20 Nisan 2014 Pazar

İDT’nun Son Yıllardaki En İyi Oyunu: “Michelangelo”




MİCHELANGELO

"Mermerin içindeki meleği gördüm ve onu serbest bırakıncaya kadar yontmaya devam ettim." (Michelangelo)

Michelangelo, 2011’den beri İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda perdelerini açmakta. Yer bulmak çok zor. Ben her sezonun başında “gidilmeyecek oyunlar” listesi yaparım. Michelangelo, bu listenin 2011 faslına girmeye tarafımdan hak kazanmış. Gerçek bir kişiliği anlatan oyunlar beni hiçbir zaman çekmez. Mantığım hemen “açar okurum”a doğru ilerler. Fakat Michelangelo, ben de okumanın üstünde bir tesire neden oldu. Hem ressam hem heykeltıraş olan birinin “görsel” yönünü düşünemedim. Yine de ne olur ne olmaz diye önden birkaç arkadaşımı gönderdim. Olumlu tepkiler alınca Üsküdar Stüdyo Sahnenin yolunu tuttum. Liste mi? Çoktan yırtıp attım bile…

Sıra yazarın. Irmak Bahçeci: 1983’de Ankara’da doğdu. Ankara Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi Resim Bölümü’nden sonra iki yıl Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde okudu. Daha sonra bölümünü bırakıp, Ankara Üniversitesi Tiyatro Bölümü Dramatik Yazarlık Ana Sanat Dalı’na girdi. (Fakülte ikincisi olarak mezun oldu) Lisans eğitimde, yönetmen yardımcılığı, maske-dekor tasarımı, yaratıcı drama çalışmaları, metin yazımı ve oyunculuk tecrübeleri edindi. Tiyatro dergilerinde makale ve oyun çevirileri yayınladı. “Alevli Günler” adlı ilk oyunu, British Council Oyun Yaz Festivali’nde ilk on oyun arasına girdi. (Hala İstanbul Halk Tiyatrosu tarafından sahnelenmekte) “Michelangelo” yazarın ikinci oyunu. Mitos Boyut Oyun Yazma Yarışması’nda ilk üç oyun arasına girerek basıldı. Anlayacağımız, Michelangelo emin ellerde…

Michelangelo’nun seksen dokuz yıllık hayatı oyun broşürüne bile zor sığmış. (Sığdırılmaya çalışılmış) İnternetin kapsamı ise sınırları aşmış. Buraya yazmak yine sayfalar alacağı için sanırım es geçmek daha iyi. Zaten oyun da Michelangelo’nun bütün hayatını değil belirli bir kesitini seyirciye sunmuş. Aslında benim değil de oyunun yazarı, Alevli Günler’den tanıdığım Irmak Bahçeci’nin şöylemleri doğrultusunda hareket etmek gerek. Şöyle demiş Bahçeci: “Ben Michelangelo Buonarotti’yi değil, en yakın dostunun seslendiği gibi Michele’nin kim olduğunu merak ettim bu oyunu yazarken. Onu tanımak istedim. Bence ‘Zavallı Michele’, ‘Muhteşem Michelangelo’ kadar ilgiyi hak ediyordu…" Şimdi yazarın bu cümlelerinden yola çıkarak Michele’ye bir bakalım…

Oyunun ilk perdesini izledikten sonra arkadaşıma dönüp: “Ben Michelangelo’nun bu kadar deli olduğunu bilmezdim” dedim. O da bana: “Her sanatçı biraz delidir” dedi. Hak verdim. 1512’de Sistine Şapeli tavan fresklerini bitirmek için iskele tepesinde sırtüstü dört yıl aralıksız çalışan birinin ancak ruhunda ‘dahi’ taşıyan bir deli olması gerekirdi. Oyun ağırlıklı olarak Michelangelo’nun başyapıtları sayılan iki eser üzerinde yoğunlaşmış. Bunlardan biri az önce açıkladığım Sistine Şapeli’nin tavanına yapılan freskler. (Özellikle “Adem’in Yaradılışı”) Diğeri ise kucağında H.Z İsa’yı taşıyan Meryem Ana. Yani “Pieta”. Başta belirttiğim gibi okumanın değil, görmenin, görerek tanımanın daha faydalı olacağını düşündüğümden dolayı aralara sanatçının bahsi geçen eserlerini koymayı uygun gördüm…



Michelangelo’nun Sistine Şapeli’nin tavanına yaptığı freskler oyun boyunca sadece “yapım aşamasında” olduklarını bildirmiş. Bu da merakı egemen kılmış. Seyirci, esas göz önünde olan, yapımının öncesine, gelişimine ve tamamlanışına kısacası hemen hemen her anına tanıklık ettiği Pieta ile bir anlam birlikteliği yakalamaya çalışmış. Meryem Ana'nın "model" ile tasviri arasında gidip gelmelerin yaşanması metne dini bir boyut kazandırmakla birlikte, metnin dilini farklılaştırmış. Michelangelo’nun yaşadığı dönem (1475-1564) çoğu şey de kardinalin baskın olduğu, karar mekanizmasını Papa’nın elinde tuttuğu bir dönem. Hal böyle olunca yaradandan (Adem’in Yaradılışı) çok tapılanın (Pieta) öne çıkmasını doğru buldum.

Michelangelo’nun, Meryem Ana’yı betimleyebilmek adına aradığı model, onun “erkeksi” yönünü ortaya çıkarmış. Sanki artık yaşadığı sorunların çözümünü, taptığı ilahta bulamayan ve çareyi ona çok benzeyen başka bir "kadın tapınağı"nda arayan Michelangelo izlenimi verilmiş. Hatta bulamazsa ölecek gibi bir durum oluşturulmuş. (Son sahneyi düşünürsek pek de haksız sayılmam) Bütün bunları mercek altına alırsak Michelangelo’nun her yönden sevgiye ve ilgiye ihtiyacı olduğunu çıkarabiliriz. Yazar da oyununu “Yalnızlığın Resmi” olarak nitelendirmiş. Araştırmalarım doğrultusunda şanatçı hakkında şu bilgilere rastladım: “Kendisini saçının, sakalının ardına gizlemiş, çirkinliği aşikar bir erkek. Huysuzluğu, nemrutluğu, aksiliği tüm İtalya’da tanınan geçimsizin biri.” Galiba bu bilgiler de söylediklerimde doğruluk payı olduğunu gösteriyor...

Tabii Michelangelo’nun özellikleri hep olumsuz şeylerle bezeli değil. “Bilgi” ve “yetenek” faktörlerini unutmamak gerek. Bu faktörler her ne kadar kişi için iyi meziyetler gibi gözükse de, yaşanılan çağ, o çağın iktidarı ve rakipler hesaba katıldığında korkunç birer felakete dönüşebilir. Oyunun geneli bu kısma ışık tutmuş. Sanat ile iktidar arasındaki anlaşmazlığı baz alarak, iktidarın sanata ve sanatçıya karışmaması, onu özgür bırakması yolunda bir serzenişi haykırmış. Bahsedeceğim eser oyun dahilinde yer almıyor fakat durumu özetlediği aşikar. Michelangelo, III. Paulus zamanında başlayıp, IV. Paulus zamanında bitirdiği “Kıyamet” adlı çalışmasını fazla müstehcen bulan ve düzgün hale getirilmesini isteyen Papa’ya şu cevabı vermiş: “Papa’ya söyleyin, bu küçük bir mesele ve kolaylıkla uygun hale getirilebilir. Önce kendisi yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirsin, sonra da bu tablo aynı uygunluğa girecektir.” 


           
Rakip demiştim. Metinde, Michelangelo ile en büyük rakibi Leonardo da Vinci’nin, iktidarın “kendi sanatçısı”nı yaratma arzusundan ötürü bir yarışa sokulduğu, ancak böyle bir yarışla Michelangelo’nun alt edilebileceği düşüncesi pekiştirilmiş. (Günümüzde de böyle değil mi?) Öte yandan her iki ismin davranışları göz önüne alınarak “gerçek” sanatçının hiçbir zaman iktidar yanlısı olamayacağının da altı çizilmiş. Michelangelo’nun elinden çıkan freskler, ideal insan vücudunun her türlü gerilme ve bükülmenin resimle betimlenmesinin mümkün olabileceğini kanıtlamış. (Kaynak: Broşür) Bu tanımlamadan esinlenerek Michelangelo’nun yönetime, dostlarına, kendisine ve en önemlisi sanatına karşı farklı farklı kabuklar oluşturup, değiştirdiğini ifade edebilirim. Nitekim oyunda bize bunu aktarıyor…
  
Buraya kadar bahsettiğim Michelangelo’nun “Michele” tarafının ağırlığını oyunda hissettim. Hissedebildiğim kadarıyla da yazıya döktüm. Flasbacklerin daha çok ve anlaşılır olmasını bekledim. Michelangelo’nun sabırsız ve yükselmek için yanıp tutuşan halini yalnızca gençliğinde/çıraklığında değil sonrasında da gördüm. Pişmiş ile pişmemiş Michelangelo’nun ayrımına varabildim. Fakat şunu da itiraf etmeliyim ki Michele’yi pek sevemedim. Michelangelo’ya ise lafım yok. Dikkat ettiyseniz yazı boyunca iktidar hep değişti ama sanatçı aynı kaldı. İktidarların adları unutuldu ama sanatçının adı yaşadı. İktidara, “eşek ölür kalır semeri” cümlesi yakışırken, sanatçıya “yiğit ölür kalır eseri” cümlesi yakıştı. Oyunun özünü anlat deseler, kaba da kaçsa böyle anlatırdım…    

Metin için seçilen iki eser neticesinde Michelangelo’nun hangi dalda (heykeltıraş-ressam) kendini daha iyi var ettiği, daha net ortaya koyduğu ve daha severek çalıştığı sorgulanmış. Bu sorgulama da bizzat Michelangelo’nun kendisine yaptırılmış. Ayrıca "güzellik" kavramı tartışılarak, sanatçının peşinde koştuğu kapı aralanmış. Açıkçası ben de, heykeltıraşlığının daha kabul gördüğü bir iz bıraktı. Bütünleşmeyi yakaladığım yer taş odaklıydı. “Michelangelo” tıpkı heykel gibi, var olan şekilsiz bir nesneye ruh ve canlılık katıp, onu bambaşka bir yapıya dönüştüren, artık şekli ile “adı” olan bir oyun. Şüphesiz bu dönüşümde yazarın, rejisörün, oyuncuların ve teknik ekibin imzası var. O halde biraz da teknik unsurlara değinelim…



Saydam Yeniay’ın rejisi, bir “belgesel” türünde değil. Keza eser de kronolojik olarak ilerlemiyor. Ben, rejisörün de tıpkı Michelangelo gibi güzelliğin peşinde koştuğunu keşfettim. Bu koşuya çıkarken de yine Michelangelo gibi alanında uzman kişilerden yardım aldığını gözlemledim. En büyük yardımı sahne tasarımcısı Behlüldahe Tor vermiş. Sönük haliyle bir silüet olarak gözüken resimler, sahne sonlarında belirerek, o sahnede gerçekleşen mizanseni görsel yolla simgelemiş. Sanatçının geçirdiği buhran ve arayışlar, resimlerin yanıp sönmesi biçimiyle bir hayal dünyasına dönüştürülerek, kişinin “kendini aradığı”nı sembolize etmiş. Fresklerin rulo şeklinde açılması, iskele ile bağdaşarak duvarı meydana getirmiş. Aynı zamanda bu açılmanın ağır ağır olması “bunları yapmak kolay olmadı, çok uğraştım.” Cümlesini haklı çıkarmış. 

Behlüldane Tor’un sahne tasarımı olağanüstü. “Michelangeloya’da bu yakışırdı” dedirten cinsten. 2011’de Afife’ye aday gösterilmesine rağmen ödülü alamayışına şaşırdım. Daha sonra geçmiş yılların adaylarını incelediğimde, kendisinin 2010’da başka bir oyunla aday gösterildiğini ve ödülü kucakladığını öğrendim. “İki sene üst üste ödül vermeyelim, başkalarına haksızlık olur” gibi bir düşüncenin hakim olduğu çok açık. Hak ediyorsa neden verilmesin? Ben Behlüldane Tor’u ayakta alkışlıyorum. Böyle bir sahne tasarımı ve tasarımcısına ödül verilmeyecekse neye/kime verilecek? Bu sözlerim için diğer ödül kurumlarından özür dilerim. (Yazının sonuna ödülleri işledim) Ufacık bir alanda seyirciyle iç içe geçen iskele ve freskler etkiyi daha da arttırmış. Tasarım, bir dekor parçasından ziyade gerçekçi bir havaya bürünmüş. Fakat köprü bu havayı biraz bozmuş. Çalışma masası çok amaçlı kullanılarak farklı alan(lar) oluşturmuş. 

Medine Yavuz Almaç’ın giysi tasarımı, alt ve üst tabakayı birbirinden ayırarak, dönemin atmosferine ayna tutmuş. Ve sahne tasarımının yoğun renk ablukası altında kalmayarak, kendine bir yer edinmiş. Işık, bazı yerlerde bilinmezliğe katkı yaparken, bazı yerlerde eserlerin ön plana çıkmasını sağlamış. Tavan için özel bir ışık ayarlanabilirmiş. (Işık: Ayhan Güldağları) Çağrı Beklen’in müzikleri çok çok iyi. Oyunun gerisine düşmeyerek, seyircide bir tesir bırakabilmiş. Sahne geçişlerinde hep aynı beste tercih edilmesine rağmen, oyunun genelinde 1500’lü yılların ezgileri, kulakların pasını silmiş. Afife, Çağrı Beklen’i de görmezden gelmiş. Oyunun üçüncü sezonunu bitirmesi belki bazı şeyleri açıklıyordur…
       
Her bir oyuncu rolünün hakkını teslim etmiş. Atilla Şendil, Michelangelo’nun hem sanatkar hem de Michele halini, tüm bedeni (hafif kamburluğu) ve ruhuyla özümsemiş. (Afife yine yok) Mahmut Gökgöz, Brimante’nin kurnazlığı ve yenilmişliğini mimikleriyle başarıyla canlandırmış. Genç Michelangelo Halil İbrahim Irklı, usta Michelangelo’nun ileri yaşlarındaki düşünce ve tavırlarının sinyalini verebilmiş. Kadro kalabalık. Ayrıntılı değerlendirme yapamasam da isimleri yazmadan geçemem. Cemal Ünlü, Ozan Uçar, Tevfik Tarhal, Kemal Topal, Nurettin Özşuca, Çetin Demir, Onur Serimer, İpek Gülbir, Duygu Yürükçe, Turgay Şeker, Utku Çorbacı, Merve İleri, Merve Bağdatlı, Yiğit Kartal, Arda Tunaseli, Samet Silme, Erdem Yılmaz ve Umut Armağan. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim…  

"Kentler ve Gölgeler" programı "Michelangelo" https://www.youtube.com/watch?v=UA5WNU_tsSs



ÖDÜLLER


37. İsmet Küntay Ödülleri, En İyi Sahne Tasarımı Ödülü, Behlüldane Tor 

2011-12 Lions Ödülleri, Yılın En Başarılı Sahne Tasarımcısı, Behlüldane Tor

12. Direklerarası Seyirci Ödülleri Sahne Tasarımı Ödülü, Behlüldane Tor

37. İsmet Küntay Ödülleri, İsmet Küntay Özendirme Ödülü, Irmak Bahçeci

2011-12 Lions Ödülleri, Yılın En Başarılı Oyun Yazarı Ödülü, Irmak Bahçeci

12. Direklerarası Seyirci Ödülleri Yazar Ödülü, Irmak Bahçeci

2011-12 Lions Ödülleri, Yılın En Başarılı Erkek Oyuncusu, Atilla Şendil

12. Direklerarası Seyirci Ödülleri Erkek Oyuncu, Atilla Şendil

2011-12 Lions Ödülleri, Yılın En Başarılı Oyun Müziği Ödülü, Çağrı Beklen

Tiyatro Tiyatro Dergisi 2012 Yılın Oyun Yazarı Ödülü, Irmak Bahçeci

Not: Oyun 1 saat 30 dakika / 2 perdedir.
Ayrıntılı bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr

Kaynaklar

Oyun broşürü
Vikipedi


EGE KÜÇÜKKİPER

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder