NİCE
YILLARA
Çok önemli eserlerde başrol oynamış ama özel yaşamında figüran kalmış bir kadının öyküsü...
Çok önemli eserlerde başrol oynamış ama özel yaşamında figüran kalmış bir kadının öyküsü...
Tuncay Özinel’in yazdığı ya da
oynadığı herhangi bir oyunu şimdiye kadar izlemedim. Açıkçası bu oyunun, Devlet
Tiyatrosu’nun sitesinde belirtilen konusu da beni çekmedi. Oyunu, Defne Yalnız’ı
sahnede seyredebilmek adına tercih ettim. Defne Yalnız, Cüneyt Gökçer’in Devlet
Tiyatrosu’nun başında bulunduğu yıllarda, kendisine yirmi yıl (1975-95) uzaklaştırma
cezası verdiği için kızgın. Aslında kırgın demek daha doğru olur. “Eğer cezalı
olmasaydım yirmi farklı oyunda oynayabilirdim.” Demesi bana biraz daha naif bir
sitem olarak geldi. Bir Delinin Hatıra Defteri adlı oyun için kuyrukta bilet
beklerken, sıradaki diğer insanlarla sohbet etme imkanım oldu. Yaşlı bir amca,
Defne Yalnız’ın biraz hasta olduğunu, belki oyunun bir sonraki sezona devam
edemeyeceğini söyledi. Ne kadar doğru bilemiyorum fakat Bey amca, bu cümlelerin
sahibi olarak Defne Yalnız’ı gösterdi. İtiraf
etmek gerekirse, sırf bu yüzden oyunu dolu bir günüme sıkıştırıp, Beyoğlu’nun
yolunu tuttum. İzleme fırsatı bulamasaydım üzülürdüm…
Oyuna geçmeden evvel Tuncay
Özinel’den biraz bahsedelim. 1942’de İstanbul’da doğdu. 1961’de Dormen
Tiyatrosu’nda, Ulvi Uraz’ın himayesinde ve Haldun Dormen yönetimindeki Cep
Tiyatrosu’nda çalışmaya başladı. 1966’da Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’ne girdi.
1971’de profesyonel oyunculuğa adım atarak Üsküdar Oyuncuları’na, Ergun Köknar
ve Suna Pekuysal’a katıldı. 1972’de Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu’na girerek beş yıl
çalıştı. 1975’de Deneme Sahnesi’ni kurdu. 1977’den itibaren bir buçuk yıl kadar
Hadi Çaman ile show yaptı. 1978’de Halit Akçatepe ile birlikte İğneli Fıçı
Kabare Tiyatrosu’nu kurdu. Daha sonra 1980’de Çevre Tiyatrosu’nda oyuncu olarak
görev yapmasının ardından kendi adını taşıyan tiyatrosunu açtı. Sinema filmlerinde
rol aldı. 2002’de “Tek Kişilik Aile” adında bir kitap yazdı. 23 Kasım 2013’de zatürree
nedeniyle yaşama veda etti.
“Nice Yıllara” çok katmanlı bir
oyun. Birçok konu ve konuğu birarada barındırıyor. Özünde yalnız bir tiyatro
sanatçısının, doğum günü gecesi yaşadıklarını anlatsa da, derinde iğne ile çuvaldız
meselesini ortaya koyuyor. Oyun tek kişilik. Tuncay Özinel, rolü Defne Yalnız’ın
oynamasını Göksel Kortay’a vasiyet etmiş. Yani Göksel Kortay’a da bir nevi “yönet”
demiş. Oyunu izlerken, Tuncay Özinel’in bu rolü neden Defne Yalnız’ı düşünerek
yazdığını bulmaya çalıştım. Oyunun tek karakteri olan Zerrin Karaman’ın, oynadığı
ve oynamak istediği rolleri sahnede canlandırmasını baz alarak, yazarın
isteminin nedenlerinden birini buldum. Dostlarının vefasızlıklarını da bir
başka neden olarak saydım. Sanki her iki neden de Cüneyt Gökçer’in kapısını
çalıyor gibi…
Oyuncu seçiminin bu yolla oluşturulduğu
benim düşüncem. Peki ya yazar? Tuncay Bey sırf Defne Hanım’ın ya da Defne Hanım
gibi olanların (kötü anlamda söylemiyorum) serzenişlerini dile getirmek
amacıyla mı böyle bir oyun yazdı? Şimdi yazacaklarım yine benim fikirlerim.
Fikirlerimi kendime saklamayacağım. Bence, Zerrin Karaman’ın başına gelenler,
geri planda kalmalar, hak ettiği yeri bulamamalar vb. konularda Tuncay Bey
kendini gördü. Ve bir sanat adamına yakışanı yaparak, bağırıp çağırmak yerine,
kalemini kullanarak sitemini oyun formuna dönüştürdü. Böylece daha büyük bir
kitleye ulaşarak, amacı doğrultusunda bir işe imza attı. Levent Kırca’ya da
aynısını tavsiye ederim…
Sanat dünyasının vefasızlığını
anlatan oyun, dostluk üzerinden, kimi meslek gruplarına atıfta bulunuyor.
Bunlardan biri “jüri üyeliği.” Günümüzde bir meslek grubu olarak anılmaya başlanan
jürilerin “kurbanı” Zerrin Karaman, aldığı ödüller neticesinde hak ve adalet
kavramlarına anlamlarında yoğunlaşıyor. “Yardımcı” oyuncu diye bir kategorinin
olmasından dem vuruyor. Oyunu tam da ödül mevsimi olan Nisan ayında izleyince
daha bir manidar buldum. Her jüri üyesi, görevini hakkıyla yerine getirebilmek
için bu oyunu mutlaka izlemeli. Biraz amiyane bir tabir olacak ama belki “dank
eder.” Belki tiyatro sanatı içerisinde vurgulandığından ötürü, jüri üyeleri de kendinden
bir şeyler bulup, vicdanını sorgular…
Bir diğer meslek grubu “eleştirmenlik.”
Kendimi hiçbir zaman eleştirmen olarak tanımlamadım ama yazdığım yazı bir (nacizane)
eleştiri yazısı olduğu için iğneyi kendime batırmayı bir vazife bildim. Özinel,
burada da tıpkı jürinin haksız tutumu gibi, eleştirmenlerin objektiflik yönünü
hatırlatıp, yazılarını bu doğrultuda yazmaları gerektiğinin altını çizmiş. Toplumun
“aksak” mesleklerini bir araya toplayıp, olan biteni ve olması gerekeni eski bir
tiyatro oyuncusunun gözünden sunmuş. Her iki meslekte Zerrin Karaman’ın evine
gelen, onu terk etmiş dostları (!) yoluyla metinde yer edinmiş.
Bunlara ek olarak dünyanın en zor
mesleklerinden biri olan “oyunculuk” da eserin önemli bir bölümünde durmuş. Oyuncular
arasındaki rekabet, hırs, iyi olma çabası ve iki yüzlülük acı bir şekilde dile
getirilmiş. “Sanatçı” kavramı irdelenerek, bu kavrama herkesin ulaşamayacağı kanıtlanmış.
Oyunculuğun bir “görev” olmadığı üzerinde durularak, oyuncunun hiçbir zaman
işlevini yitirmeyeceği vurgulanmış. Her oyuncunun sahnede ölme arzusuna geçerli
bir hak tanınmış. İster geçmişte ister günümüzde olsun değişmeyen ve en çok
istenilen şeyin şan, şöhret, para olduğu aktarılırken, esas zenginliğin “dost
biriktirmek”ten geçtiği gözler önüne serilmiş. Biriktiremeyenlerin ise dost
olarak alkolü seçtiğini üzücü bir bildirmiş.
Oyunu izledikten sonra dostluğun
iki türlü boyutunun anlatıldığını keşfettim. Boyuttan kastım zıtlığın egemen
hali idi. Birinci halini yukarıda açıkladım. Sizinle aynı işi yapan ya da
yapmayan kişilerin size karşı olan tavırları. İkinci hali ise, karşınızdaki
kişilerin tavırlarının oluşmasında sizin ne derece rolünüzün olduğu. Zerrin
Karaman her iki halden de vurgun yemiş lakin bana öyle geliyor ki ikinci kısım
vurgunun şiddetini arttırmış. Şöhretli ve paralı iken herkese tepeden bakan,
kaprisinden geçilmeyen, dedikodu yaparak arkadaşlarının ayağını kaydırmaya
uğraşan birinin, altmış küsür yaşında, tam da tersi bir vaziyete gelmişken yalnız
kalmasında bir tuhaflık sezemedim. Yazarı kutlarım. Kendi adına bir özeleştiri
yapmış. Bu zamanda zor…
Zerrin Karaman’ın “Ben paralı ve şöhretli biriyken de
yoksuldum. Çünkü dostum yoktu.” cümlesinin her şeyi açıkladığı
kanaatindeyim. Hep oyuncudan bahsettik. Biraz da aynayı kendimize çevirip,
seyircinin vefasızlığından söz edelim. Şöyle diyor Karaman: “Seyirci nerede?” Yaşım itibariyle, bu
soru bana pek hitap etmedi ama genel pencereden bakarsak haklılık payı var. Eski
seyirci değişmiş olabilir ama tiyatroya rağbet göstermediğini düşünmüyorum.
Salonlar tıklım tıklım. Yalnız şu bir gerçek ki eski seyirciler, “eskittiği”
oyuncularına sahip çıkmıyor. Laf eskilerden açılmışken, o dönemin tiyatrosuna
uzanmak gerekiyor. O zamanlar “patron”da sahneye çıkarmış. (Aklıma ilk Haldun
Dormen geldi) Yokluğu siz düşünün…
Karaman’ın konuklarından biri de
gazeteci. Metin, bu yolla “etik” kavramına değinmiş. Gazetelerde performansın,
oyunculuğun ve adın bir önemin kalmamasından şikaye ederek, 70’li yılların
modası olan çıplaklığın, kadını cinsel bir obje olarak gösterip, seyirci
çekmesinin etiğe sığmadığını savunmuş. Bu yola girmeyen sanatçılarında, pek
yakında unutulmaya mahkum olacaklarını duyurmuş. “Tiyatro” teriminin anlamının
değersizleştirilip, her şeye tiyatro denmesinden yaka silkmiş. (Hala denmiyor
mu?) Oyun, finalinde “değer” konusuna kafa yormamızı istemiş. Bunu isterken, “sanatçının
kaderi” hakkında ipucu vererek, Zerrin Karaman’a şu sözleri sarfettirmiş: “Oyuncu, bir Romalı’ya benzer. Çünkü bir
Romalı asla teslim olmaz. Kendini yok eder.”
Rejisör, Göksel Kortay, çoğu şeyi
Defne Yalnız’ın eline bırakmış. En azından ben de öyle bir izlenim bıraktı.
Sahne, kostüm ve ışık tasarımcıları ile birlikte uyumlu bir çalışma var. Bu
sefer sırayı değiştirip, önce müzik öğesini değerlendirmek istiyorum. Müzik
içsel olarak kullanılmış. Radyo yoluyla seyirciye ulaşan müzik, Defne Yalnız’ın
gençliğinde seslendirdiği şarkılardan oluşmuş. Yalnız, bazen de sahne de canlı
olarak çeşitli tiyatro eserlerinin (Lüküs Hayat, Keşanlı Ali) şarkılarını
okumuş. Geçmişi ile bugünü arasında gidip gelen bir tiyatro sanatçısı için
bundan daha iyi bir seçim yapılamazdı. Kimin fikri olduğu konusunda bir bilgim
yok fakat rejisör – oyuncu birlikteliğinin bir sonucu olduğunu düşünüyorum.
Dekor ve kostüm tasarımı, yazarın
“oyun içinde oyun” kurgusunda açıkladığı üzre tasvir edilmiş. Her iki tasarımın
da yaratıcısı Medina Yavuz Almaç. Duvardaki oyun afişleri, metni desteklemiş.
Defne Yalnız’ın, Zerrin Karaman ile oyunsal bağlamda ortak noktası: “Sarı
Naciye.” Eşyaların bir takım halinde değil de tek tek, ayrı biçimleri,
karakterin yalnızlığına katkıda bulunmuş. Ödüller, peruklar, tiyatro sanatının
simgeleri olan gülen ve ağlayan surat, evin bir tiyatro sanatçısına ait
olduğunu ilan etmiş. Karşıdaki yalı ve deniz manzarası, metinde geçen isteğe
göz kırpmış. Dekor hem kulis, hem oturma odası hem de yatak odası atmosferi
yaratmayı başarmış. Defne Hanım’ın gençlik fotoğraflarının duvarları süslemesi
inandırıcılığı geçerli kılmış.
Yazar, kostümler için şöyle demiş: “Gençliğini arayan cinsten.” Ben,
kostümlerin verdiği gençlik havasından çok, canlı oluşlarını sevdim. Her iki
elbise de yaşadıklarına rağmen hala dimdik ayakta durmaya çalışan bir kadının yaşam
enerjisini andırmış. Işık tasarımı Önder Ay imzalı. Hüznün hakim olduğu
sahnelerde karartılan ışık, şarkıların söylendiği an da özel bir ayarlamaya
ihtiyaç duymamış. (Ama ilk sahne de yapılmış. Bu da belirleyici olmuş) Dekordan
yardım alınarak, doğal bir düzenekle aydınlanma gerçekleştirilmiş. Duvardaki fotoğraflara
hiç dikkat edilmemiş. Fazla patlıyor! Bu arada pencerenin karanlık olması
zamanın gece olduğunu kararını verdirmiş.
Telefon için ayrı bir paragraf
açmanın iyi olduğunu sanıyorum. Telsiz telefon oyundaki tek modern nesne.
Öneminin ortaya çıkarılması adına kabak gibi tam ortaya konumlandırılmadığı
için memnunun. Olması gereken yerde, olması gerektiği gibi durmuş. Işık burada,
karakter ile karakterin kendini en yakın hissettiği nesne arasında ince bir
çizgi çizmiş. Ona giden yol misali. Fakat rengini beğenmedim. Beyaz yerine gri
olmalı(ydı). Arada kalmışlık ve insani duyguların karmaşası bu yolla
simgelenebilirdi. Bunu Zerrin Karaman’ın şu sözlerine dayanarak söylüyorum: “Oynadığım her rolde kendi duygularımı
buldum.” Madem öyle oynadığı oyunları/rolleri
de yazalım: “Medea”, “Sarı Naciye”, “Sarah”, “Macbeth” (Lady Macbeth) ve “Hırçın
Kız.” Hep oynamak istediği rol ise “Sonya”. (Vanya Dayı) Bir düşünün…
Alkış mizanseninin, rejisör tarafından seyirciye uyarlanması hoşuma
gitti. Keşke efekt olmasaydı. Afiş tasarımını ilk gördüğümde “aykırı” dedim.
Konsept üzerinde pek akıl yürütülmemiş. Oyunun uzun yıllar devam etmesini diliyorum. Çünkü Zerrin
Karaman’ın bize anlatacağı şeyler var!
Defne Yalnız oyunun yıldızı. Oyunculuğunu değerlendirmek bana düşmez ama
çok çok çok iyi diye haykırarak içimi dökmem gerekiyor. Hani derler ya
"cuk" oturmuş diye. İşte öyle. Ses ve beden dili kullanımı ustaca. Sahneyi dolduran gerçek bir sanatkar.
Rolü içine sindirdiği belli. Yazının bir yerinde ödül alma mevzusu ile ilgili
söylediklerimi düşündüm de, Afife'nin ve diğer ödül kurumlarının önümüzdeki yıl Defne Hanım'ı aday gösterip,
göstermeyeceği konusunda çelişkiye düştüm. 2012'de "Kadın Sığınağı"
adlı oyunla En İyi 'YARDIMCI' Kadın oyuncu kategorisinde Afife'de adaylık
almış. Zerrin Karaman çok kızacak! Jüri 1 Mart'a kadar oyun izliyormuş ve bir
oyunun o tarihe kadar en az on beş kez sahnelemiş olması gerekmekteymiş. Bu oyun da Mart başı gibi başladı ama
bu sene treni kaçırdı. Kısmet önümüzdeki yıla. Tabi yaşarsa...
Emeği geçen
herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. NİCE YILLARA…
Tuncay Özinel'in anısına...
Not: Oyun 1 saat 45 dakika / 2 perdedir.
Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr
Kaynaklar
Vikipedi
Devlet Tiyatroları Belgeliği
Halk
EGE KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder