Bernard Marie Koltes’in 1977’de yazdığı 'Ormanlardan Hemen Önceki Gece',
2014-15 sezonunu bitirmek üzere olduğumuz şu günlerde ‘Biriken Topluluğu’
yapımı olarak, Rıza Kocaoğlu performansı ile karşımıza çıkmaya devam ediyor.
Metni okumam, oyunu izlememe vesile oldu. Böyle demeyi tercih
ediyorum çünkü metni hiç bilmeyen birinin, sağlıklı bir oyun izlemesi ve
izlediğini anlamlandırabilmesi oldukça güç. Biriken Topluluğu’nun bir
oyununu ilk kez seyrettim. Daha önce başka prodüksiyonunu seyretmiş olsaydım,
topluluk hakkında da izlenimlerimi aktarmak isterdim. Fakat bunun için biraz
beklemek gerekiyor. Bu yazının, hem bir eleştiri hem de bir metin analizi
yönünde ilerleyeceğini bildirerek, öncelikle yazar ile oyun arasındaki bağdan
söz açmak niyetindeyim.
Yazar - Metin İlişkisi
Bernard Marie Koltes, hayatı boyunca çalışmayı ve para
kazanmayı reddetmiş bir yazar. Ele aldığımız oyunun, adı belli olmayan kişisi
de sisteme karşı başkaldırısını çalışmayarak ve doğal olarak para kazanamayarak
gösteriyor. Buna rağmen her iki kişilik de yaşamlarını idame ettirebiliyor.
Bernard Marie Koltes’in yaşamını idame ettirebilme biçimi, arkadaşlarından
maddi-manevi destek almak şeklinde gerçekleşirken, oyun kişi de kendine yine
maddi-manevi (metinde maneviyat daha önemli bir yerde duruyor) destek bulmaya
uğraşıyor. Her iki lafından birisi ‘para istemiyorum’ olmasına
rağmen, hem aynı açıklamayı sürekli tekrar etmesi, hem de parasız kaldığı
durumlara karşı verdiği tepki, aslında bilinçaltının o parayı istediğinin bir
göstergesi olduğunu kanıtlıyor.
Yazar, bir röportajında Cezayir savaşı ile ilgili şöyle
diyor: “Taşrada her şey garip bir biçimde cereyan ederdi. Cezayir diye
bir ülke sanki yoktu, ama yine de arapların kahveleri havaya uçurulurdu ve
araplar nehre atılırdı. Bir çocuğun, nedenini anlamaksızın çok etkileneceği
tarzda bir şiddet yaşanıyordu. 12-16 yaşlarındaki izlenimler kalıcıdır; bence
her şey o sırada belirlenir. Benim açımdan, elbette, Fransızlardan çok
yabancılarla ilgilenmeme neden olan buydu. Fransa’nın taze kanının onlar
olduğunu çok çabuk anladım ve eğer Fransa sadece Fransız kanından yaşamaya kalksaydı,
bu kısa sürede kabusa dönerdi. Her alanda ve sanat alanında tam bir kısırlık
yaşanırdı.”
Bernard Marie Koltes’in ‘taşra’da yaşıyor oluşu, oyun
kişisinin ‘yeraltı’ndaki durumu ile bağdaşlaşırken, Koltes’in tanık olduğu
acılar, karakterin noktasız monoloğu boyunca aktarmış olduğu (kimi zaman
yaşadığı ama çoğunlukla tahmin ettiği) şiddetler bazında, yazarın kimliğinde
somut, metinde ise yarı-somut bir anlatım ile seyirciye/okuyucuya ulaşıyor.
‘Yabancı’ kavramı, yukarıdaki röportajın bir kesitinde sadece ‘farklı
milletlerden insanlar’ olarak genel bir çerçevede algılansa da, metinde daha
özel bir yeri işgal ediyor. Ayrıca metinde bahsi geçen Arap da bize o günlerden
bir ipucu sunuyor.
Bernard Marie Koltes'in 1975'te yani oyunu yazmadan iki yıl
evvel intihar girişiminde bulunması ve aradan geçen iki yıllık süreç
içerisinde hiçbir şeyin değişmediğine ve değişmeyeceğine inanması, oyun
kişisine kendi ağzından söylettiği: "Ey sen ki iyi bilirsin
iliklerine kadar sızmayı, dönen yok senin ayazından geriye, yalvarırım şu kaçık
vücudumu da al içine" repliğiyle, yaşamı ile olan duygularını
pekiştiriyor. Nihayetinde yazarın eşcinsel tarafının su yüzüne çıkması, oyun
kişisini hem bir kadına hem de bir erkeğe yakınlık duyacak şekilde ortaya
çıkarışı, yazar ile metin ilişkisindeki benzer noktalardan birini taşıyor.
Metin Değerlendirmesi
Teker teker başlıkları açmadan önce yukarıda kısaca
değindiğim bir konuyu daha detaylı incelemek istiyorum. Oyun kişisinin bir adı
yok. Bu benim her zaman savunduğum bir şey. Bir ad konulduğu takdirde, oyun,
yazılmış olduğu tarihe kilitli kalır. Metnin anlatımı ve barındırdığı konusu
bir sistem eleştirisi. Evrensel ve değişmeyecek olan bu konuda, belirli bir
adın konulmamış olması, sistemin sadece belirli kişileri değil, bir gün herkesi
ezebileceğini yansıtır. “Kim?” olduğunu bilmediğimiz kişiler,
kim olduklarını bilmedikleri (umursamadıkları) kişileri ezer. Bunun eleştirisi
de ancak bu yoldan daha güçlü ve olanaklı kılınır. Sorunun yanıtı verildiği
takdirde, eleştiri tek kişiye odaklanmış, anlatımı zayflamış ve metaforlardan
yoksun kalmış olur. Şimdi başlıklar halinde metni inceleyelim…
Oda
‘Oda’ bir metafor olarak karşımızda. Oyun kişisinin
sadece birkaç saatliğine oda istemesi, sistemden ve sistemin başındakilerden
bir nebze olsun kurtulacağının garantisi. Çünkü odayı başkasının emirleri
doğrultusunda değil, kendi ‘düzenine’ göre biçimleyecek. Kavuşacağı odanın
resmi olarak onun olması gerekmiyor. Kendi dokunuşlarını gerçekleştirebileceği
her yer onun odası. Metnin tümüne yayılan bu istek, karakterin kendine ait bir
alan yaratıp, bu sayede ayakta kalabileceğinin bir vurgusu. Alan yaratabileceğinin
fikri de bu isteği sürekli tekrar etmesinin dışavurumu. “Ona
bir oda ver baba…”
Fabrika
Fabrika, odanın tersi bir biçimde özgürlüğün artacağı
değil, kısıtlanacağı bir alan. Bir nevi oda ‘devrim’, fabrika ise ‘sistem’ ile
ilintili. Kişi, fabrikadan uzak durmak istiyor. Fabrika demek, sistemin
çarklarından biri demek. Fabrikaya hizmet etmektense, yağmurlu bir gecenin
altında, asla kavuşamayacağını bildiği halde bir oda aramak onun için daha
güzel ve onurlu.
Orman
Benim algıma göre orman ‘ölüm’ demek. Fakat bir yandan da
‘yaşam’ demek. Bence karakterin de (tabii yazarın da) kafası karışık. Neden
ölüm? Çünkü orman karanlık . Metinde geçen generaller ve askerlerin karargah
olarak ormanı tercih etmeleri, her ne kadar metaforik anlatım yoluyla betimlenmiş
olsa da, sistemin adamlarının barındığı yer. Neden yaşam? Çünkü ormanda sayısız
ağaç var. Her ağaç özgür ve farklı. (Karakterin, ‘bir kuş olma’ arzusu da buna
bir örnek) Burada durup, ormanın benim açımdan üçüncü ifadesine değinmek
istiyorum. Orman aynı zamanda ‘yalnızlık’ demek. Binlerce ağaç olabilir ama
hiçbiri birbirine değmez. Her biri kendi yaşam mücadelesini verir. Hepsinin
alanı bellidir. Metinde bu üç anlamın üçünün de kendine bir yer edindiğini
düşünüyorum.
Cuma
Metin bir Cuma gecesinde geçiyor. Ertesi günün tatil
oluşunu bilmek, insana büyük bir haz verir. Pazartesi günü düşündüklerinizin
çeşidi ve sizdeki anlamı ile Cuma günü düşündükleriniz arasında büyük farklar
vardır. Oyun kişisi çalışmıyor. Bu nedenle bir gün ayrımı yok. Fakat çalıştığı
dönemlerden bahsederken, Cumanın onun için ne derece önemli olduğunu anlıyoruz.
Ormanlardan (bence buradaki anlamı ölüm) hemen önceki gece bir Cuma gecesi.
Hepimizin arzu edeceği günden bir gece. Sistemin sizi iki günlüğüne rahat
bıraktığı bir gece…
Anne (Sinir) Baba (Kan-Kemik-Kas)
Metindeki karakter şöyle diyor: “Annen sana sadece
sinirlerini vermiştir. Fakat ben de kan var, kemik var, kas var, bunlar babadan
gelir.” Bana göre karakterin en büyük yanılgısı burada gizli.
Sokaklarda başı boş dolaşan serseri tipli, sürekli arıza çıkaran tipleri,
anneye, kendi gibi olanları ise babaya benzetiyor. Bu benzetim, başlıkta da
belirttiğim gibi almış olduğu şeylerden mütevellit. Fakat daha sonra peşinden
koştuğu, kendine yakın bulduğu adamı da korunmaya muhtaç bir çocuk olarak
görüyor. Kendisinin de öyle olduğunu biliyor. Kan yaşamanı sağlar, kemik ayakta
durmanı, kas ise güçlü olmanı, lakin sinir, hissetmeni. Anne faktörü çocuk ya
da çocuk kalmışlar için çok önemlidir. Oyun kişisinin doğru yolu bir türlü bulamamasını,
bu çelişkisine bağlıyorum. Yani ‘hissetmeyişine’…
Uluslararası Ölçek
Bu kısım biraz zor ve derin. Adını bilmediğimiz ‘şahıs’,
şahıslığından yola çıkarak uluslar arası çapta bir sendika kurmak istiyor.
Sendikaya dahil olacaklar da onun gibi sistemin ezdiği kişiler. Sendikasını
uluslararası yapmak istemesinin iki sebebi var. Birincisi, dünyanın her yerinde
ezilen insanların varoluşu. İkincisi ise, ezen sistemin de uluslararası olarak
iş yapması. Burada Turan Oflazoğlu’nun ‘Kösem Sultan’ adlı piyesindeki bir
replik geliyor aklıma: “Seni kuşandım Kösem, sana karşı.” Kötülüğü
bitirmenin yolu, biraz da kötü olmaktan, ona benzemekten geçiyor. Şahıs,
sendikaya katılacak kimseyi bulamayıp, “neredesiniz?” diye
yakınıyor. Bir birlik olmadığı takdirde, amacına ulaşamayacağını biliyor. Öte
yandan “ben sırf konuşmam, konuş konuş nereye kadar, aynı zamanda
uygularım.” diyor. Lakin metin boyunca bir icraat yap(a)mıyor.
Düşündükleriyle bilinçli, yaptıklarıyla bilinçsiz biri var bu oyunda. Ormanda
kendini kaybedecek türden biri…
Yağmur
Gece boyunca yağmurun yağmasını, bir ‘terapi, bir ‘arınma’
olarak yorumladım. Yağmur altında kalan biri, her nereye gidecekse, gideceği
yere bir an evvel varmak ister. Bunun için daha hızlı düşünür. Oyun kişisinin,
hiç es vermeden konuşması, tıpkı bir yağmur bulutu gibi dolu oluşundan
kaynaklanıyor. Yağmur ile birlikte o da içinden/aklından geçenleri boşaltıyor.
Finalde yağmur durmuyor. Düşünce durabilir mi? Durduğu gün her yer orman olur.
Karakter bir çimenlik arayışı kendi sonu için bir fikir veriyor. Yağmur
yağdığında çimenler ve ormanlar bir başka kokar. Şehrin pis kokusunu geride
bırakmak için ilaç gibidir.
Nikaragua
Bernard Marie Koltes, Amerika’nın orta bölgesinde bulunan
bu ülkeyi ziyaret etmiş. Ülkenin yönetim biçimi demokrasi. Sosyalizmin
egemenliğinde. İspanyol, Alman, İtalyan, Fransız, İngiliz, Latin Amerikalı ve
Nikaragua Kızılderilileri ülkeyi oluşturan etnik gruplar. Yazar, burayı
ziyareti sırasında, sistemin her yerde aynı olduğunu fark ederek, hiç
beklemediği yeri, uç bir örnek olarak gösteriyor. Buradan oraya, oradan buraya
değişen hiçbir şey yok mantığını, belki de metindeki tek somut yer olarak,
metafordan uzak ve gerçekçi bir şekilde betimliyor. Bu da olaya bir nesnellik
katıyor.
Ayna
Ayna, metindeki ‘yabancı’ temasının en belirgin
metaforu. “Aynaya bakmamak zor iştir.” diyor oyun kişisi,
fakat “aynaya sırtınızı döndüğünüzde size bakan onlarca göze bakmak
daha mı kolaydır?” Sorusuna da yanıt arıyor. J.P.Sartre’ın ‘Gizli
Oturum’ adlı eserinde, cehennem olarak adlandırılan yerde üç kişi hesaplaşır ve
kendini bulmaya, varolmaya çalışır. Birinin varolması, diğerine, diğerinin
varolması ise öbürüne bağlıdır. Fakat tartışma kızıştıkça kızışır. Sonunda
kimse varolamaz. Buradaki püf nokta, salonda aynanın bulunmamasıdır. Yukarıda
italik halde yazılı iki replik de bu durumu açıklayıcı sözler. Ormanlardan
Hemen Önceki Gece, benim gözümde böyle bir oyun. Adsız kişi, kimliğini elinden
alan sisteme baş kaldırmaya çalışıyor. Ayna onlarda. Tek başınasın. Varolmaya
çalışıyorsun…
Aşk
Son olarak aşk, karşılıksız ve iki yüzlü olarak ilerliyor.
Bu bölümün üzerinde fazla durmadan geçelim. Seyirci, aşkı kendi aralamak/aramak
ister…
Biriken'in Rejisi ve Dekoru
Melis Tezkan ve Okan Urun'dan oluşan rejinin metni iyi anladığı ve bu doğrultuda yorumladığı kanaatindeyim. Rejinin bir erkek ve bir kadından oluşması, metne daha doğru bir gözle bakabilmeleri açısından iyi. Dekor tasarımı da bu ikiliye ait. Uygulaması ise Jesse Gagliardi'ye. Rejiye bir önerim olacak ama bu önerimin daha iyi anlaşılabilmesi için dekor tasarımından bahsetmem gerekiyor. Oyuncunun zaman zaman içine girdiği camlı bölme, yürüme yolunun altında bulunduğundan dolayı, metnin ana damarlarından biri olan 'aşağıdaki' insana anlamlı bir yorum getirmiş. Bunun tam tersi de düşünülebilir. Yürüme yolunun, camlı bölmenin üstünden geçmesi, oyuncunun alttaki kendi bölmesini 'çiğnemesi' metinde az da olsa hissedilen umudu aşılamada yeterli düzeye ulaşmış.
Video tasarımlarına gerek olup olmadığını kendi içimde çok tartıştım. Çok gerekli olmamakla birlikte bir amaç teşkil ettiğine eminim. Oyuncunun kamera ile göz göze gelmemesi ve kameranın genelde tepeden çekmesi, 'gözleniyor' izlenimi yaratmış. Karakterin anlattıklarıyla, gösterdikleri birbirine çok uyumlu. Bu nedenle videolar oyuna bir artı sağlamış diyebilirim. Mikrofon sahnesini, karakterin, büyük kitlelere, 'uluslararası ölçek'teki insanlara sesini duyurma aracı olarak gördüm. Öyleyse başarılı...
Önerim
Sahne düzeni çember biçiminde olmalı. Seyirci dekoru ve oyuncuyu çevrelemeli. Kalabalıklar arasındaki yalnız, ona sürekli bakan seyirciler tarafından kuşatılmalı. Bu önerim stüdyo sahne dışındaki sahneler için ne yazık ki geçerli olmaz. Öyleyse neden bu öneriyi yaptım? Çünkü oyun sadece stüdyo sahnede oynuyor. Böyle alanları daha verimli kullanmak gerekli.
Işık, Kostüm ve Müzik
Kemal Yiğitcan'ın ışık tasarımlarını beğeniyorum. Oyunda var olan gizemin izdüşümünü sahneye yansıtabilen tasarım, yağmurlu bir gece atmosferini, karakterin ruh durumunu da hesaba katarak seyirciye geçirebilmiş. Kostüm çağın gerektirdiği, gençliğin ön plana çıkarıldığı türden. Yazarın müzik konusunda belirli bir açıklaması yok. Topluluğun seçtiği müzik ise Vivaldi'nin 'Sposa son, Disprezzata' adlı eseri. (Soprano: Simge Büyükedes) Müziğin ritmi, duygusu, aşka uygunluğu, oyunun 'tadı' bakımından pek güzel. Kutlarım...
Oyuncu : Rıza Kocaoğlu
Rıza Kocaoğlu bu tek kişilik performansında beden dilini ustaca kullanmış. Ezilmişliğin, ruhunda yarattığı depremi hissedebildim. Ses tonu ve sözcüklere yaptığı vurgular da etkiyi artıracak cinsten. Belki biraz abartılı ama aynı zamanda da ölçülü. Seyirciye bakmadan oynaması bence kalabalıklar içindeki yalnızlığa bir vurgu. (Özellikle yaptığını düşünüyorum) Oyunculuk değerlendirmeyi hiç sevmediğim için burada kesiyorum. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...
Bu
koşu tek yönlü...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder