UYARI:
Yazıyı iki bölüme ayırdım. Sadece oyun eleştirisi okumak isteyenler, birinci
bölümü es geçebilirler.
1.BÖLÜM
Bu bölümde “Bir Delinin Hatıra
Defteri”nin, beni nasıl ‘deli’ ettiğinden bahsedeceğim. Oyun Ankara Devlet
Tiyatrosu yapımı. 4 Ocak 2008’den beri sahneleniyor. Daha önce İstanbul’a
turneye geldi mi bilmiyorum. Belki ilk zamanlar takip etmediğimden dolayı
kaçırmış olabilirim. Devlet Tiyatrosu (genel olarak) “aylık” programlarını “haftalık”
çıkarmakta uzman bir kurum. O zaman adı neden aylık? Haftalık program
deseydiniz bir sorun kalmayacaktı. Ben, hafta hafta hatta gün gün bütün
oyunları takip ederken, sitenin ucunda kıyısında kalmış bir oyun tanıtımına
rast geldim. Program henüz 16 Mart’a kadar gözüküyordu ve oyun o tarihe kadar yoktu.
16’sından sonra çıkacak olan kısım benim programı incelediğim gecenin sabahında
açıklanacaktı. İçimden bir his, Ankara yapımı olan bir oyunun, İstanbul
oyunları içerisinde tesadüf eseri yer almayacağını söyledi.
Hal böyle olunca heyecanımı Melih
Ağabey (Anık) ile paylaşmak istedim. Programın çıkacağı gün aksi gibi Çarşambaydı
ve benim sabahın körü dersim vardı. Derste ders hani “Sanat Eleştirisi”.
Dayanamadım ve cep telefonumdan programa baktım. Yanılmamıştım. Bir Delinin
Hatıra Defteri tam altı gösterim ile Üsküdar Stüdyo sahnede oynayacaktı. Ankara’da
oynadığı sahne de Stüdyo sahne. (Bazen Akün’de oynuyor) Salon yüz kişilik. Yani
oldukça ufak. Neden ufak salonda oynadığını bildiğim için sitem etmedim.
Programa bakmama rağmen Melih Ağabey’den ses seda yoktu. Dayanamadım aradım. “Ben
uykusuz biriyim” der Melih Ağabey. Bu nedenle ayakta olacağını düşündüm. Konuştuk. Meğerse twetimi görmemiş. Bilet için
ne yapıp ne yapamayacağımızı kararlaştırdık. Oyuna bilet bulma işini “yardımsız”
yapamayacağımın bilincinde idim.
Melih Ağabey’den bir cevap
gelmeyince, diğer bilet satış günü olan mübarek Cuma, beni Cevahir AVM’nin
gişesine koşturdu. Hey mübarek ne vardı koşacak? Alabilecek miydin? Umut işte.
Aşağı girişten girdim ve yaklaşık seksen kişiyle birlikte bütün koridoru bir
maraton koşucusu gibi koşarak gişeye ulaştım. Ne buyurursunuz? Gişeci yok!
Mesai 10.00’da başlıyor. Ben de tam vaktinde oradayım. Meğerse gelmiş ama
içerde çay içiyormuş. Bunca kişinin kuyrukta beklemesiyle pek ilgilenmiyor
olacak ki ağır ağır soyunarak, bilgisayarı açtı, şifreyi girdi ve şu cevabı
verdi: “Maalesef hiç yer yok.” Ben de
şöyle dedim: “Bana bilmediğim bir şey söyleyin.” Kadın bunun üzerine Taksim
gişesinin numarasını verdi ve kırk kişilik gruplara yer açtıklarını belirtti.
Biz kırk kişiyeden fazlaydık ama görevliyi aramak istedik. Birbirini hiç
tanımayan insanlar bir gaye uğruna birleşmişti. Tiyatro ben de hep “devrimci”
bir ruhu temsil etmiştir. Telefonda görevlinin kem kümlerini duyacağımı
biliyordum ama yine bir umut beklemiştim. Ben de kem küm ederek eve geri
döndüm.
Bundan sonrası beni daha beter
umutsuzluğa düşüreceği yerde umudumu arttırmıştı. İnsanoğlu işte alamayınca
iyice hırs yapıyor. Ben fazla içine kapanık, sesini dahi yükseltmeyen, gaza
gelmeyip, bilenmeyen biriyim. Bunları kendimi övmek için yazmıyorum. Sadece
bilet alma arzumun hırstan kaynaklanmadığını ifade etmeye çalışıyorum. Artık başka
bir güne uyanmıştım. Günlerden Pazardı.
Birkaç hafta evvel Pazar sabahı erkenden kalkıp Hamlet’e bilet almayı başarmıştım.
(Üstelik internetten) İşte umudumu arttıran şey buydu: “Pazar”. Önüme yine pilav konmuştu ama Pazarın etkisiyle
Papaz’a sığınmıştım. Bu işin Cevahir’de olmayacağı açıktı. Metroya atladığım
gibi Beyoğlu Küçük Sahne’ye gittim. Atlas Pasajı’na doğru yürürken Beyoğlu’nun
boşluğu beni ürküttü. Sanki biletsizler “temizlenmişti.” Bir yandan da “oh be
bomboş, gelsin bilet(ler)” diye seviniyordum. Atlas Pasajı’na girmemle birlikte
mahşeri bir kalabalıkla karşılaştım. Evet gişe yine 10.00’da açılacaktı ama ben
08.00’da oradaydım. Benden sonra gelen de çok oldu.
Gişeciyi ayakta alkışladım. Mesai
saatinden yirmi dakika evvel gelmişti. Kuyrukta bekleyenlere bir kıyak yapmak
istedi. Sistemi tam vaktinde açtı ve otuz boş koltuk olduğunu, bu biletlerin
hepsini basacağını ve sıradan dağıtacağını söyledi. Böylece “aman şimdi başkası
kapacak” derdi olmayacaktı. Dediğini yaptı ve tam dağıtmaya başlayacakken
telefonun sesi boş pasajda yankılandı. Yüksek mevkiiden biri aramış, bir güzel
fırça çekmişti. “Sen nasıl böyle bir şey yapasın, hepsini birden aynı anda
basamazsın, bu biletlerin üzerinde isim yazması ve T.C. kimlik numaralarının
belirtilmesi gerekiyor” diye bağırmıştı. Hadi buyrun. Ben akşam yatağıma “sabah
ola hayrola” deyip yatmışken, gişeci “bu ne biçim karyola” diyerek son umudumu da
tüketmişti. Eğer o basılan otuz bilet dağıtılsaydı son bilet bana denk
geliyordu. Fakat biletler sisteme geri yüklenecekti. Bu arada saat çoktan 10.10’u
geçmiş ve gişeden internet satışı başlamıştı.
Tabii geri yüklenen biletler
internette de gözüktü. Arkamdaki genç, “sana bir sır vereyim mi? Eşim evde,
internetin başında, geri yüklenen biletlerden bir tanesini kapmayı başarmış” dedi.
Bunu duyan ben hemen annemi aradım ve durumu anlatarak aynı talimatı verdim. Bu
iş giderek yayıldı ve sıradaki hemen hemen herkes bir bilet kapmayı başardı.
(İnternet yoluyla) Benim cep telefonum nuh nebiden kalma olduğu için anneme
bağlı, kuyrukta bekliyordum. En sonunda sinirlendim ve annemi aradım. “Sen ne
yapıyorsun bilgisayarın başında bak herkes kapıyor” diyecektim ki, annem benden
önce davranıp: “şimdi aldım, sen aradın” dedi. Bilet alındığında MyBilet cep
telefonuma bilgilendirme mesajı atıyor. O mesaj da gelince rahat bir nefes
aldım. Gişecinin marifeti başka bir olaya gebe olmuştu.
Macera burada son bulyor fakat bu
hikayenin bazı kahramanlarını sizlerle yazı içerisinde, yazıyı bölmemek adına
paylaşmadım. Onlardan da biraz söz etmek istiyorum. Cevahir’de gişeye doğru
koşarken altmış yaşında bir amca kalbini tutarak yere yığıldı. Bir insanın canı
bu oyun için gidebilirdi! Küçük sahne’de arkamda duran genç, Tıp fakültesi
öğrencisiydi ve ayakta zor duruyordu. Ağır hasta imiş. Kuyrukta fenalaşıp,
vahim sonuçlara yol açabilirdi! Kavga ve gürültüleri hiç saymıyorum bile.
Bunları yazmamdaki temel amaç, Devlet Tiyatrosu’nun “sapıtmışlığını” ayyuka
çıkarmaktır. Bir kurum böyle bir eziyeti, seyircisine neden yapar? Saygınlığını
kaybetmek için mi? İnsanları tiyatrodan soğutmak için mi? “Soğumuyorlar canım
baksana geceden kuyruk oluşuyor” mantığıyla bu iş yürümez. Oyunu her ne kadar
beğensem de, kurumun bu oyunu derhal repertuardan kaldırması gerektiğini
düşünüyorum. Gören görmüştür. Kalan sağlar bizimdir!
Bir de “sanatçı” meselesi var.
Efendim, sanatçıların önceliği varmış. Onlara belirli sayıda kontenjan
açılırmış. Güzel kurumun güzel beyinleri, bilet almak için insanların canını
bile hiçe saydığı bir oyunda, “öncelik” neyin nesi? Evet, ben de bilet
bulabilmek için Melih Ağabey’den yardım istedim fakat o “biletsiz” bir isteyiş
değildi. Başkasının yerini sırf sanatçı kisvesi altında gasp etme sanatı
değildi. “Ben geldim açın kapıyı” diyerek bir “ali kıran baş kesen” durumu
değildi. Kimse kusura bakmasın ama o oyunu HALK görmeli. Benim izlediğim tarih
olan 22.03.2014 Cumartesi saat 15.00 gösterimine Sezgi Mengi geldi ve kuyruğa
girdi. Epey de arkalardaydı. O da sanatçı. Neden diğerleri gibi önceden içeri
alınmamış. Görevliler tarafından alınmak istenmiştir de kendisi reddetmiştir.
(Tahminim) “Ben yaptım oldu” demekle iş bitmiyor. Neyi yaptın yahu? “Alo Fatih
yerimi ayır” mı dedin?
Erdal Beşikçioğlu’nun katıldığı
bir programda (ikinci bölümde sıkça bahsedeceğim) sunucu twit atan kişilerden
iki tanesine davetiye verilmesini istedi. Erdal Bey ise net bir şekilde “veremem,
çünkü benim elimde olan bir şey değil ve başkalarına haksızlık olur” dedi. Bunu
diyen de bir sanatçı. Belki de oyunu bu kadar izlenir kılan yegane etken.
Sunucu Tuluhan Tekelioğlu idi. Tuluhan Hanım bu yazıyı lütfen okusun. Sonra bir
daha düşünsün. Ben on yedi yıldır tiyatroya gidiyorum bir tane bile tanıdığım
yok. Neden olsun ki? Bu oyuna yer bulmak zormuş. Hamlet’e de zor yer bulunuyor
ama istendiğinde internetten bilet alınabiliyor değil mi? (Aldığımı
belirtmiştim) Bir Delinin Hatıra Defteri’ni annem vesilesiyle internetten almam
tamamen tesadüf silsilesidir. Milyonda bir olur. E kusura bakmayın ama bu kadar
çile çekmişken o milyonda bir olan tesadüf bana denk gelsin. O kurumun ayakta
kalmasını sağlayan ben ve benim gibi izleyicilerdir. Ne sanatçının, ne de tanıdık
bir dostun bunu yapmaya gücü yeter.
Son olarak “broşür” ile ilgili birkaç şey söyleyip
bitireceğim. En yakın arkadaşım Elif, oyunu benden sonra izledi. “Tanıdık”
vesile olmuş. Güler misin, ağlar mısın? Neyse, oyunun broşürünü almış ve arkasında Erdal Beşikçioğlu’nun
imzasını görmüş. Beni aradı ve aldığım broşüre bakmamı istedi. Heyecanla baktım ama hüsrana uğradım. İmza falan yoktu. Yine bir "acemi" şansı. Ben tiyatro diye öleyim, arşivler yapayım, imzalı broşür başkasına çıksın! Allahtan Elif'e çıkmıştı. El kapısına yalvarmaktansa, Elif'ten isteyebilirdim ve istedim. Tesadüfe bak, Elif'in erkek arkadaşı da istemiş. "Broşürü verdin mi?" dedim. "Hayır" dedi. Bana vereceğine dair söz verdi ama sözünde durmadı. Bu, benim Elif'e karşı ufak bir sitemimdir. Birinci bölüme sanırım "HAKSIZLIK" başlığı iyi giderdi. Böyle bir ülkede sosyalist diye geçinenler bile haktan vazgeçiyorsa, vay halimize. Evet şimdi cevap bekliyorum. Bir 'deli'yi oynayacak kadar delirdim mi? Beni de Poprişçin gibi sistem mi delirtti? Ha bu arada söylemeyi unuttum. Bileti alıp eve dönerken, İstiklal Caddesi'nin hala boş oluşu umrumda bile değildi...
2. BÖLÜM
Eleştiriye başlamadan evvel, oyunun
yönetmeni Cem Emüler ve oyuncusu Erdal Beşikçioğlu’nun katıldığı, Tuluhan
Tekelioğlu’nun sunduğu, “Gece Masası” adlı programın linkini verecektim fakat
sadece 1’er 2’şer dakikalardan oluşan yarım yarım partlar bulabildim. Onlarda
oyunla ilgili değil seçimle ilgili görüşlerin tartışıldığı kısımlardı. O halde
başlayalım;
Gogol’ün hayatı buraya sığmaz.
Fakat Poprişçin’le bazı benzer noktalarını aktarmadan da olmaz. Gogol, 1829
yılında liseyi bitirdikten sonra, edebiyat çalışmalarını sürdürmek amacıyla
Petersburg’a giderek, mülkiye memuriyetine girmiş. Bir yıl sonra da
memuriyetten istifa etmiş. Sanki sistemin kendisini delirteceğini anlamış.
Delirmemek için sanat yolunda ilerlemiş. Poprişçin de yedinci dereceden bir
memur. Zıtlığa bakın ki oyun, bir memur şehri olan Ankara’da sahneleniyor ve kapalı
gişe oynuyor. Oyunu izleyenler acaba kendilerini sorguluyorlar mıdır? İçlerinde
deliren ya da delirmek üzere olan var mıdır? Şüphesiz sistem sadece memurları
değil, her meslek grubundan olanları delirtebilir lakin ben karakter üzerinden
gidip, devlete bağlı olan kurumları ele almayı tercih ettim. Siz yelpazenizi
geniş tutun.
Gogol, “Ölü Canlar” adlı
başyapıtının ikinci cildini yazarken, zihnen yavaş yavaş hastalanmaya başlamış
ve sıklıkla psikotik episodlar yaşamış. 1848’de Kudüs’e yaptığı yolculuk,
yazarın üzerinde olumsuz bir etki meydana getirmiş. 1852’de kendine eziyet
etmek için, Ölü Canlar’ın ikinci cildini yakmış. On gün sonra da yarı çılgın bir
hale dönmüş. Bir Delinin Hatıra Defteri 1842’de yazılmış. Ölü Canlar’ın ilk
cildi de aynı tarihte ortaya çıkmış. Gogol, Ölü Canlar’da “günah”, “ceza” ve “kurtuluş”
konularına değinmiş. Sanki Poprişçin’in müdürünün kızını sevmesi onun günahı,
daha sonra başına gelen olaylar çektiği cezası, delirmesi ise kurtuluşu olmuş. Bir
nevi yapıtlar arası bağlam gibi. Zaten öykü de üç bölüm. Burada bir parantez
açmak istiyorum. (Oyun broşüründe çoğu bilgi hatalı. Feray Kara, 1809’da doğan
Gogol’ü, 1940’a kadar yaşatmış. Herhalde sistem onu da delirtmiş)
Bir Delinin Hatıra Defteri
aslında bir hikaye. Sylvie Luneau ve Roger Coggio hikayeyi oyunlaştıran
isimler. Eserin hem öykü hem de oyun hali elimde mecvut. Uyarlama oldukça
başarılı. Bu oyun 2008 yılına kadar Genco Erkal ile anılıyordu. Yaşım müsait
olmadığı için 1993’de Genco Erkal’dan izleme fırsatım olmadı. Kendisi 2015’de
tekrar sahneleyeceğinin sinyalini verdi. Bir öneri olarak, oynamasa da yönetse? Bu sefer farklı
bir gözle baksa? Neyse. Bu oyun, bundan
sonra, ölünceye kadar hafızamda Erdal Beşikçioğlu ile özdeşleşecek. Açıkçası
başka biri oynarsa da gidip izlemeyi düşünmüyorum. Bazı izlerin silinmesi ben de
olumlu bir etki bırakmıyor. Çoğu kişinin hafızasında da böyle yer ettiğinden
eminim…
Oyun, Çar I. Nikolay’ın baskıcı
devrinde yaşamış, yedinci dereceden bir memur olan Porişçin’in, yaşadığı
olaylar neticesinde adım adım deliliğe doğru gidişini anlatıyor. Bu anlatımı
yaparken, merkezine “günlüğü” alıyor. Bence delirmenin etkenlerinden biri de
bu. Günlük tutmak zor bir iştir ve adamı delirtir. Ben bir ara başlamıştım ama
dayanamadım. Her gün yaptıklarını yazmanın zevk verici bir yanı olduğunu düşünmüyorum.
Üstelik yaptıkların hep aynıysa. Monotonluğun, çıldırmanın ana kaynağı olduğu
kanaatindeyim.
Eser, fazla siyasi. Siyasilik,
Gogol’ün benimsediği tarz olan “hiciv” yoluyla boyut kazanıyor. Öykü ya da oyun
halini alıp okumanızı öneririm. Şansınız yaver gidip izlediyseniz başka. Poprişçin
delirdiğinde kendini “İspanya Kralı” sanıyor. İktidarın beyni
hastalıklı, ruhu küflenmiş olursa, sistem ve çarkları da o hale gelir gibi bir
tutum var. Bir yandan da devrimci yönünü kaybetmemiş, içinde hala bir umut
taşıyan, bir şeylerin değişeceğine inanan Poprişçin var. “Küçük” adam olarak
nitelendirilenlerin “büyük” idealleri de diyebiliriz. Metinle ilgili fazla bir
şey söylemek istemiyorum. Dediğim gibi okumak ya da izlemek daha etkili
olacaktır.
“İhtiyaç” meselesi galiba oyunun
püf noktası. “Ben senin ihtiyacını ne derece giderirsem, sen de benim ihtiyacımı o derece
gidermelisin.” Bu cümle çoğu özetliyor. Poprişçin, karşısındaki herkese saygı duyuyor,
kendini sevdirmeye uğraşıyor, sevgi besliyor ve bu sevgisini/saygısını belli etmek istiyor.
Fakat aynı arzuları karşı tarafta bulamıyor. Bir eksiklik hissediyor ve boşluğa
düşüyor. Sistem, ihtiyaçlar doğrultusunda bir tokat atarak, kişiyi delilik
makamına ulaştırıyor. Bölünmüşlük ve ötekileştirme de bu tokata dayanak oluşturuyor. (Bence) Metinle ilgili daha fazla şey söylemek istemiyorum.
Dediğim gibi okumak ya da izlemek daha etkili olacaktır…
Gogol’ün eseri, anlatım açısından "yalın" ama anlam açısından "derin". Alt temalarla şekillenen, teknik unsurlarla
bütünlenen, oyuncusuyla zirve yapan, ince ince dokunuşlarla sağlamlaştırılan, uluslararası
bir konuma sahip olabilecek, fakat kurumun vizyonsuzluğu dolayısıyla gücünü “dışarıya”
gösteremeyen bir oyun. Aldığı ödüllere baktım da yalnız bir ödülle
karşılaştım. 2008-09 Baykal Saran Tiyatro Ödülü: Erdal Beşikçioğlu. Ödül
kurumlarının adaletsizliğini bilsekte, bu kadarı fazla. ANADOLU’yu dolaşan “Sadri
Alışık Anadolu Ödülleri” nerede?
Oyunun başladığı günden bu yana
aklımı(zı) kurcalayan şey VİNÇ. Bu vinç nereden çıktı? Kimin aklına geldi? Kullanımındaki
amaç neydi? Bu soruların yanıtını izlediğim programda (Gece Masası) buldum. Erdal
Beşikçioğlu, “ben yüksek bir yerde oynamak istiyorum” demiş. Bu isteğini
yönetmene ve Devlet Tiyatrosu’nun ilgili kişilerine iletince, “saçmalama”
cinsinden bir yanıtla karşılaşmış. Cem Emüler, Beşikçioğlu’nun ciddi olduğunu
anlayınca üç tane vinç fotoğrafı göstermiş. “Seç birini” demiş. Erdal Bey’de
seçmiş. (“Bir sefer hariç hiç bozulmadı” diyor) Rejisörün vinç fikrine sıcak
bakmasındaki neden, insan etiyle, metalin çatışması, insanın, makineye karşı
olan savaşı imiş. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmez. Birbirini tamamlayıcı unsur
diye buna derim. Vinci, Beşikçioğlu idare ediyor. Yani otomatik olan bir şey
yok. Rejisörün açıklamalarından sonra bu durumu “makineyi de insan idare eder”
mantığının somutlaştırılması olarak algıladım.
Kostüm ve ışıkla ilgili söylenecek
pek bir şey yok. Her iki öğe de başarılı. Sertel Çetiner, kostüm tasarımının
haricinde dekor tasarımını da üstlenmiş. “Basit ama etkili bir dekor”
oluşturmayı amaçlamış. Kostüm ise metnin sözüne uyum sağlamış. Zeynel Işık, hayalle gerçek arasında bocalayan birinin
ruh ve kafa yapısına uygun olarak, etrafı sislerle bezeyip, loş bir ışık
ayarlamış. Besteci Tayfun Gültutan’ın besteleri de kayda değer. Afiş tasarımını
da çok beğendim. Oyunun psikolojik tarafını vurgulayan bir tasarım. Kutlarım…
Ve Erdal Beşikçioğlu. Bir oyuna
ve oyuncuya “resital” tanımlamasını yapmak kolay değildir fakat bu oyun için
bunu rahatlıkla söyleyebilirim. “Bir Erdal Beşikçioğlu Resitali”. Beden dilinin
bu kadar iyi kullanıldığı, alın terinin bu derece anlam kazandığı bir oyunculuk hatırlamıyorum. Dakikalarca ayakta alkışladım. Benim elimden ancak
bu kadarı geliyor. Bir de nacizane yazım. Beşikçioğlu, oyunu
haftada üç kez oynuyor. (Eskiden beş kez oynuyordu) Bilet parası ise öğrenci 6,
tam 10 TL. Bu fiyata bu oyun sergileniyorsa delilik adına ne söylesem boş.
Eser, 1993'de Genco Erkal'ın kurduğu Dostlar Tiyatrosu'nun haricinde Türkiye'de ilk olarak 1965-66 sezonunda Asaf Çiğiltepe rejisörlüğünde, Ankara Sanat Tiyatrosu'nda oynamış. Ankara'da 170, turnelerde ise 52 kez perde açmış. Genco Erkal Ankara Sanatseverler Derneği tarafından "Yılın En İyi Tiyatro Oyuncusu" olarak ödüllendirilmiş. (Tek ödülü mü bilmiyorum?) 1968-69 sezonunda da Elhamra Tiyatrosu'nda sahneye konmuş. Oyunu çeviren Coşkun Tunçtan, kitabın önsözünde Genco Erkal'a ithafen bir şeyler yazmış. Ben sadece ilk cümleyi yazacağım: "Bu dramı Türkiye'de hakkıyla canlandırabilecek senden başka bir tek sanatçı olmadığına kesinlikle inandığımdan, çeviriyi hep seni düşünerek yaptım."
Oyun broşüründe rejisör Cem
Emüler, şöyle demiş: “Sınırları kesin
çizgilerle ve aşılmaz, kalın duvarlarla birbirinden ayırmış bir toplum.” Bu
cümle ilk bölümü okuyanlar için daha bir anlam ifade edebilir. ‘Klan’laşma her kurumda baş gösterir mi? Devlet Tiyatrosu'nun burnunun altında da kocaman bir BEN var mıdır? Cevap evet
ise, delirmeye mahkumsunuz! Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...
Not:
Oyun 1 saat 15 dakika / Tek perdedir.
Fotoğraflar bana aittir.
Fotoğraflar bana aittir.
Ayrıntılı
bilgi için: www.devtiyatro.gov.tr
Kaynaklar
Mitos Boyut Yayınevi: Bir Delinin
Hatıra Defteri (Basım: 2012)
Oyun broşürü
EGE
KÜÇÜKKİPER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder