Defne Hanım’ın ya da Defne Hanım gibi olanların (kötü anlamda söylemiyorum) serzenişlerini dile getirmek amacıyla mı böyle bir oyun yazdı? Şimdi yazacaklarım yine benim fikirlerim. Fikirlerimi kendime saklamayacağım. Bence, Zerrin Karaman’ın başına gelenler, geri planda kalmalar, hak ettiği yeri bulamamalar vb. konularda Tuncay Bey kendini gördü. Ve bir sanat adamına yakışanı yaparak, bağırıp çağırmak yerine, kalemini kullanarak sitemini oyun formuna dönüştürdü. Böylece daha büyük bir kitleye ulaşarak, amacı doğrultusunda bir işe imza attı. Levent Kırca’ya da aynısını tavsiye ederim…

Sanat dünyasının vefasızlığını anlatan oyun, dostluk üzerinden, kimi meslek gruplarına atıfta bulunuyor. Bunlardan biri “jüri üyeliği.” Günümüzde bir meslek grubu olarak anılmaya başlanan jürilerin “kurbanı” Zerrin Karaman, aldığı ödüller neticesinde hak ve adalet kavramlarına anlamlarında yoğunlaşıyor. “Yardımcı” oyuncu diye bir kategorinin olmasından dem vuruyor. Oyunu tam da ödül mevsimi olan Nisan ayında izleyince daha bir manidar buldum. Her jüri üyesi, görevini hakkıyla yerine getirebilmek için bu oyunu mutlaka izlemeli. Biraz amiyane bir tabir olacak ama belki “dank eder.” Belki tiyatro sanatı içerisinde vurgulandığından ötürü, jüri üyeleri de kendinden bir şeyler bulup, vicdanını sorgular…

Bir diğer meslek grubu “eleştirmenlik.” Kendimi hiçbir zaman eleştirmen olarak tanımlamadım ama yazdığım yazı bir (nacizane) eleştiri yazısı olduğu için iğneyi kendime batırmayı bir vazife bildim. Özinel, burada da tıpkı jürinin haksız tutumu gibi, eleştirmenlerin objektiflik yönünü hatırlatıp, yazılarını bu doğrultuda yazmaları gerektiğinin altını çizmiş. Toplumun “aksak” mesleklerini bir araya toplayıp, olan biteni ve olması gerekeni eski bir tiyatro oyuncusunun gözünden sunmuş. Her iki meslekte Zerrin Karaman’ın evine gelen, onu terk etmiş dostları (!) yoluyla metinde yer edinmiş.

Bunlara ek olarak dünyanın en zor mesleklerinden biri olan “oyunculuk” da eserin önemli bir bölümünde durmuş. Oyuncular arasındaki rekabet, hırs, iyi olma çabası ve iki yüzlülük acı bir şekilde dile getirilmiş. “Sanatçı” kavramı irdelenerek, bu kavrama herkesin ulaşamayacağı kanıtlanmış. Oyunculuğun bir “görev” olmadığı üzerinde durularak, oyuncunun hiçbir zaman işlevini yitirmeyeceği vurgulanmış. Her oyuncunun sahnede ölme arzusuna geçerli bir hak tanınmış. İster geçmişte ister günümüzde olsun değişmeyen ve en çok istenilen şeyin şan, şöhret, para olduğu aktarılırken, esas zenginliğin “dost biriktirmek”ten geçtiği gözler önüne serilmiş. Biriktiremeyenlerin ise dost olarak alkolü seçtiğini üzücü bir bildirmiş.    

Oyunu izledikten sonra dostluğun iki türlü boyutunun anlatıldığını keşfettim. Boyuttan kastım zıtlığın egemen hali idi. Birinci halini yukarıda açıkladım. Sizinle aynı işi yapan ya da yapmayan kişilerin size karşı olan tavırları. İkinci hali ise, karşınızdaki kişilerin tavırlarının oluşmasında sizin ne derece rolünüzün olduğu. Zerrin Karaman her iki halden de vurgun yemiş lakin bana öyle geliyor ki ikinci kısım vurgunun şiddetini arttırmış. Şöhretli ve paralı iken herkese tepeden bakan, kaprisinden geçilmeyen, dedikodu yaparak arkadaşlarının ayağını kaydırmaya uğraşan birinin, altmış küsür yaşında, tam da tersi bir vaziyete gelmişken yalnız kalmasında bir tuhaflık sezemedim. Yazarı kutlarım. Kendi adına bir özeleştiri yapmış. Bu zamanda zor…

Zerrin Karaman’ın “Ben paralı ve şöhretli biriyken de yoksuldum. Çünkü dostum yoktu.” cümlesinin her şeyi açıkladığı kanaatindeyim. Hep oyuncudan bahsettik. Biraz da aynayı kendimize çevirip, seyircinin vefasızlığından söz edelim. Şöyle diyor Karaman: “Seyirci nerede?” Yaşım itibariyle, bu soru bana pek hitap etmedi ama genel pencereden bakarsak haklılık payı var. Eski seyirci değişmiş olabilir ama tiyatroya rağbet göstermediğini düşünmüyorum. Salonlar tıklım tıklım. Yalnız şu bir gerçek ki eski seyirciler, “eskittiği” oyuncularına sahip çıkmıyor. Laf eskilerden açılmışken, o dönemin tiyatrosuna uzanmak gerekiyor. O zamanlar “patron”da sahneye çıkarmış. (Aklıma ilk Haldun Dormen geldi) Yokluğu siz düşünün…   

Karaman’ın konuklarından biri de gazeteci. Metin, bu yolla “etik” kavramına değinmiş. Gazetelerde performansın, oyunculuğun ve adın bir önemin kalmamasından şikaye ederek, 70’li yılların modası olan çıplaklığın, kadını cinsel bir obje olarak gösterip, seyirci çekmesinin etiğe sığmadığını savunmuş. Bu yola girmeyen sanatçılarında, pek yakında unutulmaya mahkum olacaklarını duyurmuş. “Tiyatro” teriminin anlamının değersizleştirilip, her şeye tiyatro denmesinden yaka silkmiş. (Hala denmiyor mu?) Oyun, finalinde “değer” konusuna kafa yormamızı istemiş. Bunu isterken, “sanatçının kaderi” hakkında ipucu vererek, Zerrin Karaman’a şu sözleri sarfettirmiş: “Oyuncu, bir Romalı’ya benzer. Çünkü bir Romalı asla teslim olmaz. Kendini yok eder.”

Rejisör, Göksel Kortay, çoğu şeyi Defne Yalnız’ın eline bırakmış. En azından ben de öyle bir izlenim bıraktı. Sahne, kostüm ve ışık tasarımcıları ile birlikte uyumlu bir çalışma var. Bu sefer sırayı değiştirip, önce müzik öğesini değerlendirmek istiyorum. Müzik içsel olarak kullanılmış. Radyo yoluyla seyirciye ulaşan müzik, Defne Yalnız’ın gençliğinde seslendirdiği şarkılardan oluşmuş. Yalnız, bazen de sahne de canlı olarak çeşitli tiyatro eserlerinin (Lüküs Hayat, Keşanlı Ali) şarkılarını okumuş. Geçmişi ile bugünü arasında gidip gelen bir tiyatro sanatçısı için bundan daha iyi bir seçim yapılamazdı. Kimin fikri olduğu konusunda bir bilgim yok fakat rejisör – oyuncu birlikteliğinin bir sonucu olduğunu düşünüyorum.

Dekor ve kostüm tasarımı, yazarın “oyun içinde oyun” kurgusunda açıkladığı üzre tasvir edilmiş. Her iki tasarımın da yaratıcısı Medina Yavuz Almaç. Duvardaki oyun afişleri, metni desteklemiş. Defne Yalnız’ın, Zerrin Karaman ile oyunsal bağlamda ortak noktası: “Sarı Naciye.” Eşyaların bir takım halinde değil de tek tek, ayrı biçimleri, karakterin yalnızlığına katkıda bulunmuş. Ödüller, peruklar, tiyatro sanatının simgeleri olan gülen ve ağlayan surat, evin bir tiyatro sanatçısına ait olduğunu ilan etmiş. Karşıdaki yalı ve deniz manzarası, metinde geçen isteğe göz kırpmış. Dekor hem kulis, hem oturma odası hem de yatak odası atmosferi yaratmayı başarmış. Defne Hanım’ın gençlik fotoğraflarının duvarları süslemesi inandırıcılığı geçerli kılmış.

Yazar, kostümler için şöyle demiş: “Gençliğini arayan cinsten.” Ben, kostümlerin verdiği gençlik havasından çok, canlı oluşlarını sevdim. Her iki elbise de yaşadıklarına rağmen hala dimdik ayakta durmaya çalışan bir kadının yaşam enerjisini andırmış. Işık tasarımı Önder Ay imzalı. Hüznün hakim olduğu sahnelerde karartılan ışık, şarkıların söylendiği an da özel bir ayarlamaya ihtiyaç duymamış. (Ama ilk sahne de yapılmış. Bu da belirleyici olmuş) Dekordan yardım alınarak, doğal bir düzenekle aydınlanma gerçekleştirilmiş. Duvardaki fotoğraflara hiç dikkat edilmemiş. Fazla patlıyor! Bu arada pencerenin karanlık olması zamanın gece olduğunu kararını verdirmiş.


Telefon için ayrı bir paragraf açmanın iyi olduğunu sanıyorum. Telsiz telefon oyundaki tek modern nesne. Öneminin ortaya çıkarılması adına kabak gibi tam ortaya konumlandırılmadığı için memnunun. Olması gereken yerde, olması gerektiği gibi durmuş. Işık burada, karakter ile karakterin kendini en yakın hissettiği nesne arasında ince bir çizgi çizmiş. Ona giden yol misali. Fakat rengini beğenmedim. Beyaz yerine gri olmalı(ydı). Arada kalmışlık ve insani duyguların karmaşası bu yolla simgelenebilirdi. Bunu Zerrin Karaman’ın şu sözlerine dayanarak söylüyorum: “Oynadığım her rolde kendi duygularımı buldum.”  Madem öyle oynadığı oyunları/rolleri de yazalım: “Medea”, “Sarı Naciye”, “Sarah”, “Macbeth” (Lady Macbeth) ve “Hırçın Kız.” Hep oynamak istediği rol ise “Sonya”. (Vanya Dayı) Bir düşünün…

Alkış mizanseninin, rejisör tarafından seyirciye uyarlanması hoşuma gitti. Keşke efekt olmasaydı. Afiş tasarımını ilk gördüğümde “aykırı” dedim. Konsept üzerinde pek akıl yürütülmemiş. Oyunun uzun yıllar devam etmesini diliyorum. Çünkü Zerrin Karaman’ın bize anlatacağı şeyler var!

Defne Yalnız oyunun yıldızı. Oyunculuğunu değerlendirmek bana düşmez ama çok çok çok iyi diye haykırarak içimi dökmem gerekiyor. Hani derler ya "cuk" oturmuş diye. İşte öyle. Ses ve beden dili kullanımı ustaca. Sahneyi dolduran gerçek bir sanatkar. Rolü içine sindirdiği belli. Yazının bir yerinde ödül alma mevzusu ile ilgili söylediklerimi düşündüm de, Afife'nin ve diğer ödül kurumlarının önümüzdeki yıl Defne Hanım'ı aday gösterip, göstermeyeceği konusunda çelişkiye düştüm. 2012'de "Kadın Sığınağı" adlı oyunla En İyi 'YARDIMCI' Kadın oyuncu kategorisinde Afife'de adaylık almış. Zerrin Karaman çok kızacak! Jüri 1 Mart'a kadar oyun izliyormuş ve bir oyunun o tarihe kadar en az on beş kez sahnelemiş olması gerekmekteymiş. Bu oyun da Mart başı gibi başladı ama bu sene treni kaçırdı. Kısmet önümüzdeki yıla. Tabi yaşarsa...
 
Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. NİCE YILLARA…

Tuncay Özinel'in anısına...

Not: Oyun 1 saat 45 dakika / 2 perdedir.
Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

Kaynaklar

Vikipedi
Devlet Tiyatroları Belgeliği
Halk


EGE KÜÇÜKKİPER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder