22 Haziran 2015 Pazartesi

Derinlikli Bir Oyun: 'Nehir' (Oyun Atölyesi)


Jez Butterworth'ün 2012 yılında yazdığı, Hira Tekindor'un çevirip, Haluk Bilginer'in yönettiği 'Nehir', Oyun Atölyesi'nde ikinci sezonunu tamamladı. Nehir, önümüzdeki sezon da akmaya devam edecek. 1969 doğumlu yazar hakkında bilgi toplamak amacı ile internette gezinirken, oyunlarının çoğunun beyazperdeye aktarıldığından, rollerin önemli sanatçılar tarafından canlandırıldığından, sahip olduğu ödüllerden ve oyunlarından (I Believe in Love-1992, Huge-1993, Mojo-1995, The Winterling-1996, The Night Heron-2002, Palour Song-2008, Jerusalem-2008) daha fazlasını bulamadım. Yani internet Jez Butterworth'ün nehri kadar derin değildi...

Bu oyun için nehrin kenarında durup seyre dalmak yetmez. Bizzat nehrin içine dalmak, suyun derinliklerinde yer alan metaforları bir bir gün yüzüne çıkarıp, elde edilenlerden bir yaşam kurmak gerekir. Nehre girdiğimde bir soğukluk hissetmedim lakin ayağımın taşlara çarpmasına engel de olamadım. Amacım büyük bir balık yakalayıp, yakaladığım şey üzerinden yazıyı ilerletmek. O halde başlayalım...


Nehrin İçi

Nehrin içinde benimle temas kuran ilk şey suydu. Bir nevi yaşamsal kaynak, onunla iletişim sağlamama izin vermişti. Derine gidebilmem için suyu yarıp, kıyıdan uzaklaşmam şarttı. Butterworth'ün metninde nehir demek 'hayat' demekti. Çocukken hayat kolaydır. Dünyanız nehrin sığ bölümleridir. Derine gitme isteği hep vardır ama izniniz yoktur. Gençlik dönemi maceraya atılma evresidir. Nehir (hayat) ile bir ölüm-kalım savaşı verirsiniz. Ya avlanırsınız ya da av olursunuz. Derinler sizi asla korkutmaz. Orta yaşa geldiğinizde edinilmiş yüzlerce tecrübeniz doğrultusunda nehirde nasıl yüzüleceğini bilirsiniz. Yaşlandığınız da ise artık nehre uzaktan bakmak istersiniz. Suyun dibi size göre değildir. Yaşım itibariyle en ölümcül dönemdeyim. Metni düşündüğümde nehirden ayrılmak istemeyen iki genç kadın ve nehri 'balık tutma' merkezi olarak gören orta yaşlı bir adam anımsıyorum. Yukarıda yazdıklarımı baz alarak, Adam'ın kadınlar için endişelenmesinin, tecrübesi ile sabit olduğu fikrindeyim. Çocukken elinden kaçırdığı balığı hala aramakta olduğunun ve buluncaya kadar nehre gideceğinin farkındayım. Farkında olduğum bir başka şey Adam'ın bir olta yardımıyla, nehre girmeden balığı yakalamaya çalışması. Bu durum bana göre hem bir cesaret hem de bir korkaklık örneği. Umudunun olduğu çok açık ama umutsuzluğa düşmesi de an meselesi. Metin geneline hakim olan balığı özelde 'kadın' genelde ise 'arzulanan her türlü şey' biçiminde algıladım. Adamın bir kadından çok sevgiye, şefkate ve ilgiye muhtaç olduğu kanaatine vardım. Bu kanaate varmama neden olan, ıssız bir adamın kendini izole ettiği ve aslında kendini ıssızlaştırmasından kaynaklı. Nehrinde (yaşamında) başkasının avlanmasına müsadesi yok. Bu hal balığı (kadını) elinden kaçıracağından ötürü, onun açısından son derece tehlikeli. Nehrin dibine dalabilecek 'gençlere' kapısı kapalı. Az önce sözünü ettiğim korkaklığı bu yüzden. Başka bir adamın, onun sularında gezinmesi hayatına bir müdahale teşkil etmekle birlikte, hakimiyetinin (?) sona ermesi demek.

Nehrin için envai çeşit balıkla dolu. Kimisi sarışın, kimisi esmer. Neticede hepsi bir balık. Kafamı kurcayalan şey bu balıklar. Adam'ın çocukluğunda tuttuğu balık hikayesi ve akabinde balığın elinden kayması, kadınları da elinde tutamaması ile bir koşutluk. O zaman mühim olan hadise kadınların var olup olmaması. Metin bana olmadığını söylüyor. (Kadın: "Ne oldu o kadına? Öldü değil mi? Hiç var oldu mu acaba?") Adam hep bir 'arayış' içerisinde. Aradığı kırmızılı kadın somut olarak ortada yok. Elden kaçan balık misali nehrin derinliklerinde saklı. Bulup çıkarmak kolay değil. Bence Adam da bunun bilincinde ve bu nedenle bir kadın 'yaratma' niyetinde. Kırmızılı kadınlar bu niyetin birer temsili. Resim (yüzsüz kırmızılı kadın) ise Adam'ın somut bir delili. En azından aradığı şey için ona yol gösterecek bir harita. Bu haritanın bir simgesi de nehirden çıkan taş. Adam'ın taşı göstermek ve karşısındakine vermek istemesi, onun yaşamından çıkan tek madde oluşuna bağlı. Hatırlanmak ve hatırlamak ancak bu yolla mümkün. Taş bir madde olarak kaba ve sert. Lakin Adam'ın hayatına kadın dokunuşunun inceliği ve yumuşaklılığının değmediğini düşünürsem bu gayet normal. Aranan kadının bir türlü bulunamamasının nedeni, Adam'ın istekleri ve kişiliğinde gizli. Kadın'ın taş karşısında 'evliliği' düşünmesi, Adam'ın beklentisi dışında bir düş. Evlilik onun aradığı son şey. O, kolay olandan ziyade zor olanla ilgili. Evlenmeye hazır kadınlar, onu için epey kolay lokmalar. Nehrin üstü de altı da çetrefilli ve Adam yaşı dolayısıyla nehrin altını biliyor. Kadınlar ise toy. Gün batımının (görünenin) güzelliği onlar için yeterli. Tatminsizliğin bir mesele olduğu aşikâr. Bu tatminsizlik Adam'ın cinsel deneyimleriyle de doğru orantılı. İlişki sırasında kadınların yüzlerine bakmaması, biraz önce belirttiğim resimdeki 'yüzsüz'lüğün bir sonucu. Yüzü şekillenmeyen kadın sadece bedensel olarak mevcut (mu?) 

Son olarak iki kadının aynı anda bulunduğu tek sahneyi biraz açmak istiyorum. Buluşmanın gerçekleşmesi, Kadın'ın, Adam'ı terk etmeye hazırlandığı an da vuku buluyor. Sanki onun yerini alacak olan diğeri mantığı var. Biri giderken, diğeri geliyor. Nehir devir-daim yapıyor. Sadece anlatılanlardan öğrendiğimiz iki kadının nehir kenarında birbirini gördükleri fakat konuşmadıkları kısım ise, metindeki iki kuğunun dönüşünün, çarpışının ve gidişinin bir betimlemesi. Eve giren, bir şekilde kapının önüne konuyor. Sonraları kapının dışında durup, durmadığına bakılmıyor. 'Olmama' ihtimali burada kuvvet kazanıyor.    


Nehrin Dışı 

Bu kısım daha çok sahnede gördüklerim ile ilintili. Bunlardan bir tanesi okunan şiirin başlığı. 'Aysız Gece Yarısından Sonra' adını taşıyan başlık, metin karanlık yönünü açığa çıkarır türde. Doğa Adam'ın arayışına kapalı. Ay ışığının nehri aydınlatmayışı, onun işini zorlaştıran etkenlerden biri. 'Körebe'yi andırmasıyla hayatın bir oyunu. Girişteki şarkı, 'River' adlı yapıt ve Virginia Woolf'un 'Fenere Doğru' isimli kitabı oyunun anlatısı ile bağdaşık. 

Haluk Bilginer'in rejisi, metnin dışına taşan dokunuşlara ev sahipliği yapmaktan uzak. Açıkçası cümle cümle işlenmesini beklemiştim. Oltaya vurmadığını tahmin edemedim. Bunun haricinde kimi zaman bir nehir gibi durgun kimi zaman ise azgın ve dalgalı. Her iki vaziyetin de ortaya çıkardığı artılar oyunun dengesi. Sahne tasarımı Gamze Kuş'a ait. Yıllardır takip ettiğim Kuş'un, kötü bir işine rastlamadım. Kulübe, metnin başında belirtildiği gibi "nehir... bir kulübeye dönüşür..." açıklamasını merkez alarak, orada birinin (birileri değil) yaşadığını, oranın bir yaşam alanını olduğunu inandırıcı kılarak tasvir etmesi muazzam. Detaylı ve giriş-çıkışların etkisini verebilen, avantajlı bir tasarım. Kostüm tasarımına dair bir isim gözüme çarpmadı. Bu bir kayıp değil çünkü metin kostüme dair ipuçları ile dolu. İsimsiz kostümler, metnin getirilerine destek veren cinste. Yüksel Aymaz imzalı ışık tasarımı doğallığın yegane örneği. Gün batımının ince ayarı ve karanlık sahnelerin özel aydınlatımı pek güzel. Tolga Çebi'nin müzikleri kişiliklerin duygusal boyutları ile yeteri düzeyde uyumlu. Fakat tüm tasarımlar 'hayal'den yoksun. Biraz olsa fena mı olurdu? 

Oyunun üç oyuncusunu da sahne üzerinde ilk kez izleme fırsatı yakaladım. Bir yerine üç balık yakalamak paha biçilemez! Bu nehre bayıldım. Haluk Bilginer'i (Adam) azarlanma sahnesinde, Ayça Bingöl'ü (Kadın), yemek sahnesinde ve Canan Ergüder'i (Diğer Kadın) ilk sahnesinde çok seveceksiniz. Dördüncü oyuncunun adı herhangi bir sitede yazılmamış. Gereksiz mi? Kesinlikle hayır. Oyundan çıkarsa bir kan kaybı olur mu? Kesinlikle evet. Yazılsa keşke. Emeği geçen herkesi kutlar, alkışlarının bol olmasını dilerim...

Dediğim gibi bu derinliğin içerisinde ben sadece ufakcık bir taşım. Cismim kadar yer kaplarım. Daha yazacak çok şey var ama yazı uzadıkça uzuyor. Bu kadarı kâfi. Nehir iyi bir oyun. Belki de yaşamın bir aynası. Ona baktığınızdaki suretinizin bir kopyası. Gidin ve kendi bakışınızla bakın...


Notlar:
Oyun 1 saat 10 dakika / Tek perdedir.
Fotoğraflar bana aittir.

Kaynak
Oyun metni (Nehir)
Vikipedia (yazar)  



           

Ege KÜÇÜKKİPER


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder