17 Nisan 2014 Perşembe

İBBŞT’nın Kabuğunu Kıran Oyun: “Ölü Adamın Cep Telefonu”




ÖLÜ ADAMIN CEP TELEFONU

Sara Ruhl. Evet buradan başlamak gerek. 1974 yılında lllinois’de doğan, Brown Ünivesitesi’nde Paula Vogel’in öğrencisi olan, ilk oyunu “Melankoli Oyunu”nu 2001’de yazan,  “Temiz Ev” adlı oyunuyla 2004’de Susan Smith Blackburn Ödülü’ne layık görülen (2009-10 sezonunda İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenmişti), 2005’de ise “Pulitzer Ödülleri finalisti” olarak yerini alan, “Sanal Meditasyonlar” (2002), “Tutku Oyunları” (2003), “Orlando” (2003), “Geç: Bir Kovboy Şarkısı” (2003), “Eurydice” (2003), “Şehirdeki Demetler” (2006), “Yan Odada-Vibratör Oyunu” (2009), “Sahne Öpücüğü” (2011) ve “Sevgili Elizabeth” (2012) gibi eserlere imzasını atan ve “MacArthur Fellowship’” ve “PEN/Laura Pels International Foundation” burs-ödül sahibi olan Sara Ruhl. Yazarı oldukça etkin buldum. Bu kadar etkin bir yazarın ilk oyununu yirmi yedi yaşında yazmasına ise şaşırdım…

Sara Ruhl “Ölü Adamın Cep Telefonu”nu 2007’de yazmış. Burada durup, oyunun rejisörü ve oyuncusu Arda Aydın’ın sözlerine kulak verelim. Şöyle diyor Aydın: Oyun 2007’de yazılmış, 2008’de ilk kez sahnelenmiş. 2009’da İngiltere'ye gittik. Orada bir kitapçıda bulduk. Kimsenin haberi dahi yoktu biz bulana kadar. Bizim açımızdan şans oldu. Sarah Ruhl meselesinde ve Türkiye’ye girmesinden benim katkım var. Başka insanlar da bulmuş sonradan. 2009’da oyunu bulduk. 2010’da çevrilmişti. Tabi ki çeviri hakları gibi bir şey yok. Kim çevirirse o oynar. Yazar için önemli olan da oyununun çeşitli ülkelerde oynanması. Şu an Genel Sanat Yönetmeni olan Hilmi Zafer Şahin dramaturgdu o zaman. Dramaturji raporunu o yazdı. Repertuar kurulana verdik, geçti ve beklemeye başladık.  

Haklı olarak şu soruyu soruyorum: (Arda Bey’e değil) 2010’da çevirisi tamamlanmış bir eser, aynı yıl repertuar kuruluna verilmesine rağmen neden oynanmak için 2014’ü bekler? Kendi adıma konuşmak gerekirse iyi ki böyle bir bilgiden şimdiye kadar haberim yokmuş. Yoksa beklemekten çıldırırdım. Fakat Arda Aydın, sitemini daha naif ve oyunu özetler bir şekilde aktarmış. Ben gündelik hayatın eğlencelerinden çok hoşlanıyorum. Bu oyun da da bu var.” demiş. Her ne kadar, oyunun dört yıl bekletilmesine kızsam da, konusu itibariyle şimdi sahnelenmesini daha uygun buldum. Yıldan yıla cep telefonları model atlıyor, çeşitleniyor ve daha büyük bir kitleye ulaşıyor. Böyle olunca da oyunun anlamı gitgide güçleniyor. (Şüphesiz 2010’da da kişi üzerinde bir etki yaratırdı)

Oyunu izledikten sonra, önceleri inatla neden Temiz Ev’i izlemekten kaçtığımı sorguladım. İzlemiş ya da metni okumuş olsaydım (rejisör bile İngiltere’den bulmuş) yazarın her iki oyununu düşünüp daha farklı bir yazı yazabilirdim. Lakin ne yazık ki bu düşüncemi gerçekleştiremiyorum. Gerçekleştiremesem de aklımı kurcalayan bazı şeylerden bahsetmek istiyorum. Sara Ruhl, Temiz Ev’i yazarken, bir davetten esinlendiğini belirtmiş. O davette tanıştığı bir doktor, tam da karakterin giriş tiradındaki cümlelerle karşısına çıkınca konu başka yerlere kaymış. Hal böyle olunca merakım arttı. Acaba Ölü Adamın Cep Telefonu’nu yazarken de, ilk sahneyi birebir yaşamış mıdır diye düşünmeden edemedim. Sözün özü yazarı tanımış olmaktan son derece memnunum. En büyük alkışı da Arda Aydın’ın hak ettiğinden eminim.    

Oyun, adı üstünde bir “cep” telefonunun kişilerin yaşamlarında telafisi pek de mümkün olmayan büyük olumsuz sonuçlar doğurabileceğini hatta hayati önem taşıyabileceğini anlatıyor. Küçücük şeylerin hafife alınmaması gerektiğini ve beklenenden daha büyük etkiler yaratabileceklerini vurgularken, meseleye ölü bir adamdan yola çıkıyor. Aynı zamanda cep telefonunun “haz aldırıcı” yönünü de ortaya koyarak, istem dışı hayatına giren bir ürünün vazgeçilmez oluşunu kanıtlıyor. Nesne cep telefonu olunca, konu bir kişiyi değil tüm insanlığı ilgilendiriyor. Yani özelden genele giden bir tutum söz konusu. Rejisörün deyimi ile: “Günümüz insanının teknoloji içinde kaybolmuşluğu üzerine bir oyun.” Ölü Adamın Cep Telefonu.

Bazen tanıdığınız ya da tanımadığınız kişilerin cep telefonları çaldığında, eğer kişi telefonunu açmıyor veya açamıyorsa siz açmak istersiniz. (Ben defalarca yaptım) Çünkü sesi son derece itici ve dikkat dağıtıcıdır. Oyunun çıkış noktası da bu. Bu noktayı iki nokta üst üste deyip açarsak : “Jean adındaki genç bir kızın, ölü adamın durmaksızın çalan cep telefonundan rahatsız olup açması sonucu gelişen olaylar.” Şeklinde açıklayabiliriz. Şunu da ifade etmekte yarar var, o telefon Jean’in ilk cep telefonu. Yazar, Jean’in yaşantısını cep telefonundan önce ve cep telefonundan sonra diye net bir şekilde ayırmamış. Daha çok ikinci kısma yönelmiş. Fakat ilerleyen bölümlerde, geçmişe dair bazı ipuçları vererek, durumu aydınlatmış.

Karakter bazında değerlendirirsek; ölü adamın kardeşi olan Dwight’ın zavallılığını, annesi Bayan Gottlieb’in tuhaflıklarını, karısı Hermeia’nın doyumsuzluğunu ve sevgilisi Carlotta’nın ajan ruhlu halini, cep telefonu kullanmalarına yordum. Bu karakterlerin ellerinde kendilerine ait cep telefonları yok (Carlotta hariç) fakat arandıklarında karşı tarafa yanıt veren sesleri var. Bu da cep telefonu kullandıklarını gösterir. Bakıldığında içlerinde en normali ölü adam Gordon olarak gözükse de yaptığı işi hesaba katarsak, kendini kurtarma çabasında gibi. Kontrol mekanizmasının kişinin değil telefonun elinde olduğunu ve bu telefonun her yerden (öbür taraftan bile) çekebileceğini dillendiren oyunun metni oldukça kuvvetli.     

Oyunu detaylı bir biçimde anlatmayacağım. Çünkü Sara Ruhl’un kurgusu alışılmışın dışında ve sürprizlerle dolu. Bu sürprizleri bozmak istemem. Sadece perdelerin birbirinden çok farklı olduğunu ve aralarındaki bağlamların ustaca yerleştirildiğini söyleyebilirim. Metni biraz sert bulduğumu da eklemeliyim. Oyun, bende DOT oyunlarının vuruculuğu ile Pinter oyunlarının karmaşasını çağrıştırdı. (Hiçbir ilgisi de olmayabilir) Organ naklini, “cep telefonu kullanmaya devam edersen senin sonunda bu olacak. Yavaş yavaş öleceksin”. Mantığıyla algıladım. İlk perdede yenen sığır etini ise organ nakli için verilen bir tür uyarı olarak sezdim. (Vejetaryen Jean'in, telefon bağımlısı olduktan sonra et yemesi durumlar arası iyi bir bağdaşım) Ölen adamın ağzından dökülen konuşmaları da “yer” kavramının önemsizliğine işaret saydım.

Şehir Tiyatroları’nın böyle bir oyuna ve yazara ihtiyacı olduğu açık. Yıllardır repertuarını süslemeye çalışan oyunların yetersizliği ortada. Ölü Adamın Cep Telefonu, modern ve dinamik bir oyun. İlk defa bir yazımın başlığını oyunu izlerken kararlaştırdım. Arda Aydın, kurumun kabuğunu kırmayı sağlayan bir isim. Umarım bu tarz oyunları daha çok seyretme imkanı yaratılır. (Dört sene de bir olsa da..) Buraya kadar bir sorun yok ama bir itirafım var. Seyircinin Sara Ruhl’a alışık olduğunu sanmıyorum. Bu oyunu seyirciyi alıştırmaya yönelik ilk adım olarak görüyorum. Oyuna “saçma”, “gereksiz”, “bu ne anlatıyor böyle?” diyen çok olacaktır. Haklılar. Daha alışma sürecindeyi(m)z…
 
Arda Aydın’ın ilk rejisi hiçte acemice değil. Şimdiye kadar oynadığı oyunların rejisörlerinden çok şey öğrendiği belli. Kendisi aynı zamanda sahne düzenini de üstlenmiş. Bunun için Şehir Tiyatroları’nın sahne tasarımcısı Ayhan Doğan’dan yardım almış. (Ayhan Doğan’ın tasarımları bana her zaman için boş gelmiştir) Yazar, oyunlarındaki sahne tasarımı için “gösterişten uzak olmalı” demiş.  Kurumun diğer sahne tasarımcıları Barış Dinçel ve Rıfkı Demirelli için bu tanım fazla zıt. Bu nedenle Arda Aydın’ın, Ayhan Doğan’dan yardım alması yerinde olmuş. Beyazperdeler çok amaçlı kullanılmış. Çeşitli görseller ve yazılar yansıtması mekanın neresi olduğunu bildirerek yoğun dekor ihtiyacı duydurmamış. Cep telefonlarını ve fotoğraf çekme çılgınlığını düşünürsek, çoğu şeyin görsel olması ironiyi desteklemiş.

Perdeler sahnenin/dekorun rengine bürünerek, genel görünüm ile bir bütünlük kurmuş. Aynı zamanda şeffaf olarak kullanımı hem arka planda olup biteni göstermiş hem de “artık herkes cep telefonları (3G vb.) sayesinde birbirini görebiliyor, gizlilik kalmadı.” Cümlesini akıllara getirmiş. Bazı eşyaların modern bazılarının klasik tarzları oyun içerisindeki geçmişe özlem-geleceğe merhaba ikilemini betimlemiş. Bu arada dekor değişiminin sıklığı oyunun temposunu düşürmüş. Bir çözüm bulunmalı. Dekor ve reji sırt sırta vererek bir anlam mekanizması kurmuş. Modernizm temel alınarak, konsepte uygun bir reji çalışması karşımıza çıkmış. Oyunda da dendiği gibi: “Z harfi, iki yatay çizgi arasında bir diyagonal çizgiden meydana gelir.” Bence yatay çizgilerden biri reji diğeri ise sahne düzeni. Diyagonal yani birleştirici çizgi ise seyirci…

Kostümler Nihal Kaplangı’ya emanet edilmiş ve siyahlık hakim kılınmış. Bu siyahlık bir bakıma matem havasını bir bakıma Carlotta’nın gizemini bir bakıma da Hermeia’nın seksiliğini ön plana çıkarmış. Hermenia’nın elbisesi biraz daha seksi olabilirmiş. Jean acaba jean mi giyseymiş? Şaka bir yana “günlük” ve onu diğerlerinden ayıran hali kostümüyle simgelenmiş. Dwight’ın tasarımı ise rengi ve stili itibariyle her iki gruptan da ilham almış. Genel olarak modern ve klasik izler oyunun yapısına uygun olarak birarada harmanlanmış. Karakterlerin neşeli halleri ölen bir adamın ardından yapılan “kutlama”nın habercisi sanki. Giyimlerde de bunu yakaladım.

Işık, zamana aykırı hareket etmiş. Ayaklı lambanın yanması bana zamanın akşam olduğunu bildiriyor fakat sahne aydınlık. Kostüme göre bir renk teması düşünülmüş. Yeşil ışık, ahiret ile dünyanın git-gel durumunu sembolize etmiş. Disco sahnesi, insanın kendisini discoda gibi hissettirmesini sağlayarak doğallığı yakalamış. Müziklerde popüler kültür çabası unutulmamış. Belki seyircinin oyun ile bir bağ kurması açısından araya Türkçe şarkılar da serpiştirilebilirmiş. İlahinin değişik ezgisinin anlamını çözemedim (?) (Işık: Murat Selçuk)

Nergis Çorakçı, Pelin Budak, Arda Aydın, Yeliz Gerçek ve Nurseli Tırışkan’dan oluşan kadro beş kişilik.  Oyunun diğer unsurları gibi sade. Söz sadelikten açılmışken disco sahnesini biraz abartılı bulduğumu söylemeliyim. Oyuna dinamizm kattığı kesin ama dozu aşırı. Oyuncular rolleri ile özdeşleşmişler. Ekip çalışması böyle bir şey. Başarının sırrı bunda gizli. Ben hem yönetip hem oynayanın meydana getirdiği oyunları pek sevmem ama bu oyun gözüme batmadı. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…

Son olarak Arda Aydın’ın bir sözüne daha kulak vermenizi diliyorum: “Text takip etmekte biraz zayıfız. Takip ediliyor ama karamsarlıklar, kötülükler ilgi çekiyor diye düşünülüyor. Halbuki hayatın içinde komik şeyler de var. Bu oyun da bir kara komedi aslında. Şehir Tiyatroları’nın bu oyunlara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Güncel konular insanın daha çok ilgisini çekiyor. Alışkanlıklar değişti insanlar yerelleşmeye başladı. Biz de yerel şeyler yapalım mantığı doğru değil. Çünkü o zaman kendinizi dünyadan ayırıyorsunuz...”
 
Doğru değil mi?  

ISTAKOZ ÇORBASI

Istakoz Çorbası oyunun gelişimine etken bir metafor. İnsanın çok isteyipte bir türlü kavuşamadığı, ya da tam kavuşacakken başkası tarafından elinden alındığı, kıl payı kaçırılma durumunu anlatıyor. Kaçırdığı şey yerine de başka bir şeyle avunmanın yakınılmasından dem vuruyor. Arda Aydın'da oyun broşüründe bu başlık altında birtakım şeyler yazmış. Benim anladığım kadarıyla Temiz Evi'i elinden kaçırmasını, başka bir oyunda (Ölü Adamın Cep Telefonu) teselli araması sonucuna bağlayarak bu başlığı seçmiş. Her işte bir hayır vardır. Istakoz yerine mercimek çorbası da olur...  


Not: Oyun 2 saat / 2 perdedir.

Oyunda kuru-sıkı silah patlamaktadır.

Fotoğraflar bana aittir.


Kaynaklar

Vikipedi
Oyun broşürü
Devlet Tiyatroları – “Temiz Ev” oyun broşürü



EGE KÜÇÜKKİPER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder