14 Haziran 2015 Pazar

Barışçıl Bir Oyun: 'Diktat' (Diyarbakır DT)


"Sanat yok oldukça vahşet yükseliyor." Böyle demiş Işıl Kasapoğlu bir röportajında. Diktat'ı seyrederken aklımda bu cümle vardı. Kasapoğlu'nun, niçin bu oyunu seçtiği ve oyunu neden Diyarbakır Devlet Tiyatrosu'nda sahnelediği gibi soruların cevapları yavaş yavaş belirmişti kafamın içinde. Yani 'daha önce yazılmıştı, her şey önceden belli idi.' Belli olanın cazibesine kapıldım. Benim hatam idi. Enzo Cormann'ın 1995 yılında yazdığı Diktat'ı hem Diyarbakır Devlet Tiyatrosu hakkında bir fikir edinebilmek hem de yıllardır takip ettiğim Işıl Kasapoğlu'nun bir rejisini daha seyredebilmek için tercih ettim. Rejisör aynı oyunu 2004-05 sezonunda 'Semaver Kumpanya' için sahnelemiş. Konuştuklarım hafızalarından silemediklerini söylüyor. Ben, tersi bir uygulamadayım. Oyunun yazarı Cormann 62 yaşında ve 28 tiyatro eserinin sahibi. Kendisi ile yeni tanıştım. Bana misafirperver yanını pek göstermedi. Hep o konuştu, beni susturdu. Üstelik anlattıkları bildiğim konular üzerine idi. İkram ettiği şeyler de bayattı. Tekrar davet etti. Meşgul olduğumu, ayrıca birbirimize çok uzak oturduğumuzu söyleyerek evinden ayrıldım. Kapı numarası yoktu. Kafam karıştı!

Diktat, iç savaş sonrası ayrı saflarda yer almış iki kardeşin (anne bir, baba ayrı) 25 yıl sonra gelen hesaplaşmalarını konu ediniyor. Elbette bu kısa bir aktarım. İki kardeşten küçük olanının yıllardır ölü bilinmesi, psikiyatr olan ağabeyin ise politikaya atılıp, sağlık bakanlığına aday gösterilmesi, bir yandan metnin dilini hazırlarken, diğer yandan bu kimliklerin getirilerine/götürülerine uygun bir ortam sunmuş. Böylece aktarım açılmış ve genişlemiş. Metindeki politik söylemler, politikacıların hazırcevaplılığına uygun düşerken, yaşananlar işin psikolojik yönünü açığa çıkarmış. Cormann'ın metni psikolojik bir metin değil lakin kişinin bünyesinde, zihninde ve duygularında oluşan tahribatın izlerini bu yolla görmeyi mümkün kılan bir yapıt.     

Yazar, iki kardeşin, iki ayrı safını, gerçekte var olmayan, hayali adlandırmalarla ayırmış ve bir tarafa 'trak', diğer tarafa da 'trip' diyerek, ütopik bir kurgu yaratmış. Oyunu birlikte seyrettiğim arkadaşım bu durumu Brecht'in 'Yuvarlak Kafalılar ve Sivri Kafalılar' isimli oyunundaki biçime benzetti. 'Gruplandırma' yönünden bakıldığında doğru. Farklılık, gruplandırmayı yapan kişilerde. Brecht'in metninde, iktidar bir kutuplaşma yaratmak için bu yolu seçer. Cormann'ın metninde ise, kutuplaşmayı yaratan iktidar değil, grupların üyeleridir. Bir nevi kardeşi kardeş ayırmıştır. Şüphesiz ki onları bu yola sevk eden iktidarın eylemleridir. Lakin bu dolaylı yoldan gerçekleşmiştir. Belirtmem gereken diğer bir önemli husus da koyulan grup adlarının belirli bir gerçeği yansıtmamasından ötürü, her milleti betimlemesi üzerine. Bu durum kimi oyunlarda karakter isimlerinde kimi oyunlarda da, oyunun içeriğine katkı yaparak kendini belli eder. Diktat, ikinci seçeneği masaya yatırıyor. 

Diktat bir 'bekleyiş'in oyunu. Bekleyen(ler) ortada fakat beklenilen(ler)den hiçbir işaret yok. İki oyun kişisi sanki Vladimir ve Estragon. Metin Godot'nun kim olduğunu tartışırken, beklemenin de boşa bir umut olduğunun bilincinde. Peki bu tartışma niye? Bence Cormann'ın kafa karışıklığı bu yüzden. Umut kavramından uzakta. Fazla gürültülü ama aslında çok sessiz. Esasen o da bir savaşta. Bazen de 'hakemlik' görevini üstlenmekte. Oyun boyunca çıkardığı sarı kartların yerini finalde kırmızı kart almakta. Bu kırmızılık diskalifiyenin haricinde aynı zamanda kanı temsil etmekte. Temsil etmek kolay, mühim olan temsil edilmek.  

Eserin bir de 'sanat' boyutu mevcut. Cormann, metnin içerisine yedirmeye çalıştığı hikayesi ile savaşın sadece iki kardeşi veya bir grup insanı değil, sanatı ve sanatçıyı da 'yaktığını' vurgulamış. Bu vurgulamayı yaparken A'dan Z'ye kadar sığdırabildiği tüm önemli yazarların adlarını ve eserlerini zikretmiş. Metne bir nevi 'ağıt' niteliği taşıtmış. Ağıt, ölüm sonrası olur. Ölmesini bekledim. Bir ara nefes almaya gayret etti fakat ona suni teneffüs yapan ya da şok uygulayan olmadı. Bir süre sonra öldü. Biraz bekledim ve artık bir ağıt yakmak için zamanıdır diyerek bu yazıyı yazdım. Şimdi teknik unsurlara değinelim...                       



Teknik Bölüm

Kasapoğlu'nun bütün rejilerini beğenen biri olarak hayal kırıklığımı dile getirmek zorundayım. Benim için oyunun en çekici yönü kayıptı. Yaratıcı bir reji dokunuşu göremedim. Oyunculara bu kadar serbest bir alan ve hak tanınmasını anlamlandıramadım. Bana göre bu oyun bir 'oyuncu oyunu' değil. Küçük kardeşin (Val) ağlamalarıyla melodrama çevrilecek bir yapıda olmadığı da kesin. Metnin 'diyaloglara dayalı' yapısı ve alt katmanları, su üstüne çıkabilecek türde. Lakin bu haliyle gölün en dibinde. Deniz yerine göl dememin sebebi, metnin kendine bir sınır çizmesi. Rejinin sınırı bu çizgiye çok uyumlu. Açık denizler onu kucaklayabilir. Sığ kısımlar da çöp olur. İnsanlar denize çöp attıklarında, onları uyaranlara "deniz alır, götürür" şeklinde klişe bir cevap verirler. Bazen götürmez. Biriktirir! 

Not: Final sahnesi gözden geçirilmeli. Üçüncü kişinin seyircilerin içinden gelmesini 'suç biraz da sende' olarak yorumladım. Fakat yaptığım (!) eylemi hiç beğenmedim. Hamlet (İDT) prodüksiyonunda da beni 'Rosencrantz' ve 'Guildenstern' yapmıştınız!

Hakan Dündar'ın dekor tasarımı adeta bir 'sanat tahribatı'nı andıran türde. Yıllardır kullanılmayan, yıkık-dökük bir tiyatro salonu konsepti, hem metin hem de savaş olguları açısından olumlu. Kostüm tasarımı da Hakan Dündar'a ait. 2004 versiyonunda Funda Çebi imzalı kostümde küçük kardeşin 't-shirt'ü kırmızı bir Lacoste imiş. Ne tesadüf! Kostüm, renk ve tarz itibariyle bir amaca hizmet etmemiş. İzzettin Biçer'in ışık tasarımı metnin karanlık atmosferine destek sağlamış. Sis ile birleşince bu desteğini yitirmiş. Canlı müzik kullanımı, 'müzik ruhun gıdasıdır' mantığını devreye sokarak, çoğu sıkıcı anı kurtarmış. 'İyileştirici' gücü simgelemiş. (Müzik: Fatih Çiçekli)


Oyunculuklar

Mümtaz Aydoğan Mengi ve Fatih Yurdakul'un birbirine çok yakınlaştığını, çoğu yerde vurgulamalarının yanlış olduğunu, yine çoğu yerde bağırış-çağırışlarının gereksiz olduğu kanaatindeyim. Fatih Yurdakul'dan ezilmişliğin ve ruhi tahribatın izdüşümlerini hissedemedim. Mümtaz Aydoğan Mengi ise beni bir psikiyatr olduğuna inandıramadı. Her şeye rağmen bir ağabey olduğunu az da olsa geçirebildi. Hızlı diyalogların işi olumsuz yönde etkilediği ayan beyan görüldü. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim. 

Diktat... DİKKAT!


Notlar:
Oyun 1 saat 15 dakika / Tek perdedir.
Fotoğraf bana aittir.


Ege KÜÇÜKKİPER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder